AK Parti ve karşıtları

Doç. Dr. Tuncay Önder / Gazi Üniversitesi
17.10.2015

AK Parti’den beklenen, başı sonu belli bir demokratikleşme projesiyle toplumun karşısına çıkmasıdır. Türkiye’nin ihtiyacı budur ve verili durumda bu ihtiyacı karşılama kapasitesi olan tek siyasî aktör AK Parti’dir. 13 yıl içinde inşa ettiği demokratik siyasî merkezi tahkîm ederek koruma görevi AK Parti’nin omuzlarındadır.


AK Parti ve karşıtları

7 Haziran sonrasındaki Türkiye manzarasının pek iç açıcı olduğu söylenemez. Seçim öncesi HDP Diyarbakır mitinginde patlayan bomba, Temmuz ortasında PKK’nın devrimci halk savaşı ilânıyla Çözüm Sürecinin ilkesel zemini olan çatışmasızlığı sona erdirmesi, Suruç saldırısı, Doğu ve Güneydoğu’dan gelen şehit cenazeleri ve en son Ankara Garı önünde patlayan ve son bilgiye göre 99 vatandaşımızın ölümüne yol açan canlı bombalar, Türkiye’nin içine sürüklendiği terör sarmalının halkaları. Ankara’daki saldırı, yerel/bölgesel ölçekteki terörün Türkiye’nin merkezine taşınmasına işaret ediyor. Saldırıyla Türkiye’nin başkentinde, başkentin merkezinde güvenlikte olmadığımız mesajı veriliyor. Çözüm Süreciyle başlayan toplumsal barış ümidi, yerini karamsarlığa bırakmış vaziyette. 7 Haziran tablosundan kalıcı bir hükümet çıkmamasıyla oluşan siyasî belirsizlik de bu karamsarlığı pekiştiriyor.Terörün nihaî hedefi, çok açık biçimde, AK Parti’yi “yönetemeyen” bir iktidar konumuna sürüklemek.

Ancak mesele bununla sınırlı değil. Türkiye 7 Haziran seçimleri öncesinde ve sonrasında daha bariz biçimde gözlendiği gibi esaslı bir siyasî rasyonalite kaybı yaşıyor. İrrasyonel bir siyasî atmosfer gelişmeseydi, barışın en çok Kürtlerin yararına olduğu, Çözüm Süreci içinde Kürt siyasî hareketinin hatırı sayılır bir siyasî meşruluk elde ettiği apaçık bir gerçek iken yol ve baraj inşaatlarını bahane ederek PKK’nın yeniden şiddete sarılması, daha ileri giderek şiddetin muhatabının devlet değil AK Parti olduğunu ilân etmesi, AK Parti karşıtı cephenin diğer unsurlarının PKK şiddetini siyaseten kullanışlı bir araç olarak karşılaması, 1 Kasım’da yeniden tek başına iktidar olmak için şiddetin AK Parti ve Erdoğan tarafından bilinçli bir şekilde tırmandırıldığı propagandasının zemin kazanması nasıl mümkün olabilirdi?

Esasen 2002’den beri AK Parti’nin karşısında yer alan siyasî-toplumsal muhalefetin temel stratejisi, AK Parti’yi Türkiye için bir tehdit pozisyonunda tutarak “normalleştirmemek” üzerine kuruluydu. Buna mukabil AK Parti, tedricî değişimi esas alan reformist bir iktidar pratiğine yaslanarak mesafe aldı. Müesses nizâmın aktörleri ve destekçileri tarafından AK Parti’ye uygulanan markaj, AK Parti’yi “hem iktidar, hem muhalefet” olarak nitelendirilebilecek avantajlı bir konuma taşıdı. Bir yandan iktidardı, diğer yandan müesses nizâma meydan okuması ve kendisini onu değiştirecek yegâne aktör olarak kodlaması bağlamında muhalefet. Bu konumlanış, Türkiye’nin demokratikleşmesini arzulayan toplumsal kesimlerin AK Parti etrafında toplanmasını da beraberinde getirdi ve partinin “içerme” ve temsil kaabiliyeti her geçen gün yükseldi. Bu bakımdan 2010 referandumunda elde edilen yüzde 58 oranındaki evet oyu temel bir göstergeydi. “Yeni Türkiye” iddiası, güçlü bir sosyolojik karşılık üretmişti.

Defansif siyaset

Bir dizi hâlinde gelişen 7 Şubat MİT krizi, Gezi eylemleri, 17-25 Aralık operasyonları, 6-8 Ekim hadiseleri ve bu gelişmelere giderek şiddetlenen bir dozda eşlik eden ‘otoriterleşme’ ve ‘kutuplaşma’ tartışmaları, Türkiye siyasetini ve AK Parti’yi yeni bir evreye taşıdı. Bu yeni siyasî evrenin AK Parti açısından doğurduğu netice, paradoksal biçimde, AK Parti’ye yönelen toplumsal desteğin en üst düzeye çıktığı 2011 sonrasında giderek artan krizlerle yüz yüze gelmesidir. 2011’den itibaren yükselişe geçen AK Parti ve Erdoğan karşıtlığının gerçek bir siyasî tartışmaya/çatışmaya tekabül etmediği açıktır. Sahici politik bir temelden yoksun bu çatışma, bir “hissiyat”ın dışavurumunun ötesine geçememektedir. Bilakis, AK Parti ve karşıtları şeklinde formüle edilen siyasî mücâdele, Türkiye’nin sosyolojisinden kopuktur ve sahici bir siyasî tartışmayı perdeleme işlevi görmektedir. Erdoğan’ın arkasındaki sosyolojiyi görmezlikten gelen, kültür-politik zeminde üretilen ve giderek mutlaklaştırılmış bir hayat tarzı müdafaasına hapsolan bu çatışma, mevcudun konsolidasyonuna hizmet etse bile, “devirmeci” bir siyaseti zorlayarak Türkiye’nin demokrasisine zarar vermektedir. Her ne surette olursa olsun AK Parti’den kurtulma arzusu, siyasetin meşru zeminde yürütülmesini yer yer zorlaştırmaktadır.

AK Parti ve Erdoğan karşıtlığının geniş muhafazakâr toplum kesimlerini AK Parti etrafında kümelenmeye ittiği, uzun süre aşağı yukarı yüzde 50’lik bir oy desteğini kararlı hâle getirdiği söylenebilir. Fakat bu karşıtlık, kendini korumaya dönük savunmacı bir tutumu da beraberinde getirdi. Çözüm Süreci gibi önemli bir politik açılıma rağmen, özellikle 2012’den itibaren AK Parti’nin toplumsal talepleri bir demokratikleşme programına eklemleyerek yürüttüğü reform pratiğinde aksamalar ortaya çıktı.

Bugün itibarıyla artık AK Parti ve Erdoğan karşıtı cepheye daha fazla odaklanarak, oradaki rasyonellikten uzak siyasî tutumla yarışarak, çatışarak Türkiye’nin geleceğine katkı yapma imkânı kalmamıştır. Türkiye Solunun şiddetle sorunlu ilişkisi, Kürt siyasî hareketi üzerinden kitleselleşme arayışı, demokratik-parlamenter siyaseti küçümseyici tavrı, devrim hayâlinin Erdoğan’dan kurtulmaya kadar gerilemesi, eleştiri konusu yapılabilir, yapılıyor. Siyasî-toplumsal muhalefetin “ne olursa olsun yeter ki ‘bunlar’ gitsin” şiarıyla bütünüyle “devirmeci” bir siyasete teslim olmasından, iptilâya varan Erdoğan karşıtlığıyla kurucu siyasetten her geçen gün uzaklaşmasından, sınıfsal nefretle körleşmesinden, bu nefreti siyasetin yerine ikame etmesinden söz edilebilir, ediliyor. Geçmişinde iyi kötü tarihsel materyalizmle ünsiyet kurmuş anlı şanlı kalemlerin analiz adı altında “Türkiye’nin Erdoğan sorunu vardır. Bu sorun gözardı edilerek Türkiye bir adım ileri gidemez” düzeyinde ‘büyük fikirler’le derinleştirdiği entelektüel trajedinin, sefâletin izi sürülebilir, sürülüyor. Fakat artık buradan bir fayda sağlanamayacağı görülmüş olmalıdır. En iyisi, ‘seküler-sol cemaat’i Gürbüz Özaltınlı’nın ifadesiyle kendi “zaman dışı evreninde”, kendi hâlinde bırakmak.

AK Parti ve arkasındaki medya desteği, uzun zamandır enerjisini bu eleştiriye, iz sürmeye harcıyor. Mesaisinin büyük kısmını, Ak Parti ve Erdoğan karşıtlığının ifşâsına hasretmiş gibi görünüyor. Diğer taraftan bu çaba, giderek şiddetlenen bir ‘savunma’ ihtiyacından kaynaklanıyor ve siyaseten sıkışmışlık dışında bir getirisi olmuyor. AK Parti ve onun medya temsili açısından acil ihtiyaç, bir an önce bu defansif tutumdan çıkarak yeniden topluma dönmek ve toplumsal talepleri merkeze alan siyaset tarzını, üslûbunu yeniden inşa etmektir. Zira AK Parti, epeyce bir süredir, çekildiği savunma hattının ötesine geçen siyasî bir hamlede bulunamamaktadır.

Savunma motivasyonu, AK Parti’yi eleştirel bir destekten de yoksun bırakmaktadır. Hâlbuki AK Parti, son 13 yılda kurucu siyasetin aslî öznesi olmak hasebiyle eleştiriyi en fazla hak eden ve eleştiriye en fazla ihtiyaç duyan partidir. Defansif tutum, AK Parti’nin içerme kabiliyetini geliştirmesine yardım etmediği gibi, tam aksine içe kapanmasına yol açmaktadır. AK Parti’ye destek veren medyada ve entelektüel mahfillerde savunmayı önceleyen bir yaklaşım öne çıkmaktadır. Netice, demokratik merkezin partisi olma iddiası ile bağdaşmayan bir medya temsilidir.

7 Haziran’dan kalan

AK Parti’nin 7 Haziran’daki dokuz puanlık kaybı, defansif tutumu aşamamasının, geçmişteki kurucu siyasî perspektifinin gerisine düşmesinin bir neticesiydi. AK Parti’yi var eden ve taşıyan esas güç, demokratik değişimi arzulayan, orta sınıflaşma ve özgürleşme talep eden bir sosyolojidir. Mezkûr sosyoloji, bu taleplere uygun bir siyasî vizyonla karşısına gelmediğinde, AK Parti’ye mesafe koyabileceğini göstermiştir. 7 Haziran’da AK Parti, siyasî vizyonunun merkezinde yer alan ‘Yeni Türkiye’ iddiasının/söyleminin içini yeterince dolduramadı. Daha ziyade sitikrara vurgu yaptı ve 90’lı yılların istikrarsız hükûmetlerini muhtemel bir tehlike olarak topluma hatırlattı. Yeni Türkiye kavramı, seçmene hem bir hedef göstermekte hem bir “iyi toplum” tahayyülü sunmakta hem de geleceğe dönük bir vaad içermekteydi. Yeni Türkiye iddiasının içini doldurabilecek temel iki unsur (yeni anayasa ve başkanlık sistemi) yeterince temalaştırılıp toplumla paylaşılamadı. Dolayısıyla AK Parti, geleceğe dönük bir vizyon yerine, mevcudun korunmasını öncelemiş oldu. Bunu yaparken toplumun esas beklentisinin istikrar değil “istikrar içinde değişim” olduğunu, dindar Kürtleri yanına çağırırken dindar olsun ya da olmasın Kürtlerin siyasî-toplumsal taleplerinin benzeştiğini göremedi.

Siyasî merkezin tahkîmi

1 Kasım seçimlerine giderken AK Parti’nin 7 Haziran’dan nasıl bir ders çıkardığını tam anlamıyla görmek mümkün olmadı. Terörün Türkiye gündeminin ön sırasına geçmesi, güvenlik kaygısını öne çıkararak siyasetin imkânlarını daralttı. 7 Haziran’la kıyaslandığında AK Parti’de değişen iki husus göze çarpmaktadır. İlki, aday bazında partinin eski-güvenilir kadrosunun öne çıkması, ikincisi ise daha önce uzak durulan popülizmin imkânlarından yararlanılmaya karar verilmiş olmasıdır. Bu iki farkın seçim sonuçlarına nasıl yansıyacağını bekleyip görmek gerekiyor.

AK Parti’den beklenen, başı sonu belli bir demokratikleşme projesiyle toplumun karşısına çıkmasıdır. Türkiye’nin ihtiyacı budur ve verili durumda bu ihtiyacı karşılama kapasitesi olan tek siyasî aktör AK Parti’dir. 13 yıl içinde inşa ettiği demokratik siyasî merkezi tahkîm ederek koruma görevi AK Parti’nin omuzlarındadır. Merkez sağ ve milliyetçi bir yönelimle Türkiye’nin siyasî-sosyolojik merkezine cevap verme imkânı kalmamıştır. AK Parti ve Yeni Türkiye’nin yeni sosyolojisi, birbirini karşılıklı olarak var eden öznelerdir. Demokratlıktan sağ muhafazakârlığa her türlü kayış, AK Parti için kendi sosyolojisinin gerisine düşmeyi ifade etmektedir. AK Parti’nin karşı karşıya bulunduğu sahici meydan okuma budur.

[email protected]