Allah düşmana vermesin

Dr. Hülya Bulut / Yazar
10.02.2023

Paris'te yayınlanan Charlie Hebdo'nun 'Türkiye'de deprem. Tank yollamaya bile gerek yok!' ifadeleri, aslında saklayamadıkları bir duygunun dışavurumu. Halbuki biz Türkler, felaket ve acı büyük olduğunda hasımdan bile sakınır ve şöyle deriz: Allah düşman başına vermesin.


Allah düşmana vermesin

Her şeyden önce Cenab-ın Hakk'ın hikmetinden sual olunmayacağını ve kadere imanımızın tam olduğunu belirterek depremlerde yaşamını yitiren ümmet-i Muhammed'e, tüm vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır ve milletimize başsağlığı diliyorum. Toplum olarak bir özelliğimiz var. Hangi krizi yaşarsak, hemen o krizin uzmanı kesiliveriyoruz. Mesela döviz yükseldiğinde ekonomist, pandemide doktor, emeklilikte sosyal güvenlik uzmanı, zelzelede sismolog oluyoruz hemen. Ama, gelin hep birlikte ömrünü deprem araştırmalarına ve bu alandaki çalışmalara adamış farklı bilim insanlarının görüşlerine tekrar göz atalım.

Nükleer saldırı gibi

Türkiye; Batı Anadolu, Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fay hatları üstünde yer alıyor. Ülkemizin son yüz yılda yaşadığı üç büyük deprem sırasıyla 1939 Erzincan depremi (7,9) ve Kahramanmaraş-Pazarcık (7,7) ile Kahramanmaraş-Elbistan (7,6) ikiz depremleri. Yaşadığımız son depremler, çoğumuzun hatırladığı 1999'da gerçekleşen 7,4 büyüklüğündeki depremden daha büyük. Yani 4 kat daha fazla enerjiye sahip. 1999 depremi sadece Marmara Bölgesini etkisi altına alırken, bu son iki deprem ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi dışında İskenderun Körfezi'ni yani Hatay ve Adana'yı da etkisi altına aldı.Etkileri 10 şehir ve 110 bin kilometrekare gibi son derece geniş alana yayılan bu depremler ile kimi uzmanlara göre 500 yıllık, kimilerine göre ise 600-700 yıllık stresler boşaltılmış oldu. Yerçekiminin 2 katına denk gelen enerjiler açığa çıktı. Bu depremler, Hiroşima'yı yerle bir eden atom bombalarında olduğu yine kimi uzmanlara göre 300, kimilerine göre de 550 atom bombasına denk gelen bir güce ve 5 milyon 350 bin top dinamit patlamasına eşdeğer bir tesire sahip.

Tam bir katastrofik felaket

Uluslararası alanda deprem konusunda uzmanlaşmış isimlerden biri olan İtalyan Ulusal Jeofizik ve Volkanoloji Enstitüsü'nün Başkanı Carlo Doglioni diyor ki: Fay hattının bulunduğu Anadolu levhası Arap levhasına göre kuzeydoğu-güneybatı yönünde en az üç metre hareket etti. Sanki Türkiye hareket etti! Sadece 30-40 saniyede gerçekleşen bu yer hareketi, bölgede tarih boyunca yaşanan en yıkıcı sismik hareketlilik.

Japon Profesör Shinji Toda ise şunları söylüyor: Türkiye'nin yaşadığı 7,7 ve 7,6 şiddetindeki ikiz depremler dünyanın en büyük iç depremleri. Bu sarsıntı şiddetleri, Japonya Hükumetinin 2 gün sonra yardım ulaştırabildiği 7,2'lik Büyük Hanşin Depremi ile kıyaslanamaz bile. Bundan en az 10 kat daha güçlü. Hatta dünyanın en büyük kara depremi.

Yaşadığımız bu ikiz depremler risk yönetiminde 'en kötü senaryo' olarak bilinen olası en kötü durumların, ne yazık ki tüm negatif yönlerine sahip: (1) son derece güçlü yıkım gücüne, (2) peş peşe açığa çıkan yer hareketlerine, (3) fayların zemine yakın mesafede kırılmasına, (4) geniş alanları etkilemesine, (5) insanları evde ve uykuda oldukları bir zamanda yakalamasına, (6) hava şartlarının son derece elverişsiz olduğu bir mevsimde gerçekleşmesine.

Dolayısıyla, risk yönetiminin önemli bir bileşeni olan risk-etki analizleri odağından bakıldığında durumun büyüklüğü görülmekte. Arama-kurtarma faaliyetleri başta olmak üzere, akaryakıt, elektrik, doğalgaz gibi enerjiden tutun da, giyim, gıda, sağlık, güvenlik, savunma, ulaşım, barınma gibi fonksiyonları da kapsayan geniş bir yelpaze aynı anda etkilenmiş durumda.

İşte bu nedenlerden dolayı tam manasıyla katastrofik bir felaket (a catastrophic disaster) ile karşı karşıyayız. Katastrofik olaylar ölçeğinde değerlendirilen bu depremler sonucunda oluşan can kayıpları ve hasarların, katastrofik tsunamilerde, sellerde ve yangınlarda gerçekleşenlerden geri kalır yanı yok.

Yalnız mücadele mümkün değil

Ne yazık ki, dünyanın neresinde, hangi gelişmiş ülkesinde olursa olsun, bu tarz katastrofik felaketlere maruz kalan hiçbir ülkenin tek başına böyle devasal bir durumla mücadele etmesi söz konusu değil. Ne arama kurtarma çalışmaları bakımından, ne de ekonomik bakımdan. Bu nedenle bize de 70 ülkeden ve 14 uluslararası yardım kuruluşundan yardım teklifi yapıldı.

Yeri gelmişken reasüransın önemini de vurgulamak isterim. Hemen her ülkenin deprem, yangın, sel, trafik ...gibi branşlarda teminat veren sigorta sektörü vardır. Reasürans en yalın hali ile sigorta şirketlerinin de sigortalanması anlamına geliyor. Bir finans ve risk yönetim tekniği olarak reasürans, ülkelerin olası katastrofik hasarlarının en kısa zamanda ve en doğru şekilde finanse edilmesi için de son derece önemli bir mekanizma.

Bu bakımdan, her ne kadar GSMH'mıza oranlandığında prim gelirleri düşük seyretmiş olsa da, Türk sigorta sektörümüzün uluslararası reasürans piyasalarının doğal bir parçası olduğunu belirtmek gerekir. Türk sigortacılık sektörünün önde gelen isimleri diyor ki; İlgili reasürans anlaşmaları kapsamında Türkiye'nin yedek akçesi olarak nitelendirilebilecek deprem fon tutarı DASK hariç 8-10 milyar Euro civarında.

Fayda peşinde koşmak

Biz ne zaman toplum olarak bir olumsuzluk yaşasak, bazılarımız bunu hemen kendisi için bir fırsata çevirme derdinde. Bu durum, kavga-dövüş, yağmalama, hırsızlık, fahiş fiyatlama, karaborsacılık gibi ahlak odaklı sosyal ve ekonomik sorunları da beraberinde getirebiliyor. Bazen de olayın bizzat kendisi acımazsızca siyasete alet edilebiliyor.

Mesela Kılıçdaroğlu, çocukça bir duyguyla 'daha uslu olursa daha fazla kabul göreceği' düşüncesinden hareket etmiş olmalı ki, AFAD'dan kibarca randevu alırsa AFAD'ı adeta daha kolay basabileceğini düşünmüş gibi! Aslında çok da şaşırmamalı. Hani, son zamanlarda hep birlikte şahit olduk ya; Almanya'da iken hiç vakit kaybetmeden Kılıçdaroğlu'nun arkasından iş çeviren Akşener ve İmamoğlu da yine güle oynaya, abla kardeş birbirleriyle yarışmışlardı. Deprem yerinde yaptığı 'ziyaretlerde' Muharrem İnce de aynı faydanın peşinde koşmaktan geri kalmadı.

Ama, bir tek altılı/yedili masa mı? Elbette hayır! Altılı masayı destekleyen bazı gazeteci, yazar, akademisyen, sivil toplumcu, sanatçı...da bilgi kirliliği ve dezenformasyon gibi yollarla gereksiz gündem yaratarak, halkı lüzumsuz gerginliğe ve tedirginliğe yöneltmeye çalıştı. Mesela, beni en çok etkileyen olaylardan biri de, bu kesimden bazılarının enkaz altında hayatını kaybeden vatandaşlarımızın fotoğraflarını hiç elleri titremeden servis etmeleri oldu.

İlla günah keçisi

Ayrıca yine bu kesimden bazılarının da günah keçisi ilan etme motivasyonları öyle yoğun ve yüksekti ki, objektif ve güvenilir analizler yapılmasına fırsat bile vermeden yine kendi görüşlerini dayatmak istediler. Okuduğum Japonya gibi spesifik bir ülke üzerinden coğrafyanın kader olmadığı yönündeki telkin, dikkatimi çekti. Doğrusunu söylemek gerekirse bana iyi niyetli gelmedi. Nedenini açıklamaya çalışayım:

Ufuk Batum hocamız hep söyler, benim de kulağıma küpedir: 'Her ülke kendisine benzer!'. Her ülkenin inancı, kültürü, davranış kalıpları, gelir dağılımları, karakteristik yapısı, tepkileri vs. farklıdır. Dolayısıyla böyle tek tipleştirme üzerinden ülkelere yönelik çıkarımlar yapmak sosyo politik ve sosyo ekonomik yönleri itibarıyla ne etik, ne de gerçekçi.

'Coğrafya kader değildir' mottosuyla örnek gösterilen Japonya'da, yaşanan en yıkıcı depremlerden biri de 6,9 şiddetindeki Kobe depremiydi. Bu depremde, 400 bin civarında bina kullanılamaz hale gelmiş, can kaybı ve bulunamayan kişi sayısı 6 bini aşmıştı. Yardım ekipleri ise bölgeye ancak iki gün sonra ulaşabilmişti.

Coğrafyası, Japonya'nın kaderinin bir parçası değil! Öyle mi?

O halde soralım:

-Bir takımada ülkesi olan Japonya ile dört tarafı denizlerle çevrili yarımada ülkesi olan Türkiye'nin jeo-stratejik konumları ve riskleri aynı mı?

-ABD, AB ve diğer Batı ülkeleri tarafından desteklenen terörle, yıllardır en ağır şekilde mücadele etmek zorunda kalan Türkiye'nin, savunma harcamaları için plase ettiği bütçenin GSMH içindeki payı ile Japonya'nınkiyle aynı olabilir mi?

-Gelir, harcama ve yatırımdan oluşan GSMH'ların teknik anlamda tamamlayıcı bir parçası olan devlet bütçeleri, kaynak tahsisleri ve önceliklendirmeleri itibarıyla her ülkede aynı şekilde uygulanabilir mi?

Kabul edin. Hem iyi niyetli değilsiniz, hem de holistik/bütüncül bir bakış açısına sahip değilsiniz.

Ümidin ardında...

Fransız Charlie Hebdo'nun karikatürü de deprem acısını yaşadığımız, yaralarımızı sarmaya çalıştığımız şu günlerde gündemimiz oldu. Fransızca: 'Türkiye'de deprem. Tank yollamaya bile gerek yok!' ifadeleri ile yayımlanan bu karikatürle o özendiğiniz, yere göğe sığdıramadığınız Paris ruhunun iç yüzünü de biz vurgulamış, bir kere daha gözler önüne sermiş olalım.

Halbuki biz Türkler durum ve koşullar ne olursa olsun dua ederken bile 'Allah düşmanımın başına vermesin' diyebilecek kadar diğerkam bir milletiz.

Evet gözlerimizde yaş var. Evet yüreğimizde ateş var. Ama, gün birlik ve beraberlik günü. Gün paylaşma ve yardımlaşma günü. Gün inancımız gereğini yapma günü...

O yüzden dilimizden 'La ilahe illallah' da, 'Allah-u Ekber' de hiç düşmeyecek.

Çünkü gayet iyi biliyoruz ki;

Ümitsizliğin ardında nice ümitler var.

Karanlığın ardında nice güneşler var.

(Hz.Mevlana)

[email protected]