Allah'a iman, aklın mı iradenin mi fiilidir?

Dr. Mehmet Ödemiş / Yazar
25.06.2021

Modern bilimin sınırlı metotlarıyla ve bozuma uğramış aklıyla Allah'ı bilmek mümkün değilse inanmak, aklın değil; iradenin fiilidir cümlesi haklılık kazanabilir. İslam'da Allah'a yönelik metafizik kulluk, dünya hayatındaki gerçek özgürlüğün manevi kalkanı kabul edilir. Öte yandan tüm dinler, iradeyi işe koşanın akıl oluşundan hareketle aklı, imanın ön şartları arasında sayar.


Allah'a iman, aklın mı iradenin mi fiilidir?

Bu mecrada en son yazdığımız "Aklı Bilimle Vaftiz Etmek" başlıklı yazıda, vaftiz kelimesini kullanmamıza bir okurumuz itiraz etti. Vaftiz, Hıristiyanlığın temel inançlarından biriydi ve onu başlığa taşımak, bir tür misyonerliğe işiydi. Bu bahse şu açıklamayla bir şerh düşerek başlamak ve her geçen gün dinsizleşen; bu yüzden de tinsizleşen bir dünyada dinin öneminden biraz bahsetmek isterim.

Doğrusu vaftiz sözcüğünü bir ironi ve istiare kastıyla kullanmıştım. Zira Hıristiyanlıktan koşumlarını koparan modern natüralist bilim, keşke hayata yolun başında her biri birer Hıristiyan olan Descartes kadar tinsel, Newton kadar kutsal, Galilei kadar bütüncül bakabilseydi. Elde ettiği her veriyi kutsalla kavga etmek için kullanmasaydı. En azından âdemoğlunun içinde bir türlü bitmek bilmeyen fizik ile metafizik, numen ile fenomen, tin ile ten kavgasında daha barışçıl bir iç ve dolayısıyla dış dünya için çalışabilseydi. Maneviyatla barışık olmayı hiç olmazsa aklından geçiren bir bilim hayal etmek çok mu safdillik olurdu?! Doğanın altını üstüne getirerek karşılaştığı onca veriyi, birer ayet (ilahî delil) olarak kabul etmese de Hakk'ın ve hakikatin yokluğuna yormak için akıl teri dökmeyen bir bilim ummak garip mi kaçardı?! Müslümanca bakamıyorsa en azından Ehl-i Kitap gibi bakabilse fena mı olurdu?! Kur'an, kitap ehlini kafire yeğ tutmaz mı?

Tırnak içinden paranteze

Modern çağın insan tanımı ve insanlığa sunduğu teklifle karşılaştırıldığında, başta semavi dinler olmak üzere tüm dinlerin; insanı varlıklar aleminde tırnak içine alan, seçilmişliğini ve niteliklerini öne çıkaran bir içeriğe sahip olduğu bilinmektedir. Semavi dinler, insanı arzın efendisi (İslam literatüründe halife) şeklinde tarif ederler. Beşerî dinlerde de insan hakkında benzer yaklaşımlar vardır. Neredeyse bütün dinlerin insanı benzer şekillerde tarif etmesi, zamanla kaynaktan uzaklaşsalar ve uzaklaştıkları ölçüde başkalaşsalar da tüm dinlerin aynı ortak kaynaktan neşet ettiği teorisinin argümanlarından biri olarak dillendirilir. Bu durumu, insanın kendine değer vermesiyle, öneminin ve yeteneklerinin farkına varmasıyla ya da insan egosantrizmiyle açıklamak açıkça kolaycılık olacaktır.

Örneğin Kur'an, yolunu şaşıran insanın olumsuz özelliklerine dikkat çekse de iman edip salih amel işleyenleri, fıtratına sadık kalarak yaşayanları seçkinler sınıfında değerlendirir. Sorumlulukla beraber yetki verilen insan, akletme ve özgür irade gibi ayırt edici niteliklerle donatılmıştır. Hem ilk yaratılıştaki ontolojik hiyerarşiyle hem de sonrasında kendisine hamledilen manayla bu durum kayıt altına alınmıştır.

Başta ilahî dinler olmak üzere geniş kitleler tarafından benimsenmiş bütün dinler, insanı evrenin merkezine koyarak yüceltirken modern düşünceye epistemik sufleyi veren isimlerden biri sayılan Darwin ile birlikte sıradan bir canlı mesabesine indirgeme eğilimi hız kazanmıştır. Bu paradigmada insan, determinist süreçlerin sıradan bir nesnesine indirgenmektedir. Materyalist ve natüralist felsefenin yön verdiği bilim anlayışıyla birlikte adeta bir larva ile eşitlenen insan, şans eseri meydana gelen bir varlık olarak anlamını kaybetmiştir. Anlamsal anlağın yerini yavaş yavaş saçmalığa ve boşluğa terk ettiği bu vetirede insan, Tanrısıyla birlikte kendini de yitirmiştir. İnsanın semavi tarifinin tahrifiyle birlikte Tanrı inancı ve maneviyat da değişime uğramış, zamanla nihilizmin karanlığı ufukları karartmıştır. İnsan kendi kendini bir paranteze sıkıştırıp hapsetmiştir.

Ahsen-i takvim

İslâm başta olmak üzere dinlerin evrende özel bir yere koyduğu, "ahsen-i takvim" oluşuna dikkat çektiği, Tanrı'nın ellerinde şekillenmekle övdüğü, O'nun ruhunu taşımakla methettiği; akıl, düşünme, üretme/yaratma kabiliyeti ile imtiyazlı kıldığı özne varlık; canlılar dünyasında sıradan, çok hücreli ve omurgalı bir varlığa indirgenmiştir. Dinler tarafından canlılar aleminde haklı nitelikleri nedeniyle seçkin kabul edilen bir türün tahfif edilmesi, ontolojik ve yıkıcı bir saldırıya karşılık gelmektedir. Bu paradigma değişikliğinin, etik ve hukuk başta olmak üzere beşerî bilimlerin çoğunda değişikliklere yol açtığı aşikardır. Bugün hâlâ aşkın metafiziği kaybettiği için dünya girdabından çıkamayan âdemoğlu, çağcıl ideolojiler üzerinden yeni metafizikler inşa ederek "new age anlam haritaları" inşa etme arayışını sürdürmektedir.

Ontolojik mana

Dinler, insan hayatını dolduran maddi-manevi her türlü olgunun kaynağıdır. Bu noktada en önemli husus, insan tanımlarında odaklanır. Zira insanın tanımına bağlı olarak onun ilişki kurduğu Tanrı, öteki ve doğayla ilgili içerik belirlenmektedir. Mezkûr münasebetler üzerinden yapılacak okumalar, dinler ve kendini din yerine ikame etmeye çalışan kurumlar arasındaki farkın kavranmasını sağlayacaktır.

İnsan, kendi hakkında sorduğu pek çok sorunun yanıtını dinde bulur. Anlam buhranından çıkmak için sorduğu ontolojik soruların cevabını yine inanç dünyasında arar. Bunlar içerisinde en önemlisi Allah'a imandır. Peki, Allah'a iman, aklın mı iradenin mi fiilidir? Modern bilimin sınırlı metotlarıyla ve bozuma uğramış aklıyla Allah'ı bilmek mümkün değilse inanmak, aklın değil; iradenin fiilidir cümlesi haklılık kazanabilir. İslam'da Allah'a yönelik metafizik kulluk, dünya hayatındaki gerçek özgürlüğün manevi kalkanı kabul edilir. Öte yandan tüm dinler, iradeyi işe koşanın akıl oluşundan hareketle aklı, imanın ön şartları arasında sayar. Kuşkusuz dinlerin insan tekine sağladığı en önemli faydalardan biri, iradenin kontrolünde müşahede edilir. Otokontrol mekanizmasının işlevselliği, davranışların takibi ve sağlıklı kararların verilmesinde kritik önemi haizdir. Dindar bir insan; aşkın bir Tanrı tarafından sürekli izlendiğini, yaptığı her şeyin kayıt altına alındığını, bir gün neden olduklarının ve olmadıklarının hesabını vereceğini bilerek hareket eder. Öyle ki sadece inancın değil hayatın merkezine yerleşen bu müteal varlık; en derinlerde sakladıklarınızı, ajandanıza yazmayıp aklınızdan geçirdiklerinizi dahi bilmekte ve sizi sizden daha iyi tanımaktadır. Herhangi bir yöntemle kandırılması ise mümkün değildir. İslam'ın kutlu peygamberi, kendisine "Din nedir?" diye sorulduğunda "Yalnızken yaptıklarınızdır." diye cevaplayarak bu hususa dikkat çekmek istemiştir ki bu cevap tek kelimeyle muhteşemdir ve ancak peygamberî bir akıl ve irfandan sadır olabilir.

Eleştiri neye/kime?

Çoğu anti-teist, tarihe bakıldığında dinlerin pek çok kan ve göz yaşının nedeni olduğunu ileri sürerek din olgusunu; insanlığın başına gelmiş en büyük felaketmiş gibi tanıtır. Oysa bu değerlendirme, gereğinden fazla abartılı ve haksızdır. "Tanrı adına dökülen kanlar şeytan adına dökülen kanlardan fazladır." ezberi, fazlasıyla yüzeysel ve bilimsellikten uzaktır. En başta unutulmaması gereken husus, tarihsel dinlerin Tanrı'dan çok insan ürünü olduğudur. Beşerî dinler, kaynağı itibariyle baştan sona insani nitelik taşır. İnsanlığın hayrına serdedilen buyrukları ve tavsiyeleri -birer ilahî hikmet niteliğinde olanlar bile- nihayetinde insan zihninin ürünüdür. Semavi dinlere baktığımızda da farklı bir tabloyla karşılaşmayız. Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın ne kadarı Musa peygambere indirilendir? Musevilerin elinden düşürmediği Talmud'un menşei nedir? İncil'in yazarları, doğrudan vahye muhatap olmuş kişiler midir? Her biri Hz. İsa'dan öğrendiklerini, duyduklarını ve İsevilik hakkındaki yorumlarını din olarak kitaplaştırmış değil midir?

Bunlar içerisinde vahyî metni bozulmadan korunduğu için ayrı değerlendirilmesi gereken tek din İslam'dır. Kısmen beşerî bir faktör olarak değerlendirilecek kurucu unsursa sünnettir. Sünnet, göksel olanın yere indirgenmesi deneyimidir ki Allah Resulü yürüyen Kur'an olarak nitelenmiştir. Eğer din anlayışınızda sünnet, vahy-i gayr-i metluv şeklinde değerlendirilmiyorsa dinin inşasındaki beşerî faktörü belirli ölçüde benimsemişsiniz demektir. Çünkü Müslümanlar bu konuda ittifak halinde değildir.

Kültürel, tarihsel, siyasal, coğrafi çeşitli sebeplerle ortaya çıkan mezhepler ve dinî yorumlar da dinin teşekkülünde, beşerî unsurdan bir diğerini teşkil eder. Bugün pek çok insan dinini, bir mezhep imamının fetvalarına göre yaşar ve bu, nihayetinde dinin temel kaynağı olan Kur'an ve Sünnet ile inancını kolayca yaşamak isteyen insanlar arasında bir araçsallık meydana getirir. Bu cümleler, mezheplerin olumsuzlanması anlamına gelmemelidir; aksine tüm başkaca niyetlerden müstağni olarak Allah'ın dinini daha iyi anlayıp bunu insanlara ulaştırma gayretindeki her düşünsel çaba, tartışmasız bir şekilde değerlidir.

Aynı perspektifte mütefekkirlerimiz de giriştikleri entelektüel çabanın temelde bir anlama çabası olduğu şuuruyla hareket etmişler ve yazdıkları kitapların sonunda "Doğrusunu Allah bilir." ibaresine yer vererek dile getirdikleri görüşlerin, ilgili nastan kendi anladıkları olduğunu vurgulamışlardır. Kısacası yaşanan dinin anlaşılması ve formüle edilmesinde insan zihni/aklı her zaman devrede olmuştur ve herkes kendi yorumunu hakikat belleyip ona sıkıca sarılmıştır. Haddizatında bu, dinin rahmet olmasının yollarından biridir. Benzer şekilde ilhamını dinî referanslardan alan kültür ve gelenek de bu analizde önemlidir zira bazen tarihsel insanın ürünü konumundaki gelenek, dinin önüne geçen hatta üstünü örten bir rol oynayabilmektedir. Öyleyse karşıtları tarafından çoğu zaman haksız bir şekilde eleştirilen din, hangi dindir? İlahî buyruklar içerisinde emredilen fakat insanlar için zararlı, yasaklanan fakat insana yararlı bir örnek var mıdır? Sağduyuyla incelendiğinde, dinin insan elinde dönüştüğü olgudan yola çıkarak onu eleştirmenin hakkaniyet içermediği anlaşılacaktır. Anakronik butlana düşmemek için dinî hadiseleri, kendi tarihsel koşulları içerisinde fehmetmek zorunludur.

İnsan kalabilmek

Müesses dinler hakkında dile getirilebilecek pek çok eleştiriye rağmen bilhassa manevi disiplinler, insanın psikolojik açıdan ayakta kalmasını sağlayan bir özelliğe sahiptir. Dinin orijinalitesinin korunması "insan kalabilmek" bakımından çok değerlidir. Çünkü dilimiz sürçtüğünde, ayağımız kaydığında veya aklımız şaştığında, istikametimizi tayin edebilmek için tek pusula oradadır. Yine de tahrif olmuş bir din bile -vicdandan kopmadığı sürece-ateizmin ve anti-teizmin savruk zihniyetine kıyasen insanı ve insani olanı korumada; yeni kurucu değerler geliştirmede daha muteber bir ilham kaynağıdır. Vahyin kırıntısı bile sıkışıp kaldığımız karanlık bir mağarada sızan ışık gibidir.

[email protected]