Akif’in meali ve Türkçe ibadet

0
23.09.2012

İbadet dilinin orijinal dil olmasının lüzumu, insanın üst âlemler ile olan irtibatının kopmaması içindir. Bir dinin kutsal kitabı hangi dil ise, o din müntesipleri için ibadet dili odur.


Akif’in meali  ve Türkçe ibadet

TAHİR GÜROĞLU / Yazar

Dönemin ABD Büyükelçisi Charles Sherrill’in, Atatürk’ü Protestanlığın kurucusu Luther’e benzetmesi ve “Gazi, amacı çok yüksek olan bir din reformunu başarmıştır. Bu reform, kim ne derse desin Mustafa Kemal’e tarihte Luther ve Wycliff gibi büyük din reformistlerinin yanında bir yer ve onur vermiştir”  tespiti önemlidir ve yerindedir.  
                                                                                                                                                                                         Harf inkılâbı ile Türkçe ibadet/ezan girişimleri-denemeleri birbirleri ile bağlantılıdır. Tüm bunların maksadı, laikliğin zeminini oluşturmak ve toplumu jakoben tarzda modernleştirmektir. Celal Bayar Türkçe ezan ile alakalı konuşurken, Atatürk’ün Türkçe ezanı,  ibadet dilinin Türkçe olması gibi uygulamalar ile beraber düşündüğünü söyler. Bayar sonrasında Mustafa Kemal’in bundan vazgeçtiğini, dolayısıyla Türkçe ezan ile ilgili olarak da, tek başına Türkçe ezan uygulamasına devamının mutlak gerekli olmadığını ifade eder. Benzeri ifadelere Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya esrinde de okumak mümkündür. Falih Rıfkı Atatürk’ün Türkçe ezan- Türkçe ibadet konusunda kararlı olduğunu anlatır. Çünkü ulus-devlet, tarihî ve mantıkî olarak, millileşmiş bir dini veya mezhebi gerekli kılar. Bundan sebeple, Atatürk ve kurucu kadro, reforma tâbi tutulmuş bir ‘milli İslam’ arayışı içerisinde olur. Celal Bayar Mustafa Kemal’in Türkçe ibadet teşebbüsünden, bunu laiklikle bağdaştıramadığı için vazgeçtiğini söyler. Ancak bu teşebbüsün akamete uğraması, laikliğin yeterli toplumsal taban bulamayıp, bugüne kadar sorun teşkil etmesinin sebeplerinden biri olmalıdır. Türkçe ezan-ibadet meselesinin evveliyatı, Yusuf Akçura, Celal Nuri, Abdullah Cevdet’e gider. Elbette “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur/ Köylü anlar manasını namazdaki duanın.../ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,/ Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın./ Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!” dizelerini yazan Ziya Gökalp de buna dâhildir. Ve Ziya Gökalp’i takip eden Fuad Köprülü’nün başkanlığını yaptığı komisyonun, 20 Haziran 1928 yılında reform programını yayınlaması işin zirvesidir. Programın önerilerinden biri, “Bütün dua ve hutbeler Arapça değil, ulusal dilde (Türkçe) olmalıdır” şeklindedir. 

Türkçe ibadete alet olmadı

Israr üzerine, Kur’an meali hazırlamayı üzerine alan Mehmed Akif, meali 1932 yılında tamamlar. Ancak Türkiye’deki camilerde, namaz kıldırılırken Kuran’ın tercümesinin okunacağı söylentileri üzerine, meali teslim etmekten vazgeçer. Bunu şu şekilde ifade eder: “Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lâkin onu verirsem, namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam”  

Bu sözler, mantıklı olanın kişinin anlayarak yani kendi dilinde ibadet etmesi gerektiğini düşünenlere manasız gelebilir. Oysa tercümenin ‘yorum’ olduğu ve asıl metnin yerini tutamayacağı bilinmektedir. Kutsal metinlerde bu durum daha ciddidir. Zira kutsal yazıların değişmezliğini temin eden sadece kutsal dildir: Tercümeler, zorunlu olarak dillere göre değişiklik arz etmektedirler. Ayrıca farklı ifade kalıplarına sahip olması nedeniyle, bu tercümelerde nispi olmaktadır. Zahiri ve harfi anlamı ne kadar iyi bir şekilde verseler de, daha derin anlamlara ulaşmalara mutlaka bir takım engelleri de beraberinde getirmektedirler. Bu meselenin bir yönüdür. Meselenin diğer yönü ise, insani lisanın, ilahi kelam ile olan irtibatıdır.     

İnsani lisan ve ilahi kelam 

Kelime-i Tayyibe’nin güzel bir ağaca benzetildiği ayetten hareketle “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti)” (İbrahim, 14/24) Bir kavram olarak kelime,  Kuran’daki mahiyetinden ötürü tüm bir varlığın, ifadesi olarak kabul edilir. Ayrıca Hz. İsa’nın Allah’ın kelimesi olmasına “Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, (o) Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı ‘Kün: Ol’ kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. (O’nun tarafından gönderilmiş yahut teyit edilmiş yahut da Cebrail tarafından üfürülmüş bir ruhtur)” (Nisa, 4/171) işaret eden ayettir. Varoluşun tüm mertebelerdeki formlarının ‘Kün’ emri ile olduğuna, “Meryem: Rabbim! Dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ‘Ol!’ der; o da oluverir” (Ali-İmran, 3/47)  ayrıca “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, ‘Ol’ dememizdir. O da hemen oluverir” ( Nahl 16/40)  işaret eden ayetlerde kendini gösterir.

Demek ki kainat engin bir kitaptır, bu kitabın yazıları ilahi kalem ile ezeli Levh-i Mahfuza yazılmıştır, hepsi eşzamanlı olarak ve birden yazılmıştır. Bu nedenledir ki, “sırların sırrında” gizlenmiş olan asli fenomenler “müteal harfler” adını almışlardır. Ve bu aynı müteal harfler yani tüm mahlûkat, ilahi mutlak ilimde bilkuvve olarak yoğunlaştırıldıktan sonra, ilahi nefes ile aşağı âlemlere indirilmiş ve tezahür evrenini oluşturmuşlardır” (1- İbn Arabî Fütuhat-ı Mekkiye’den aktaran Rene Guenon “Yatay ve dikey boyutların sembolizm”  sh.87)    

Buradan devam ederek iki hususu ele almak gerekiyor. Bunlar tanrısal nefes ile insani nefes arasındaki ilişki. Ve yukarıda ele aldığımız tanrısal kelam ile insani lisan arasındaki ilişki. Evvela insanda, nefes almak hayata, nefes vermek de ölüme tekabül eder. Kozmogonide ise nefes vermek tezahüre yönelmeye, nefes almak da, tezahür etmemişliğe dönüşe tekabül eder. Şeylerin tezahüre ya da ‘asli prensibe göre değerlendirilişinde, bu ters yönlülüğe dikkat etmek gerekir. ‘Tanrısal nefes’ doğrudan Tanrı’nın zatına veya kapsayıcı ismi olan ‘Allah’a değil, ‘Rahman’ ismine nispet edilmiştir. İbn Arabî’ye göre bunun nedeni, bizatihi varlıkların vücûda getirilmesinin bir rahmet olmasıdır. İbn Arabî bu görüşünü desteklemek için, kozmogoni tasarımının başlangıcı olarak aldığı Rahmân’ın Arş’a kurulmasında, (2.3 İbn Arabî, Fütuhat, 11/385) Arş’a kurulma eyleminin başka bir ilâhî isme değil, sadece ‘Rahmân’ ismine nispet edildiğine dikkat çeker. “Yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından peyderpey indirilmiştir” ve “Rahman, Arş’a istiva etmişti.” (3- Tâhâ Sûresi, 20: 4-5)

“Nefesle ilgili olarak değineceğimiz ikinci fonksiyon, konuşmaktır. Bilindiği gibi insan sesinin hammaddesi veya heyulası nefestir. Konuşmanın kendisinden teşekkül ettiği ses birimleri ise bu heyulanın şekil almış halleridir. Nefesi en mutlak hali ile vücûd, mahreçleri de mümkünlerin istidadı olarak düşündüğümüzde, kelimeler mümkünlerin hariç âlemdeki zuhuru olarak karşımıza çıkmaktadır. İbn Arabî harf sembolizminin işte bu ikinci ayağını, Hz. İsâ’nın yaratılış şekline işaret eden âyete dayandırmaktadır. Söz konusu âyet, Hz. İsâ’yı Allah’ın Meryem’e attığı kelimesi olarak tasvir etmektedir. (2.1 Tahir Uluç “İbn Arabi’de sembolizm” s. 188) Şeyh-i Ekber Kuran’da işaret edilen bu tikel yaratma örneğinden hareketle, âlemdeki bütün varlıkların benzer biçimde varlığa getirildiği sonucuna ulaşmaktadır. Buna göre konuşma eylemi ile yaratma eylemi arasında bir özdeşlik kurulmakta, âlemdeki varlıklar bunun sonucunda Tanrı’nın kelimeleri olmaktadır. (2 .2 Nisa Sûresi, 4: 171) Levh-i Mahfuz ile kutsal metinler, dolayısıyla insani lisan ile ilahi kelam arasında irtibat mevcuttur. Bu, kutsal metinlerin dili ile zikir ve ibadet neticesi, ‘müteal harflerle’ varlığın üst mertebeleriyle irtibatlanmayı mümkün kılar.    

İbadet dili neden Türkçe olamaz?

Yani ibadet dilinin orijinal dil olmasının lüzumu, insanın üst âlemler ile olan irtibatının kopmaması, insanın-âlemin âhenginin bozulmaması içindir. Bir dinin kutsal kitabı hangi dil ise, o din müntesipleri için ibadet dili odur. Bu Müslümanlar için Arapça, Museviler için İbranice, Hindular için Sankiristçe’dir. 

Bunun böyle olmadığı durumlarda ise Protestanlık benzeri sekülerizme zemin hazırlayan bir mezhep ortaya çıkmış demektir. Bu durumda ise, o toplulukta yalnız zihinsel bir karmaşa değil, daha derinde, mana dünyasında bir karmaşa ortaya çıkar.

İzaha gayret ettiğimiz bu ve/veya başka kaygılarla, Mehmed Âkif, Mısır’dan İstanbul’a dönmeden, Müderris Mehmet İhsan Efendi’ye, “Şayet dönersem, eksikleri tamamlar basarız. Dönemezsem meali yakarsın” der. Bu yazılı vasiyeti ile meali, İhsan Efendi’ye teslim eder. İhsan Efendi de, vefatından önce oğlu Ekmeleddin İhsanaoğlu’a, ölürse defterleri yakmasını vasiyet eder. İhsan Efendi’nin vefatından sonra Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey defterlerin derhal yakılmasını ister. Defterler İsmail Hakkı Şengüler’in evinde yakılır. Çünkü 27 Mayıs sonrası, Türkçe ibadet yine gündemdedir.  

27 Mayıs sonrası CHP’li Altan Öymen, Coşkun Kırca, Oktay Ekşi ve arkadaşları ezanın tekrar Türkçe okunması için imza toplarlar. Türkçe ezan ve Türkçe ibadetin öncülüğünü ise, “Dinde Reform” isimli bir de dergi çıkaran ve “Türkün Dini Kemalizmdir” kampanyası başlatan, zahiren sosyal bilgiler öğretmeni Osman Nuri Çerman yapmaktadır. Çerman’a göre, “Tanrıya iman Kemalizm’in prensiplerine imandır. Mabedimiz: bütün vatan, mihrabımız: bütün millet, Anıtkabir de Kâbe’mizdir” Özellikle din ve metafizik hususunda önemli zannıyla sarfettiği ucube laflarla bilinen Çerman’ın da, temel umdelerinden ve önerilerinden biri: “Tanrıya millî dille ibadettir” 

[email protected]