Taammüden oryantalizm: Alef'in uyarlama mantığı

Dr. Mesut Bostan / Marmara Üniversitesi
25.04.2020

Alef'in dine yaklaşımındaki temel ayrım yeni oryantalizmden miras alınıyor. Dinin siyasetle dirsek temasında olduğu vazedilen Ortodoks pratiğine karşı “sapkın” olarak nitelenen pratikler öne çıkarılıyor. Dizinin İslam felsefesine yönelik klişeler üzerinden ilerleyen söylemi ve cehaleti gündelik temsiller söz konusu olduğunda iyice aşikar hale geliyor.


Taammüden oryantalizm: Alef'in uyarlama mantığı

Alef görsellik konusunda gösterdiği titizliği senaryo ve karakter tasarımı konusunda göstermeyen ve bunu çok da mesele etmeyen bir yapım. Dizinin kendini polisiye türünün oryantalist bir uyarlaması olarak, pek de çekinmeden, sunuyor oluşu belirli bir yerelleştirme mantığına işaret ediyor. Polisiye türünün evrensel kalıplarının her tür coğrafyaya, içine belirli yerel içerikler enjekte edilerek, uyarlanabileceğine dair “evrenselci” bir hareket noktasına sahip bu mantık. Dizinin yönetmeninin önceki bir filmi için söylediği “Arjantin’de de geçebilecek bir hikaye anlatmak istedim.” sözü bu dizinin niyetini de güzel bir biçimde açıklıyor. Alef, Arjantin’de değil belki ama Vatikan’da ya da İsrail’de geçebilecek bir dizi. Çünkü mevzubahis filmdeki gibi küresel güney meselesini ulus devlet üzerinden değil din üzerinden sorunsallaştırıyor. Bu bakımdan diziyi örgütlü dinleri mercek altına alan ve internet platformlarında öne çıkan yakın tarihli yapımlarla birlikte düşünmek mümkün. Din; militarizm, erkeklik, aile ve ulus devlet gibi neoliberal aşındırma faaliyetinin yeni hedefiymiş gibi görünüyor. Buna göre Ortodoks Yahudilik gibi cemaat temelli dinler “özgür dünya” ile karşıtlık içerisinde gösterilirken Katolik Kilisesi gibi dev bir hiyerarşik yapı ufak eleştirilerle mevcut dalgayı atlatıp reformist papa temsilleriyle neoliberal hassasiyetlerle uyumlu resmediliyor. Türkiye ve İslam söz konusu olunca bu faaliyetin Kilise’ye yönelik şefkati dizide sergilemeyeceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Alef polisiye türünü yerelleştirirken hikayenin merkezine aldığı İslam’ı yeni oryantalist söylem uyarınca kesif bir kokuşmuşluğun parçası, siyasetle dirsek temasına sahip baskıcı bir yapılanma ve antimodern bir varoluşsal yara olarak resmedecek gibi görünüyor. (En azından ilk üç bölümün uyandırdığı izlenim bu yönde.)

Yeni oryantalizmin sonu

Alef bir yandan geç bir metin. Dinin Türk toplumuyla ilgili meselelerde konu dışı olmaktan konunun bir parçası olmaya evirildiği 12 Eylül sonrası siyasal söyleminin geç bir ürünü. Kimlik siyaseti uyarınca etnik duyarlılıklarla birlikte din bir yandan uyarılır ve zamanla tahriş edilirken bir yandan da bastırma ve deforme etme tavrının muhatabı olmuştu. Yine de bu iki yönlü faaliyet dinin toplumdaki yerine dair kültürel söylem düzeyinde daha geniş ve daha esnek bir temsil ortamı yaratmıştı. Ian Almond’un Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı üzerinden tartıştığı “yeni oryantalist” söylem Batı rasyonalitesine karşı dini Doğu toplumlarının bilinç dışı olarak yorumluyordu. Böylelikle dine varoluşsal bir alan açarken bir yandan da onu Batılılık dairesi dışına ilelebet itiyordu. Alef bu bakımdan Kara Kitap’tan daha az incelikli bir metin. Çünkü dini varoluşsal plandan siyaset planına indiriyor ve ona toplumda daha dünyevi ve daha geçici bir rol biçiyor. Yeni oryantalizm etnik duyarlılıklarla birlikte dine bir tür kültürel alan açarken dizide görünürlük kazanan yeni oryantalizm sonrası söylem dini; etnik duyarlılıklara, dini ve mezhepsel azınlıklara, cinsel özgürlüğe karşı politik bir şekilde kurarak onun alanını daraltıyor. Din artık milliyetçilik, militarizm, erkeklik vs. gibi bir dizi “sakıncalı” toplumsal söylemin yanında neoliberal kültür siyasetinin hedef tahtasındaki yerini alıyor.

Yerellik vs yerlilik

Alef’in dine yaklaşımındaki temel ayrım ise yine yeni oryantalizmden miras alınıyor. Dinin siyasetle dirsek temasında olduğu vazedilen Ortodoks pratiğine karşı “sapkın” olarak nitelenen pratikler öne çıkarılıyor. İlk üç bölümde henüz işlenmese de tasavvuf da muhtemelen aynı ayrım üzerinden tasnif ediliyor. Dizinin İslam felsefesine yönelik klişeler üzerinden ilerleyen söylemi ve cehaleti gündelik temsiller söz konusu olduğunda iyice aşikar hale geliyor. Mesela dizide din konusunda uzman bir akademisyen hikayeye dahil edilirken çalıştığı bölüm olarak ilahiyat yerine İslam araştırmaları zikrediliyor. Melisa Sözen’in oynadığı akademisyen karakteri ve fakülte ortamının temsili bilinçli bir özensizliği yansıtıyor. Türkiye’de dinin üniversitede ilahiyat fakültesiyle sınırlı olan konu edilebilirliği düşünüldüğünde bu temsiller absürt kaçıyor. Bu temsiller “bu da böyle olsun” şeklinde bir özensizlikten çok dizinin yerelleştirme mantığının bir ürünü gibi duruyor daha çok. Sonuçta İslam da evrensel akademik aklın ele alıp çözebileceği bir sosyolojik problemmiş gibi yansıtılıyor. Böyle olunca temsillerin toplumsal tecrübeyle uyumlu olup olmadığı çok da dizinin umurunda değilmiş gibi duruyor. Alef’in yerelleştirme mantığının kökenlerini genel bir yaklaşım olarak yönetmeninin önceki filmlerinde de bulmak mümkün. Yönetmenin ilk filmi olan Tepenin Ardı’nda erkeklik, otorite ve ötekilik gibi meseleler insan doğasına teşmil edilebilecek şekilde bir soyutlama içerisinde veriliyor. Hikayenin zamansız ve mekansız kuruluşu filmin neoliberal bir vaazdan ibaret olan tezine “kutsal metin” efekti veriyor. Benzer şekilde tarihsellikten uzak anlatısıyla Abluka da politik bir meselden öteye gidemiyor. Kız Kardeşler’de ise politik yük azalırken karakterlerin kadın olması hasebiyle pozitif bir ayrımcılık ortaya çıkıyor. Bu da filmi dümdüz bir şekilde masalsı hale getiriyor. Yönetmenin filmleri Türkiye’yi mekan olarak kullansa da ülkenin toplumsal ve tarihsel meselelerine dair en ufak bir ilgi göstermiyor. Bunun ötesinde karakterlere yönelik bir nefret seziliyor. Yönetmenin en kişisel filmi olan Tepenin Ardı’nda bu nefret daha yoğunken zamanla azalıyor. Bu da ilginç bir şekilde filmleri daha ruhsuz hale getiriyor. Alef’te mesela iki komiser karakter artık nefret bile olsa bir duygu yaratmaktan uzak yürüyen klişeler haline geliyor. Dizinin karakter derinliği yaratamaması bu açıdan senaryo zafiyetinin ötesinde yönetmenin duygusal motivasyonunun tükenişini ifade ediyor daha çok.

Alef’in aşırı derecedeki içeriksizliğini, karakterlerinin şematikliğini ve konuları ele alışındaki zihinselliği anlayabilmek için yakın bir zamanda aynı platformda yayımlanan Bozkır’la karşılaştırmak mümkün. Bozkır’da sadece bir süsleme düzeyinde yer kaplayan Sinan Demirer’in oynadığı Ziya karakteri bile Alef’teki başkarakterlerden çok daha derinlikli bir karakter. Bozkır’ın ele aldığı coğrafyayı insanıyla ve topolojisiyle kanlı canlı ortaya seren derinlikli hikayesinin yanında Alef görsellikten ibaret ersatz bir anlatı olarak kalıyor. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için iki dizinin yaratıcılarının hayat hikayelerini kazıyınca toplumla ilişki kurma biçimi farklı iki entelektüel portresiyle karşılaşıyoruz. Alef’in yönetmeni de Bozkır’ın asıl yaratıcısı olan senaristi de akademisyen kökenli. Alef’in yönetmeni hala akademisyen. Bir bakıma filmleri de akademisyenliğin korunaklı ve izole bakışını yansıtıyor. Bozkır’ın senaristi ise hayatının bir evresinde akademisyenlikten “kurtuluyor”. Editörlük ve senaristlik yaparak hayatını kazanıyor ve bir bakıma hayatın içinden yazıyor. İlkinin doktora tezinin başlığında “küresel bir perspektif” lafzı geçiyor. İkincisinin ise Ankara’ya özel bir ilgisi var. Özellikle şehrin tarihine yönelik.

Politik evrenselcilik

Yani Alef’teki şematizmin altında politik bir evrenselcilik yatarken Bozkır’ın topluma dair gelişkin vukufiyeti coğrafyaya ve tarihe dair bir ilginin ürünü. Yine mevzubahis tezlerdeki dönem seçimi de açıklayıcı. Yönetmen politik açıdan hareketli olan 1960’lı yılları öğrenci hareketleri bağlamında ele alırken Senarist Cumhuriyetin Büluğ Çağı adıyla kitaplaşacak tezinde kültürel konumlanışların henüz katılaşmadığı 1945-1950 arasını gündelik yaşama odaklanarak ele alıyor. Yani Yönetmen politika merkezli düşünürken Senarist kültür merkezli düşünüyor. Senaristin mizah dergiciliğine kadar uzanan bir popüler kültür ilgisi söz konusuyken Yönetmen’de üniversite yıllarındaki sosyalleşmesinden artakalan bir popüler kültür karşıtlığı söz konusu. Bozkır’ın samimiyetine karşın Alef’in yapıntılığının böyle bir arka planı var.

 

[email protected]