Alman ekstazından entegrasyon yorgunluğuna

Asım Öz / Yazar
28.07.2018

Mesut Özil’in siyasi olmama adına uzun zaman kamuoyuna yansıtmadığı hissiyatı geçen hafta aşikâr oldu. Başka bir ifadeyle, maruz kalınan durumu kulağa hoş gelen basmakalıp “entegrasyon iyi, entegrasyon önemli” sözleriyle yatıştırmak mümkün değil. Bu yüzden tehlikeli bir krizin eşiğinde Avrupa’daki göçmen nefretiyle İslâm karşıtlığı arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek gerekiyor.


Alman ekstazından entegrasyon yorgunluğuna

Küreselleşme dalgasıyla kozmopolit bir biz duygusunun oluşturulması gerektiğine dair sözler Avrupalı elitlerce sıklıkla dile getirildi. Ne var ki, Batı’daki yeni nihilizme güç kazandıran İslâm karşıtlığı, göçmen politikaları ve mültecilerle birlikte riskler de günden güne arttı; riskler yükseldikçe küreselleşeceği düşünülen biz duygusu yerli, ulusal, mezhebi yönlere belki de “hakikatine” döndü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki devlet şablonu kültürler savaşının yumuşak ve sert mantığıyla tahkim edilir hale geldi. Avrupa’da şu ya da bu olay üzerine günden güne tırmanan ve kitlesellik kazanan tartışmaları aslında bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Aşırı kolaycılığı bir yana bırakırsak Simon Critchley’in de dikkat çektiği üzere günümüz Avrupası’ndaki ister liberal, ister solcu olsun bir tür mesiyanik “futbol kozmopolitanizminin” inşasıyla popülist sağın yükselişi arasındaki tezat incelenmeye değer.

Batı’nın içinde bir başka Batı

Bunu Mesut Özil portresine odaklanarak genişletmek mümkün. Özil, kendisiyle ilgili tartışmalarda özel bir boyut açan Londra’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la çektirdiği fotoğraftan yıllar önce de ikinci sınıf insan muamelesi gördü.  Bunun şimdi ayyuka çıkması ise Almanya özelindeki “büyük gerilemenin” bir parçası. Almanya’da başarılı olan ve sağ popülist kategorisinde değerlendirilen AfD’nin öteden beri Özil hakkındaki tartışmalara dâhil olma biçimi kasvetli manzaraya bir nebze de olsa ışık tutuyor. Şu önemli şerhi de düşmek lazım: Oyuncunun “kötü performansı”nı dahi Erdoğan’la izah eden sol cenahın yaşadığı akıl tutulması ise geleneksel analiz alışkanlıklarıyla, siyasal/sosyal alandaki başlıca olumsuzlukların sadece sağa hamledilmesi şeklindeki konformizmin terk edilmesinin zamanının geldiğini gösteriyor aslına bakılırsa. Hâlbuki Özil’in de dikkat çektiği gibi futbolcuların hayatında öyle günler olur ki, ayakları topu kontrolsüzce bir oraya bir buraya savuran bir tilt makinesini andırır. Anlaşılan o ki Avrupa’nın içinde bir başka Avrupa, bir başka Batı var… Ortaya çıkan görüntünün arkasındaki Avrupa iki dünya savaşı arasındaki faşist rejimleri besleyen, emperyalist güdüleri destekleyen vahşiliğe de kapı aralayacak nitelikte. Belki de bugün görünür hale gelen olaylar, Suriyeli mültecilerle alevlenen yabancı düşmanlığının artan şiddetinin de habercisi.

Güç savaşları ve politika

Alman medyası, en azından bir kısmı uzun yıllar Mesut Özil’i “örnek göçmen” diye niteledi; ne zaman göçmenlik yahut mültecilik ve diaspora bahsi çıksa Özil’in adı mutlaka haberlerde ve yorumlarda yer aldı.  Buna bir de siyasilerin, Almanya’ya harika beceriler katanlara tüm fırsatların sunulduğu şeklindeki açıklamaları da eklenince Özil, kendine rağmen “siyasi bir figür” haline geldi. Dolayısıyla driplingler, verkaçlar, ikili mücadeleler, asistler ve goller kadar etrafındaki siyasi demeçler kıyasıya çarpıştı. Hal böyle olunca şaşırtıcı bir şekilde “futbol poetikası”ndan ziyade futbol politikasının müzakere edildiği bir figür oldu. Göç meselesiyle bağlantılı bu gündem aynı zamanda onun “Ne kadar Alman?” olduğu şeklindeki bir soruyla başlayan Alman yorgunluğunu da başlattı. Tercihinin yankılarının Türkiye safahatı ise ayrıca ele alınmalı. Olumlu ve olumsuz açıklamalar çift kale maç yapınca müsabaka uzatmalara gitti. Öyle ki Amerikalılar bile tartışmaya dâhil oldu; onun Almanlığının tartışılamayacağının altını ısrarla çizdiler. Ne ki, Özil’in gramer bakımından Almanca tek hatasız cümle bile kuramadığına dikkat kesilen “kültür savaşçıları” onun başarıya ulaşmış entegrasyona örnek gösterilemeyeceğini vurguladılar. Sınırsız oynama arzusuyla dolu Mesut Özil ise, siyasi bir figür haline gelmek istemediği için bu tartışmaları uzun zaman görmezden gelmeyi tercih etti. Çünkü insanın aynı anda rahatlıkla iki kültürün parçası olabileceğini dahası bununla gurur duyabileceği görüşünü doğru buluyordu. Üstelik Schalke günlerinde futbol becerileriyle her şeyin, her zaman çözülemeyeceğini öğrenmiş olmasına rağmen bu tutumundan vazgeçmedi. Fakat kendisi göçmenlere karşı huruç hazırlayan kesimler için “simge” olarak seçilip, siyasallaştırılmıştı bir kere. Anlaşılan o ki Mesut Özil sadece Alman olmamasıyla değil İslâm, Türk düşmanlığının, mülteci karşıtlığının sembol ismi olmasıyla, dahli olsun olmasın her tartışmanın öznesi olacak.

Futbolla ilgilenen Almanlar, Mesut Özil adını millî takımlarının değişmez bir sütunu gördükleri için ona her açıdan saygı duyduklarını çeşitli vesilelerle açıkladı, açıklıyor. Gelgelelim Özil, Almanya’nın dünya kupasını kazanmasının ardından sahadaki kendine özgü oyunundan daha çok kültürel aidiyetini aşikâr kılan sosyal medya paylaşımları ile gündeme geldi. Zihinlere sıkıntılı ve sıkıntı çıkaran bir oyuncu olarak kazındı. Özil, twitter’ın getirdiği etkililikten hoşlandığından Kâbe’nin önünde çektirdiği bir fotoğrafını paylaşmıştı. Mensubiyetini gizlemenin anlamsız olduğunu bilerek #Mecca#HolyCity#Islam#Pray#Saudi Arabi etiketlerine yer verdiği fotoğrafı iki milyonun üzerinde kişi beğendi. Onun Kâbe ziyareti ve oradan attığı tweet bir anda Almanya’daki İslâm dolayısıyla sadakat tartışmalarını harladı. Basının da zaten arayıp bulamadığı bir şeydi bu. Stefan Kuzmany bu olayı Spiegel’de, “Kim 2014’te Dünya Kupası’nı kazanmış bu futbolcuyu alkışlarsa aynı zamanda İslâm’ın Almanya’nın bir parçası olup olmadığı sorusunu da, tıpkı Özil’in hac fotoğrafıyla yaptığı gibi cevaplamış olacak. İslâm elbette Almanya’nın bir parçasıdır. Zaten bunun aksi oldukça üzücü olur: Eğer ki Dünya Kupası’nı kazanmış ve inançlı bir insan olan Mesut Özil Almanya’nın bir parçası değilse biz de dünya şampiyonu değilizdir demektir.”  Entegrasyonun her zaman, 2014 Dünya Kupası yarıfinalinde Brezilya’yı 7-1 yendikleri maçtaki gibi olmasını uman Özil’in tweetini bir “tokat” olarak değerlendiren Tagesspiegel ise Avrupa’nın liberal çokluk temelli tümel tartışmalarını hatırlatırcasına “Özil’inki gibi bir fotoğraf, küresel bakış açısıyla inancın bir norm, inançsızlığın bir sapma olduğunu hatırlatıyor” diyerek mevzuya dâhil oldu.

Almanya’daki siyasilerin sağ popülist stratejilerini nasıl oluşturup sürdürdüğünün pek çok bakımdan en iyi örneği, AfD başkan yardımcısı Alexander Gauland. Kendisi gizleyip saklama gereği duymadan Spiegel’e yaptığı bir açıklamada Mesut Özil’in ziyaretinin “İslâm’ı Almanya’nın bir parçası olarak görmeyen bir parti için çok tuhaf” bulduğunu söyledi.

Alman sağ popülist argümanlarını yansıtan bu sözleri kınayan Özil ise otobiyografisinde de ısrarla altını çizdiği gibi siyaset dışı konumunu koruma hassasiyetiyle futbolcu kimliğini önde tutmaya çalıştı ama tartışmalar hep onun etrafında cereyan etti. Doğru, Özil’e Alman ırkçılarının yabancıları aşağılamak için kullandıkları kanake (ilkel insan) gibi sözlerle hiçbir zaman hakaret edilmedi. Ne var ki önce Teutonia Schalke’de, sonra da Falka Gelsenkirchen’de oynarken bunu aratmayan yabancı düşmanı tercihlerin nesnesi kılınması onu uzun süre etkiledi. İyi oynamasına karşın Schalke’nin genç takımlarına bir türlü alınmadı, kendisine şans verilmedi.  Onun yerine hep, kendisinden iyi olmamalarına rağmen adı Matthias, Markus veyahut Michael olan çocuklar seçildi. Henüz göçmen politikasına kafa yoracak yaşta olmayan Özil’in yabancı olduğu için takımlara seçilmediği hissiyatını babası da paylaşıyordu.

Sabırlı sabırsızlık

Şimdi başka göstergelere daha yakından bakalım: Mesut Özil, büyüdükçe ve başarılı bir futbolcu olma ihtimali belirince ayağına dolanan ismi ya da yabancılarla ilgili önyargılar olmadı sadece. Yoksul bir aileden gelmesi işini zorlaştırdı. Rot-WiessEssen’de oynarken, Schwarz-WeißEssen’e yedi gol atmasına rağmen bir sonraki maçta yedek kulübesinde oturdu. Başarısının cezalandırılması takım arkadaşlarından birinin babası sayesinde olur; takıma para yardımı yapması karşılığında oğlunun ilk on birde sahaya çıkarmayı başarmıştır çünkü. Elbette bu istisna, doğal bir şey haline gelmemiştir ama Özil’e Norbert Elgert’ten yıllar önce futbolcu olmak isteyen birinin karşılaştığı olumsuz bir olayla dünyasının başına yıkılmaması gerekir diye özetleyebileceğimiz “sabırlı sabırsızlık” dersinin başka bir versiyonunu öğretmiştir. Sonraki yıllarda her zaman Nasyonal sosyalizm eğilimli aşırı sağcı NPD’nin veya 2013’teki mülteci akınından sonra kurulan AfD’nin “O bir Türk, Almanya ile nasıl gurur duyabilir ki?” veya “Sadece nüfus cüzdanında Alman” şeklindeki aşağılayıcı sözlerinin hedefinde oldu. Kendisi ise Avrupa’daki tüm başarılı profesyoneller gibi bu tür küçümseyişleri Türk ya da Alman diye algılanmayı toptancı bir anlayış olarak gördüğünü belirterek savuşturmaya çalıştı. Kabul edelim ya da etmeyelim bu, elbette gönül okşayan ve anlaşılabilir bir sözdü ama pek işe yaramadı. Özil’in Alman millî takımını bıraktığını duyurduğu son sözleri ışığında geriye dönüp hayatının belli başlı dönemeçlerine baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Mesut Özil, Alman gibi düşündüğünü ispat etmek için sürekli teyakkuzda kalsa da ona hep Türk ve Müslüman olarak bakıldı. Almanların gözünde ismiyle değil varlığıyla da bir Türk idi. Zaten kendisi futbol hayatının düz bir hat üzerinde ilerlememesinin kökeniyle olan ilişkisini yıllar önce kavramıştı. Sonraki olaylar; sözgelimi 2012’de Alman milli marşını söylemediği için yaşanan şiddetli tartışmalar Alman yorgunluğunu arttırmıştı sadece.

Direnerek sesini yükseltmek

Mesut Özil’in coğrafi, kültürel anlamda farklı dünyaların buluştuğu bir yer olarak kavranan Almanya’da yaşadığı kaygıları, korkuları ve tedirginlikleri anlamak bakımından Alman millî takım teknik direktörü Joachim Löw’ün “Mesut sesi çok yüksek çıkan birisi değil” sözü anlamlı olabilir. Çünkü Özil’in hayatının değişik dönemlerine bakıldığında Kafka karakterlerini andıran çelişkilere, çatışmalara dahası arada kalmışlığın izlerine sık rastlanır. Minnetini dile getirmesi için büyük laflar etmesinin beklendiği hatta dayatıldığı anlara ışık tutan iç konuşmalarından Türkiye ile Almanya arasında verdiği karar sonrasındaki hafif karışık hislerine zemin hazırlayan husumetlere kadar onca durum var. Mesela otobiyografisinin bir yerinde dürüstçe Alman millî marşı çalınırken boş boş beklemek yerine dua ettiğini anlatır. Herhalde tüm bunları “Mesut Özil’in Melankolisi” adında lirik bir kitapçık kaleme alınırsa tam manasıyla kavrayabileceğiz.

Onun siyaset dışı kalmak şeklindeki tercihiyle de alakalı olan bu tutumu 2015’in Kasım ayında Ürdün’deki Arap dünyasının en büyük mülteci kampı Zaatari’yi ziyaretinde net bir biçimde görülür. Burada Özil, bir gazetecinin “Bütün Avrupa ülkelerinin mültecilerle ilgilenmesi gerekir” şeklinde bir demeç vermesi önerisini tereddüde düşmeden reddeder: “Manşetlere çıkacak sözler söylemek istemiyordum, tek istediğim, zor zamanlar geçiren bu çocuklara yardım etmekti. Fotoğraflarla konuya dikkat çekmekte ise bir sakınca görmedim.” Bunlar Özil’in hayat hikâyesinde o kadar baskındır ki göz ucuyla bakılsa bile maruz kaldığı her adaletsizlik karşısında onun hemen “Ah, neyse ne, ne bileyim” diyerek gerçek dünyaya dönme kararı almak zorunda kalışına şahit oluruz.

Bir ‘oyun kurucu’

Mesut Özil’in deklarasyon niteliğindeki açıklamasıyla “sessizliğini bozmasını” anlayabilmek için filozof Albert O. Hirscman’ın 1970’te ileri sürdüğü görüşlerine dönebiliriz. Değişik metinlerinde tutkular ve hırslar üzerinde de duran Hirscman, insanların devletler ve kurumlardaki zayıflamaya ya onlara sadık kalarak ya onları terk ederek ya da onlarla kalmalarına rağmen, düzeltme veya reform ümidiyle muhalefet ve şikâyetle yani ses yükselterek tepki verdiklerine dair harika bir analiz sunar.  Ekonomi temelli de olsa onun tezinin özgünlüğü davranışları kurumlarla bağlantılı bir şekilde ele almasındandır. Yaklaşımı “sıradan” insanların yaşadıkları hayal kırıklığı sonrasındaki müsamahalarını ne kadar ve hangi şartlar altında sürdürdüklerini anlamakta önemli bir adım oluşturmuştu. Hirscman’ın fikirleri bize, Özil’in Alman millî takımıyla ilgili kararının her şeyden önce bir terk ediş, bunun da her zaman sadakat ve sesini yükseltmekle bir bağlantısı olduğunu hatırlatıyor. Hirscman’ın bu terimleri kullanma şekli bize bugün nasıl yardımcı olabilir? Zor bir kararın ardından Alman millî takımını seçen Özil, sonra oldukça fazla insan tarafından desteklenen bırakma açıklamasıyla sesini yükseltti. Tıpkı özünde bir tartışma olan futbol gibi henüz neticeye bağlanmayan bu açıklama çeşitli biçimlerde kritik edildi. Özil, ilgili metni Almanca değil İngilizce kaleme alarak ne kadar iyi bir “oyun kurucu” olduğunu gösterdi. Malum futbol aynı zamanda bir taktik oyunu… Elbette bu futbolda bir türlü önüne geçilemeyen ırkçılık değirmenine su taşıyan mevcut Alman futbol federasyonundan kesilen ümitle de ilgili.

Buraya kadar artık iyice anlaşılmıştır sanırım: Almanya’nın entegrasyon politikası yeni gelişmelere gebe. Aslında iyi bir hayat sürme ve hayallerini gerçekleştirme şansı bulan Mesut Özil’in kimliğinden dolayı taşlanması sadece onunla sınırlı değil. Gerçekten hayran olduğu, kahramanı Zinédine Zidane veya bir zamanlar takım arkadaşı olan Kerim Benzama gibi isimler Avrupa’nın göbeğindeki dışlanmaya maruz kalmıştı. Mesut Özil’in siyasi olmama adına uzun zaman kamuoyuna yansıtmadığı hissiyatı geçen hafta aşikâr oldu. Başka bir ifadeyle, maruz kalınan durumu kulağa hoş gelen basmakalıp “entegrasyon iyi, entegrasyon önemli” sözleriyle yatıştırmak mümkün değil. Bu yüzden tehlikeli bir krizin eşiğinde Avrupa’daki göçmen nefretiyle İslâm karşıtlığı arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek gerekiyor. Daha da ileri gidip diyebiliriz ki, gelecek açık ve belirsiz her şey olabilir.

[email protected]