Almanya: Bir kış masalı

Selman Dilek / Yazar
27.12.2014

Halen Alman kimliği üzerine belirgin tartışmalar yapılamaz, entelektüel camiada İslam toplumun bir parçası olarak görülemezken, halkın doğal süreci içerisinde yabancıyı içselleştirmeden göçmenlerin topluma uyumu ve bağlılığı nasıl konu edinilebilir?


Almanya: Bir kış masalı
Fransa’da sürgünde kaleme aldığı “Almanya Bir Kış Masalı” (DeutschlandEinWintermärchen) şiirinde Heinrich Heine çıktığı seyahatte eşyalarını kontrol eden görevliye şöyle seslenir: “Aradığınız bavullarımda değil sersemler, aradığınız kafamdadır!” Kendi tabiriyle büyük bir şairdir, fakat en hazin ıstıraplara maruz kalmıştır; ne o içselleştirecek derecede Almanya’da bir anlam bulabilmektedir, ne de Almanya ona bir memleket duygusu verebilmektedir. Bu sebeptendir ki seyahate çıkmıştır ve Almanya ancak bir kış misaliyle tasvir edilebilecek durumdadır. 
 
Günümüz Almanya’sında göç kökenli şair ve yazarlar elbette toplumda Heine’den çok daha fazla kabul görmekteler. Fakat bu kabule göçmenleri eriştiren, dile gelmeyen ama sistem içerisinde oldukça açık gözlemlenebilen, köken değerlerle ilişkinin sorgulanması, geçmişle oldukça yakın benzerlikler taşımakta. Bu anlamda Sarrazin’in uyum kavramını batı merkezli bir kültür algısıyla okuyarak göçmen toplumları ayrıştırdığını hatırlayalım. Göçmenlerin eğitim hayatındaki başarısızlıklarını öne sürerek, harici bir kültüre mensubiyetin, batı değerleriyle bağdaşmadığı gibi “ilerlemeden” de bu toplumları yoksun bıraktığına inanıyordu. Avrupa’nın İslam tecrübesini ötekileştiren bu bakışı, Hans-Peter Raddatz, Henryk M. Broder örneklerinde olduğu gibi, Avrupa kültürünün Yahudi-Hıristiyan geleneği yahut Aydınlanma üzerine inşa olduğu düşüncesine dayanan İslam eleştirisi de destekliyor. Bu yaklaşımı, Heine’nin Yahudi kökenine yönelik dışlayıcı tutumdaki Avrupa algısının, benzeri bir neticesi olarak okumak mümkün. Bilhassa 11 Eylül sonrası Alman kamuoyundaki İslam tartışmalarının İslam’ın ne kadar Avrupalı olduğu ekseninde yürütülüyor olması da bir başka örnek. Eski Cumhurbaşkanı Wullf’un İslam’ı Almanya’nın bir parçası olarak gördüğü ifadelerine karşı siyasi çevrelerin tepkisi, İslam’ı değil Müslümanları Almanyalı görmek gibi ilginç yaklaşımların yanında, Müslümanların hala kalıcı oldukları yönünde tereddütlerin var olduğunu gösterdi. Yine entegrasyon tartışmaları doğrultusunda Başbakan Merkel’in çok kültürlülüğün akamete uğradığını ilan etmesi ise, postmodern batının ortak insani değerler ve farklılıkların kabulüne yönelik kazanımlarının kalıcı olup olmadıkları hususunda, gelecek açısından endişelere yol açtı. 
 
Camiye saldırının anlamı
 
Düşünsel zeminini batı medeniyeti tasavvuruna dayandıran bu ötekileştirme bir diğer açıdan aşırı sağ akımların terör ideolojisine de kaynaklık ediyor. Avrupa medyasının daha çok psikolojik rahatsızlığıyla açıkladığı Oslo katliamının faili Breivik’in beş yüz sayfayı aşan notlarında, aşırı sağı fikren temellendirme gayreti içerisinde olduğunu görüyoruz. NSU terör örgütünün hangi argümanlar üzerinden Türklere saldırdıklarını, süreç hala aydınlığa kavuşmadığından bilemiyoruz, fakat bir başka kültürü kabullenememenin bir dışavurumu olduğunu söyleyebiliriz. Aynı sahnede, aynı oyuncular bazen yalnız kıyafet de değiştirebiliyor: Son günlerde İslamcılığı bahane ederek sokak gösterilerinde bulunan Pegida benzeri akımların, toplumda karşılık bulmak için aşırı sağın yeni yöntem arayışlarıyla ortaya çıktığını görmek gerekli. 
 
Kısa bir süre önce Berlin’de Mevlana Camii yangını da bir türlü failleri bulunamayan saldırı silsilesi içerisinde yerini aldı. 2001 ila 2011 yılları arasında Almanya’da 219 camiye saldırı yapıldığı düşünüldüğünde ırkçı gurupların sistematik bir süreç içerisinde halen aktif oldukları görülüyor. (Camii Saldırıları üzerine Federal Mecliste verilen soru önergesi cevabı: http://dip21.bundestag.de/dip21/btd/17/095/1709523.pdf) 1992’de Mölln’de iki Türk ailesinin yaşadığı evlere saldırı sonrası üç kişi; 1993’te Solingen’de beş kişi ve 2008 yılında Ludwigshafen’da Türklerin yaşadığı ev kundaklanarak dokuz kişi hayatını kaybetmişti. Bu bilinen hadiselerin yanında Alman makamlarının verilerine göre 1990 ile 2001 yılları arasında 38 kişi radikal sağ eylemler neticesinde hayatını kaybetmiştir. Diğer bazı araştırma kurumları ise fail-i meçhullerin sayısının 180’i bulduğunu belirtmekte. (http://www.welt.de/politik/deutschland/article13725571/181-Todesopfer-durch-rechte-Gewalt-in-Deutschland.html) 2011 Kasım ayında ortaya çıkarılan NSU terör örgütü, 1990 ile 2000 yılları arasında 8 Türk ve 1 Yunanı öldürmüştü. Bu terör eylemlerini besleyen entelektüel birikimi ve bilhassa toplum psikolojisini şekillendiren göçmenlere yönelik siyasi tavrı nasıl değerlendirmek gerekir? En son yapılan bir araştırmada, toplumun % 52’sinin İslam’ı Avrupa’nın bir parçası olarak görmediğini belirtmesi (FORSA araştırma sonuçları:  http://www.spiegel.de/politik/deutschland/mehrheit-sieht-islam-nicht-als-teil-deutschlands-a-984708.html); aydınlardan topluma, İslam karşıtlarından ırkçı guruplara kadar, Avrupa’nın yeni ötekisine karşı tavrının farklı yansımalarını sergiliyor. Maalesef Avrupa medyası aşırı sağa zemin hazırlayan eğitim ve entelektüel hayata hâkim olan batı merkezli bakışı sorgulamadan münferit olaylar üzerinden hadiselere yaklaşıyor. NSU örgütünün ortaya çıkarılmasından sonra, Mevlana camiinde olduğu gibi büyük saldırılar gerçekleştiriliyor olması, bu örgütlerin, hayatiyetlerini sürdürdüklerine dair kamuoyunda bir algı oluşturduklarını gösteriyor. Bu açıdan ilk aşamada anlamsız gibi görülen saldırılar asırların biriktirdiği bir yabancı karşıtlığının açığa çıkması şeklinde, topluma bir mesaj niteliği taşıyor.
 
Avrupa’da yabancı karşıtlığı “üçüncü imparatorluğunu” inşa ettiğini iddia eden Hitler Almanya’sına özgü olmadığı gibi zihni arka planı ele alınmadan yalnızca tarihi hadiseler bağlamında da okunamaz. Avrupa tarihinde yabancı karşıtlığı, endüstrileşme ile siyasi ideolojiler haline gelirken, uzun asırlardır “ötekiye” Avrupalılaşamamanın sosyo-psikolojik hüsranını da yaşatmaktaydı. Bu “ötekileştirme” Avrupalı toplumların kendilerine anlam veriş süreçlerinde bir meşruiyet zemini sağlamaktadır. Nitekim ortaçağ dini öğretisi, Yahudilerin Tanrı’nın oğlunu katlederek lanetlendikleri; 20. asırda ise “modern” bilim, üstün milletin aryan ırkı olduğu kabulüne, toplumları götürecektir. Ancak büyük bir felaketle neticelenen İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve özelde Almanya kendini ve ötekini yeniden düşünme gerekliliğini hissedecektir. Modern dönem ırkçılığını ortaçağ antisemitizminden ve İslam karşıtlığını haçlı seferlerinin dini-kültürel temellerinden ayıramayacağımız nokta, aynı zihniyetin farklı parametrelerinde ortaya çıkmalarıdır. Bu zihniyet derinlemesine değerlendirilmeden halen aktüel yabancı karşıtlığını anlamlandırmak da mümkün gözükmemektedir.    
Ortaçağdan itibaren gelişen yabancı karşıtlığını yalnız ırkçılık açısından değerlendirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Germen ve Slav etnik kültürleriyle oluşan Kuzey Avrupa şehirlerinde bilhassa Yahudi karşıtlığı, Hıristiyan inancının belirli bir topluluğun varlığını ontolojik bir problem haline getirmesinden kaynaklanmakta. Bu teolojik arka plan, veba salgınından Yahudileri sorumlu tutacak sosyal krizlere, Müslümanlara karşı oluşan ortaçağ nefretinin Haçlı seferlerini örgütlemesine yol açacaktır. Dini ötekileştirme yalnızca ortaçağda değil, reform çağında Luther’in “Yahudiler ve Yalanları” kitabına ve “Türklerle Savaş” hakkında vaazlarına neden olacak; endüstrileşen ulus devletlerde ise ırkçı ideolojiyi Kilise ile gölgeleyecektir. Nasyonal Sosyalistlerin Kiliselerde örgütlenmesi Vatikan’ı bir reform sürecine sürüklemiş ve neticede 1965 yılında İkinci Vatikan Konsili ile ilk defa diğer inançlar Hıristiyanlık nezdinde meşruiyet kazanmıştır. 
 
Ötekileştirmenin suretleri
 
Nazi Almanya’sı Almanların tarihte daima diğer milletlerin saldırısına maruz kaldıklarını ifade eden eserlerle doludur. Okul kitaplarıyla gençler, İngiliz emperyalizminin asıl hedefinin Almanya olduğunu öğrenirken, dünyanın kurtuluşunu sağlayacak mesîhî topluluğun Alman ırkından neşet edeceğine inanırlardı. Aynı tarihlerde sinemada “Şirin Yahudi” filmi Yahudi sermayesinin Almanya’yı nasıl kuşattığını anlatmaktadır. Alman tarihi, Alman olmayanların Alman milletine saldırılarının bir neticesi olarak okunmaktaydı. Bu tarihi argümantasyon dolaylı olarak diğer toplumlara hükmetmenin hem Almanya hem de dünya geneli için barış ve adaleti temin edeceği inancını beraberinde getirmiştir. Fakat bir süre sonra tarihi delillendirme ile meşrulaştırılan yabancı karşıtlığı dünya tarihinin en büyük katliamlarından birine yol açacaktır. 
 
İkinci Dünya Savaşından sonra hem bilimsel anlamda hem de topluma aktarımı yönüyle tarih yazım perspektifi neredeyse tamamıyla değişti. Günümüzde tarihi anlatı ırkçılığa hizmet etmese de Avrupa’nın ortak kültür ve millet değerlerini ifade etmesi bakımından farklı bir ötekileştirmede araçsallaştırılıyor. Daha çok entelektüel bir bakışla, Avrupa tarihini İslam haricinde ve hatta karşısında konumlandırarak, çokkültürlülüğü gelecek perspektifine yerleştiren Avrupa’nın sınırları belirleniyor. Bu durum, bir Türk yahut Arap göçmenin Alman olarak görülememesinde ve Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde daha çok açığa çıkan, toplumsal kimliğin tarihi arka planını belirli değerler üzerinden okumadan kaynaklanmakta. Yalnızca alt kimliklerde değil Avrupalı kimliğini de 1453 veya 1684 merkezli okumak, yeni bir ötekileştirmeyi de beraberinde getirmekte.  
 
Alman ırkının üstünlüğüne olan bağlılık düşüncesi, yabancı karşıtlığının kendisini gösterdiği bir diğer alan. Irkçılık ile akla ilk olarak Naziler gelse de, Avrupalı göçmenler tek bir Amerikan milleti meydana getirdiklerinde ırkçılık kendisini beyaz adamın üstünlüğünde göstermiştir. Ulus devletlerin doğuşu ile toplumu meydana getiren temel etkenlerden birisi olan ırk birliğinin, özellikle Nazi Almanya’sı tecrübesiyle kendi ırkından olmayanlara neler yapabileceğini ortaya koydu. Irkçılık temelli bir toplumsal örgütlenmenin getireceği facia batı medeniyetinin ortak problemidir. Günümüzde de ırkçıların yoğun örgütlendikleri ve eğitim aldıkları yerlerin başında Avrupa metropollerinin gelmesi şaşırtıcı değil. Halihazırda gerçekleşen gösterilerde yansıyan zihniyet tahlil edilebilse, aslında tarihî ve teolojik argümantasyonun nasıl ırkçılığı beslediği görülebilir. Günümüzde ırkçılık, kendisine nefes aldıracak yeni bir paradigma arayışında olup, tüm politik baskılara rağmen halkın ilgisini çekebilmektedir. 
 
Almanya neresi?
 
Alman toplumunu ve kimliğini oluşturan ana saikler hangi süreçler dâhilinde oluşmuştur. Bir yabancının Alman olması nasıl gerçekleşmekte yahut bir yabancı kendisini nasıl Alman hissedebilmektedir. Bu bağlamda toplumsal ve siyasal kimlik tartışmaları Almanya’da halen güncelliğini korumakta. Sosyal Demokratlar ile Hıristiyan Birlik Hareketinin Alman kimliği tanımları farklılık gösterdiği gibi yabancıların bu kimlik altında tanınmaları da uzun münakaşalara yol açmaktadır. Ana problem bir topluma anlam verirken sonradan o topluma katılanları dışarıda tutacak değerlerin merkeze alınmasıdır. Merkezi değerlerin farklı hayat ve düşünce dünyasına mensup olanları ötekileştirerek bir millet idraki oluşturması yabancı karşıtlığına yol açabilecektir. Halen Alman kimliği üzerine belirgin tartışmalar yapılamaz, entelektüel camiada İslam, toplumun bir parçası olarak görülemezken, halkın doğal süreci içerisinde yabancıyı içselleştirmeden göçmenlerin topluma uyumu ve bağlılığı nasıl konu edinilebilir? Weimar Cumhuriyeti’nde de farklılıkları kabul ve hatta yönetime dâhil eden bir siyasal ilgi mevcuttu. Halkın ekonomik refahı da değişmekteyken yabancı karşıtlığı hızla toplumda makes bulabildi. Bu durum yabancı karşıtlığını tetikleyen asıl unsurun, toplumun temellerini oluşturan zihniyette mevcut olabileceğine, bunun da sosyal ve ekonomik süreçlerle gelişebileceğine işaret etmektedir. 
Heinrich Heine’ye gecikmiş bir cevap 2006 yılında Dünya Kupası maçlarında Almanya sokaklarını saran heyecanı tasvir eden bir belgeselden geldi: “Almanya: Bir Bahar Masalı”. Belgeselin tespitine göre, çok farklı renkleriyle Alman maçları ortak bir “biz” duygusuna yol açabilmekteydi. Hakikaten Almanya’da, uzun vadeli bir bahar havasını mümkün kılan farklılıkları kuşatan ortak idrak ve duygu bütünlüğü ne derecede içselleştirilebilmiştir ki, Heine seyahatini bir bahar Almanya’sında tamamlayabilsin. Yoksa Heine’nın ilham aldığı Sheakspeare’in TheWinter’sTale’de sahnelediği, ağır bir trajediyi bir komediyle nihayetlendiren karmaşıklık mı topluma yön verecektir, elbette bunu zaman gösterecek.