Akıntıya karşı Türkiye'yi [yarınlara] taşımak

Doç. Dr. Mehmet Babacan / İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi
11.04.2020

Geçmişten bugüne zamanın ruhunu tümüyle kavramak kolay olmasa da bu yazıda açık/güvenli ve kapalı/güvenlikçi düzenler arasındaki tarihsel gel-git perspektifinden küresel ekonomi politiğin kısa tartışmasıyla kendimi sınırlandıracağım. Türkiye'nin ise son iki yüz yıllık serencamı içinde belki de ilk kez küresel akıntıya karşı konumlanır halde olduğunu savunacağım.


Akıntıya karşı Türkiye'yi [yarınlara] taşımak

Bu yazı ilhamını Prof. Numan Kurtulmuş’un bugünlerde ilk baskısını gördüğümüz eserinden (Türkiye’yi Yarınlara Taşımak, İz Yayıncılık) alıyor. Bir siyaset ve bilim insanı olarak tanıdığımız hocamızın kitabı birkaç açıdan dünü, bugünü anlamlandırıyor; yarına dair istikamet arayışını beyan ve teşvik ediyor. Dahası kitapta yer alan (konuşma) metinleri geçmişe dair verdiği güçlü referanslarla gelecek için bir çerçeve tayin ediyor. Bana kalırsa kitap en geniş manasıyla derinlemesine bir politik iktisat okumasının tezahürü olarak ortaya çıkmış görünüyor; ya da en azından ben bu şekilde anlamayı tercih ediyorum. Geçmişten bugüne zamanın ruhunu tümüyle kavramak kolay olmasa da bu yazıda açık/güvenli ve kapalı (korumacı)/güvenlikçi düzenler arasındaki tarihsel gel-git perspektifinden küresel ekonomi politiğin kısa tartışmasıyla kendimi sınırlandıracağım. Türkiye’nin ise son iki yüz yıllık serencamı içinde belki de ilk kez küresel akıntıya karşı konumlanır halde olduğunu savunacağım.

Düzen arayışı

İçinde yaşadığımız dünya sistemini armağan eden 2. Dünya Savaşı sonrası düzen aslında modernliğin kurumsal bakımdan en üst seviyesini işaret ediyor. Zira gerek sahip olduğu ölçek gerekse de karmaşıklığı ile mevcut küresel düzen Batı Avrupa’nın merkezinde yer aldığı yaklaşık 200 ila 300 yıllık modernlik tecrübesinin omuzlarında iki kez yıkılıp yeniden kuruldu. Bir düzen arayışı ise –yenisini yapmak üzere mevcut olanı yıkmak için- belirli fasılalarla da olsa hep var olageldi. Zaman içerisinde giderek artan düzen arayışına rağmen insanı inşa eden kültür, medeniyet, coğrafya gibi unsurların rolünün her yeni düzende daha da azaldığına şahitlik ettik. Teknolojinin ve yenilikçiliğin başat rol oynadığı bu yeniden ‘yaratıcı yıkım’ serüvenini içsel bir evrim olarak ele alan Schumpeter’den veya siyasal iktisadı, iktisat bilimini ‘kurum’ kavramı etrafında evrimci bir bilim dalı olarak yorumlayan Veblen’den bu yana ekonomi politiğin mahiyetini daha mekanik yorumluyoruz. İktisadi dönüşümlerin insan faktörüne dair esaslı anlama çabasına girişmek yerine insanı araçsallaştıran bir mekanik döngünün aklına teslim olmuş haldeyiz. Ancak her biri diğerinden daha şiddetli gelmesi kaçınılmaz krizlerin işaret ettiği temel meseleleri her defasında halının altına süpürmekte oldukça mahir bir neoklasik paradigma ve insanoğlunun unutma becerisi ile harmanlanmış iflah olmaz iyimserliği ile çevrelenmiş durumdayız. Bu durum son büyük krizi işaret eden küresel salgın döneminde de geçerliğini koruyor. Oysa yalnızca geçtiğimiz küresel finansal kriz (2008) sonrasında dünyanın biriktirdiği iktisadi sorunlar dahi küresel düzenin mevcut haliyle sürdürülemeyeceğini işaret etmeye yeterlidir.

21. yüzyılın ilk çeyreğine damga vurması kaçınılmaz ‘vekalet savaşları’ Avrupa’nın uzun barış asrı olan 19. yüzyıla dek uzanıyor. Mahiyeti itibarıyla bugün tartışılan şeklinden farklılıklar gösterse de Batı Avrupa menşeli sömürgeci rekabetinde şekillenen, merkantilist (ticaret fazlası yoluyla sermaye birikimini esas alan) ideolojiyle beslenen bir küresel ticaret (!) ekosistemi, Avrupa kıtasında bir savaşı yaklaşık yüz yıllığına ertelemiş ve bu zoraki barış düzeninin katkısıyla İngiliz hegemonyasında bir küresel finans sistemi de işlerlik kazanmıştı. Artık sıcak çatışmalar (küçük ölçekli vekâlet savaşları) merkez Avrupa ülkelerinde değil periferideki (Osmanlı gibi) coğrafyalarda vuku buluyordu. Bu dönemde kesintisiz büyüyen ve etkinliğini artıran; sonrasında bölgeselleşen ve kısmen küreselleşen bir finans sistemi ortaya çıkıyordu.

Sömürgeci rekabet

Ancak bu tecrübe, dünyanın geri kalanında sömürgeci rekabetin mağduru olan geniş coğrafyalar ve topluluklar bırakmıştı. 20. yüzyılın kısa tarihi ise ABD’nin sınırsız yükselişi ekseninde sermaye birikiminin neden olduğu küresel eşitsizliği daha da perçinlemiş; uluslararası düzensiz göç, iç savaşlar, siyasi eşitsizlikler ve temsil sorunları, temel hak mahrumiyetleri ve iktisadi eşitsizliklerle sonuçlanmıştı. Herkesin malumu olanı tekrar edelim: Bugün dünya nüfusunun sadece yüzde 0,7’lik bir kısmı, dünyadaki toplam servetin yüzde 44’üne sahip. Buna mukabil dünya nüfusunun yüzde 70’i ise, zenginliğinin sadece yüzde 3’ünü elinde tutuyor. Dolayısıyla küresel ölçekte adil ve sürdürülebilir bir düzen arayışı hız kesmedi, aksine buna olan ihtiyaç daha da arttı.

Küresel üretim, ticaret ve finans ağları ile sıkı örülmüş uluslararası ekonomik sistem dünden bugüne karşı karşıya kaldığı her kriz anını yeni bir fırsata çevirerek ömrünü sürdürme gayretinde. Ancak görünür semptomlarla mücadele için harcanan enerji nedeniyle, meselelerin kökenlerine değil ortaya çıkardığı sonuçlara odaklı bir yaklaşım, daha düşük maliyetli bulunuyor. Bununla birlikte artık iyiden iyiye ufukta beliren gerçek şu: Küresel finans mimarisinin çarpık yapısı/bakışı, mevcut tedarik zincirlerinde aksaklıklar, sermaye birikimi ile emeğin rolü arasında açılan makas, rekabetçi piyasaların giderek tekelci mahiyete bürünmesi, teknoloji ve inovasyonun iktisadi dengesizlikleri ve eşitsizlikleri iktisadi etkinlik namına büyütmesi gibi sorunlar beraberinde küresel göçü, terörizmi ve iç savaşları beslemeyi sürdürüyor.

Asimetrik büyüme kaydeden küresel borç hacmi tarihi zirve seviyelerine ulaştı. 2020 yılının ilk çeyreği itibarıyla küresel borç stoku (Uluslararası Finans Enstitüsü verileriyle) 255 trilyon doların üzerine çıkmış durumda. Yerkürede hane halkının toplam borcunun toplam küresel gayrı safi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı yüzde 60’ın, reel sektöre ait firma borcunun oranı ise yüzde 90’ın üzerinde seyrediyor. Büyük kısmı gelişmiş ülke ekonomilerinin hanesine yazılsa da yükselen ekonomilerin toplam borç seviyesi de tarihi zirvesi olan 72 trilyon doları aştı. Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’de toplam borç seviyesi GSYH’nin üç katından fazlasına (yaklaşık yüzde 310’u) karşılık geliyor. Bu tabloya mukabil Türkiye’de hane halkı ve reel sektör borçluluk oranları –sırasıyla yüzde 14 ve 67 civarında- nisbi olarak oldukça düşük seyrediyor.

Böylesine çarpık bir tabloda küresel düzenin olduğu gibi sürdürülebileceğine dair kesin bir inançla yeni normalin tanımını yapmaya çalışıyor uzmanlar. Oysa hem bireylerin hem de firmaların sürdürülebilir bir ekonomik yapıya kavuşmalarının önünde en büyük engel bu küresel borçluluğa dayalı finansal sistem. Dünyada mevcut iç savaşlar, terörizm ve diğer çatışmaların tümü söz konusu edildiğinde küresel GSYH’nin yaklaşık yüzde 11-12’sine denk gelen (Küresel Barış Endeksi 2018 yılı verileriyle satın alma gücü paritesine göre 14 trilyon dolar civarında) bir maliyet çıkıyor. Bunun gibi nice daha kaynak dünyanın sürdürülebilir, adil ve paylaşımcı bir yer olması için değil eşitsizliği derinleştirecek çatışmacı politikalara harcanıyor.

Bu ve buna benzer onlarca soru yaşadığımız virüs salgının şokunun bir yansıması olarak bugünlerde daha fazla gündeme geliyor. 2008 küresel finans krizini takip eden dönemden daha güçlü şekilde ekonomi ve finans başta olmak üzere siyaset, güvenlik vd. konuların yeniden inşasının bir zaruret olduğuna dair söylem bolluğuyla karşı karşıyayız. Krize cevap olarak verilen parasal tedbirler gerek ülkeler arasında gerekse de ülke içinde eşitsizliklerin daha da artmasının önünü açtı. Bir yandan küresel koordinasyon ihtiyacı katlanarak artarken; diğer yandan ülkeler kriz sonrası dönemde görece daha korumacı politikalara meylettiler. Bu bakımdan krizi takip eden on yıllık dönemde toplam bin 312 adet korumacı önlemi hayata geçiren ABD, G-20 ülkeleri arasında açık ara önde gidiyor. Dolayısıyla küresel düzenin hâkim ülkesi, uluslararası kuruluşların temellerini ve küresel ekonomik yönetişimi aşındırıyor.

Kendi eksenini oluşturma

Türkiye’ye gelince; son iki yüzyıldır belki de ilk kez kendi eksenini oluşturma ve akıntıya karşı durma imkânı yakalamış durumda. Birkaç maddede bu konumlanmayı tarif edersek:

i) İşlevselliğini yitirmiş durumda olan küresel kurum ve kuruluşlarda reform ve hakkaniyet esaslı temsilin sağlanması için her platformu kullanıyor.

ii) Türkiye küresel göçün –özellikle gelişmiş ülkelerce- yük görüldüğü ve dünya sisteminin kurumlarının altından kalkamayacağı ölçekte büyüdüğü bir zaman diliminde göçmen politikası itibarıyla mevcut akışın aksi istikametinde bir örneklik sergiliyor.

iii) İç savaşlar ve sınır ötesi çatışmalarda ABD dâhil büyük güçlerin birer birer krizleri görmezden geldiği bir dönemde yumuşak ve sert gücünü etkin kullanmak suretiyle krizlerin insani ve diğer maliyetlerini sınırlamaya gayret ediyor.

iv) Dünya yeni bir korumacılık dalgası ile karşı karşıya iken Türkiye yakın coğrafyası başta olmak üzere geleneksel iktisadi ortakları ile bütünleşme niyetini saklamıyor; ABD-Çin ticaret savaşları, kur savaşları, Brexit ve şimdi de COVID-19 salgını gibi sınamalar başta olmak üzere dünyanın giderek daha parçalı bir ekonomik düzene kaydığı bir zeminde ikili ve bölgesel ticaret/yatırım anlaşmaları yoluyla iktisadi işbirliğine çağrı yapıyor.

v) Diğer yandan ülkenin mevcut kırılganlıklarını ve yapısal sorunları doğru tespit etmenin gayretinde olarak; dünyanın geri kalanından kopmadan ülke ölçeğinde kapasite inşasına (üretim, lojistik ve dağıtım, ticaret, finans vb.) hız veriyor.

Bütün bunların yanında geleceğin dünyasını daha adil, mümkün olduğunca geniş bir mutabakat ekseninde kurabilmenin anahtarı olan şu öncülleri de teklif ediyor:

vi) Uluslararası kurumlarda, toplumsal organizasyonlarda, şirketlerde ve diğer ortaklıklarda güven esasına dayanan sözleşmeler ve bunların sıkı uygulanması

vii) Gerek üretim gerekse de finans hatlarında yeni kanalların çoğulcu biçimde gerçekleştirilmesine ve bu piyasaların daha rekabetçi kılınması (ortaklığa dayalı finansman modellerinin öne çıkartılması)

viii) Hem finans hem de üretim tarafında yer alsın tröst, muvazaa gibi uygulamalara cüret edenlere etkin yaptırımların uygulanması sayesinde bu konunun yalnızca fiyatlama davranışları açısından değil istihdam piyasalarının demokratikleşmesi bakımından öneminin kavranması

ix) Köklerini medeniyet tecrübemizin farklı coğrafya ve tarihsel dönemlerinden de edinebileceğimiz yönetişimde etkinliğe, sağlam bir kurumsal zemine, ekosistemde güvenin tesisine dayalı yeni araçlara ve nihayet

x) İnsanoğlunun tarihsel bağlamda yeniden köleleştirilmesi bağlamında antropoloji, ekonomi, siyaset ve sosyolojinin nesnesi olan borç müessesinin yeniden tanımlanması

Son olarak, Türkiye’nin dünya sistemine dair değişiklik taleplerinin arkasında duracak akıllı bir strateji izleyerek hem ülke içinde hem bölgesinde sürekli güven telkin eden açık bir küresel sistemi savunması gerektiğini not ederek bitirelim. Dışa kapalı ve güvenlikçi bir küresel sistem Türkiye’nin tarihi misyonu ve geleceğe dair tekliflerinin önünde engel olacaktır. Numan Kurtulmuş’un söylediği gibi: Yeni (adil) bir Pax (küresel barış düzeni) pekala mümkündür, ancak önce paradigma değişimi şart…

 

[email protected]