İstisnalar kural ‘yalnız kurtlar' sürü oldu!

Prof. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
28.02.2020

Mağdura karşı empatinin değil de kendi kendine yapılan eleştirinin ön plana çıkarılması aslında toplumlar arasında kurulan hiyerarşinin göstergesidir. Fakat rasyonel bahaneler insanı akılla tanımlar, duyguyla değil. Oysa Almanya'daki Müslümanların kendileri gibi duyumsayan insanlara ihtiyacı vardır.


İstisnalar kural ‘yalnız kurtlar' sürü oldu!

"Kim istisnayı belirlerse egemen odur” demişti yirminci yüzyılın Hobbes’u olan Carl Schmitt. Yüzyılın sonunda politiğin kazandığı hız dünyasında istisnaların artık kural olduğu konusunda uyarmıştı Giorgio Agamben. Hanau sonrasında ise bir kez daha gördük ki aydınlanmanın özgürlükçü dünyasında “insan”ı şok eden “yalnız kurt”un katliamı da çoktan sürüye karışmış.

Kim yönlendiriyor?

İnsanın hayatına değer vermeyen Doğu karşısında Batı uygarlığı için kutsal olan insan hayatının bu kadar anlamsızlaşması Norveç’te Behring Breivik’in 77 cana kıyan katliamı sonrasında bile kabullenemediğimiz bir olguydu. Neredeyse otuz yıl önce Solingen’de 20 kişinin hayatına kast eden ve beşini canlı canlı yakan “genç kurtlar” şimdilerde rehabilite olmuş olarak içimizde dolaşıyor. Ama sürüye yeni kurtlar da katılıyor. Hatta bazısını NSU katillerinde olduğu gibi bizzat Alman istihbaratı yönlendiriyor.

İstisna olmaktan çıktı

Artık Avrupa’da Müslüman katli istisna olmaktan İslam düşmanlığı da bireysel olmaktan çoktan çıktı. Kurumsallaşmış bir İslam düşmanlığı ve Müslümanları katletmek için örgütlenen teröristler artık sıradanlaştı. Uyarı saldırılarını aşan katliamlar dönemine girmiş bulunuyoruz. Müslüman nefreti antisemitizm damarını bile artık örtüyor.

Avrupa’nın radikal milliyetçileri bir taraftan kendi kültürlerinin temeline Eski Ahit’i de yerleştirerek Kur’an’ı düşmanlaştırmaktadır. Avrupa’nın radikal solu ise farklı bir yoldan aynı sonuca ulaşma adına Kur’an ile anayasayı sadakat alternatifleri haline getirmektedir. Seküler olmakla gurur duyan dünyada Müslümanların politik sadakatleri de anlamsız bir şekilde Kur’an ile sınanmaktadır. Merkez sağ ve sol ise çareyi Alman ya da Fransız İslam’ı yaratmakta aramaktadır.

Avrupa’da artık bir İslam düşmanı terörden bahsetmek gerekmektedir. Politikacıların, partilerin, sendikaların, medyanın ya da sivil toplum örgütlerinin teröre karşı dayanışma açıklamaları temelde sosyolojik bir sendromu temennilerle frenlemeye yetmemektedir. Avrupa devletleri artık güvenlik kapasitelerini terör olgusunu kabul ederek kullanmalıdır. Avrupa toplumları da meselenin istisna olmaktan çoktan çıktığını görmeli ve İslam düşmanı terörü “yalnız kurt” söylemiyle sınırda tutacağını düşünmemelidir. İslam düşmanlığını istisnai görmek masumiyetini de yaratmaktadır. Matem ve dayanışma ile terörün önleneceği günler geride kaldı. Politik irade konulmalı ve öncelikle güvenlik güçlerindeki İslam düşmanlığına karşı sempati temizlenmelidir. Hanau saldırısının hemen ertesinde evi kurşunlanan DİTİB genel sekreterine “tek işlerinin bu olay olmadığını” söyleyen polisler varoldukça terörün önlenmesi de zor olacaktır.

Müslümanları öldürenin “sağ aşırılık” ya da “ırkçılık” olduğunu iddia etmek, İslam düşmanlığının toplumsal yaygınlığını ve bu yaygınlığın yarattığı sessiz sempatiyi izah etmeye yaramamaktadır. Hatta vakıanın sağ üzerinden isimlendirilmesi olgunun üzerini kapatmakta ve merkez ve sol kendini bu tür İslam düşmanlığından beri zannetmektedir. Suç keçiye yüklendiğinde geri kalanların günahları da uçup gitmektedir. Oysa Kur’an karşıtlığını kaşıyan radikal solun yanında aşırı sağın sloganlarını içselleştirerek onu meşrulaştıran merkez sol ve sağ da en az aşırı sağ kadar sorumluluk taşımaktadır.

Toplumsal temizlik

Avrupa toplumları El-Kaide ve DEAŞ gibi terör örgütlerine o kadar gömüldü ki uzun zamandır internet üzerinden açıkça devam eden nefret söylemlerini önemsiz gördü. Hatta Hanau katliamı gerçekleştiğinde bile popüler medyanın tepkisinin mafyatik hesaplaşma düzeyinde kalması kimseyi şaşırtmadı. Oysa İslam düşmanlığı Avrupa toplumunda artık bir isyan çağrısı değil bir toplumsal temizlik projesine dönüşmüş durumdadır. Diğer taraftan Norveç’teki katliam kadar büyük olmasa da Hanau katliamı daha uyarıcı olmuştur. Fakat bu noktada asıl tehlike katliamın yeşerdiği ortamın marjinal görülmesidir. Zira bir zamanlar sadece Doğu Almanlara ve toplumsal olarak alt sınıflara ait görünen radikal ırkçılık artık sıradanlaşmıştır. Bir daha asla katliam görmek istemeyenlerin en önemli hatası meselenin günahı dar bir gruba yüklemesidir. Hatta AfD’nin İslam düşmanlığı açık olan terörü yalnız kurt söylemiyle masumlaştırmaya çalışmasını da eleştiren merkez sağ ve sol sorunun bu kadar büyümesindeki rolünü hatırlamak istemiyor. Hatta bazı Türk asıllı uzmanların konunun bir İslam düşmanlığı olmadığını göstermek için hedefin camiler olmamasını kanıt olarak sunmaları daha büyük skandaldır.

İstihbaratın rolü

Sorunun daha temeline inildiğinde seküler dünyada dinin çözülmesini bekleyenlerin hayal kırıklığından da bahsedebiliriz. 21. yüzyılda fark ettik ki dinin kendisinden ziyade kültürel hali daha radikal olabiliyor. Kiliseleri boşalan Avrupa toplumlarında beklenenin aksine Hıristiyanlaşma derecesinin artmasının İslam düşmanlığına dayalı terörü tetiklemediği söylenemez. Fakat teröristlerde dini nitelikleri görmekte zorlanmamız bizi şaşırtmamalıdır. Aynı şekilde Avrupa’daki DEAŞ kaynaklı terörün aktörlerinde de İslam’ı görememekteyiz. Hiçbir düşünsel yakınlığımız olmasa da Avrupa’da sıradan insanların üzerine sürülen kamyonların tekerlerinin altında kaldığımızı nasıl hissediyorsak sıradan bir Alman’ın da yaşanan katliamdaki sorumluluğunu başkalarına yüklemeyip rahatlaması mümkün değildir. Bu oyunu en son Holokost’u Nazilere yükleyerek oynamış ve rehabilite olmuşlardı. İslam düşmanlığının toplumsal genlere işlemeye başladığını fark etmeleri için teröre verilen kurbanların sayısının toplama kamplarında yok edilenlerin sayısına ulaşması beklenmemelidir. Ki bu konuda Alman toplumundaki bilinç düzeyinin Hanau katliamıyla arttığını da kabul etmek gerekmektedir.

Hanau katliamından bir hafta sonra halen tartışılan konunun polisin müdahaledeki gecikmişliği olması NSU cinayetlerinden ders alınmadığını göstermektedir. Dahası NSU cinayetlerinde atıf yapılan istihbaratın ve devletin rolünün yeterince aydınlatılmamasının yeni muğlak alanların yaratılmasına neden olduğu görülmektedir. Fakat bu tür asla sonuçlanmayacak tartışmalara üçüncü bir silahın varlığının da katılması İslam düşmanlığı motivasyonlu terörün üzerinin polisiye heyecanla kapatılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle katliamın intihar etmiş teröristinden ziyade terör mağdurlarına fokuslanılması gerekmektedir. Hiçbiri doğup büyüdüğü Hessen’in yabancısı olmayan mağdurların kaybı kalanlarda da derin bir endişe yaratmıştır.

Göçe zorlamak

Sıradan Müslümanların okulda, otobüste, işyerlerinde ya da kamusal mekanlarda uğradıkları ayrımcılığa alışkanlığı yine de sınırlı bir kaygı yaratmaktaydı. Fakat Hanau’daki saldırı savunmasızlık duygusunu kökleştirmiştir. Terörün amacı da tam budur. Özellikle azınlıklara yöneltilen terörün amacı korku ve dehşet yaratılarak toplumsal temizlik yapmaktır. Hanau’nun organize olmuş hali Srebrenica’dır. Bosna’da yaşanan da bütün Müslümanların yok edilmesi değil, korkutularak göçe zorlanmasıydı. Aradaki fark proje farkı değil, organizasyon farkıdır. Eğer yakın zamanda yakalanan radikaller de planlarını gerçekleştirseydi bugün daha büyük bir dehşetten bahsediyor olacaktık. Almanya’daki göçmenlerin bu travmayı atlatması kolay olmayacaktır. Soligen’de olduğu gibi mağdurun ağzından alınan af ifadeleriyle meseleyi soğutmak ayrımcılığın bu kadar kurumsallaştığı zamanda mümkün olmayacaktır.

İslam düşmanlığı motivasyonunu kabullenmekte zorlanan Alman kamuoyu Hanau’daki terörü telin yürüyüşünü Türk milliyetçilerinin marifeti sayarak uzak durmaktadır. Aslında Türkler bir kez daha oralı olduklarını ispatlamaya çağrılmaktadır. Irkçılığı toplumsal bir zehir olarak tarif eden Merkel, Türk milliyetçilerinin tuzağına düşmemek adına Hanau’dan uzak durmaktadır. Söylemsel düzlemin mağdurları görmeksizin kendi eleştirel hesaplaşması gibi kurgulanması göçmenleri flu alana hapsetme projesidir. Böylece kimseyle yüzleşmek zorunda kalmadan kendiyle hesaplaşma konforu Alman hükümetine hakim olmaktadır. Hanau sonrası sosyal demokrasinin kalesi Hamburg seçimlerinde AfD’nin düşük oy alması kamuoyunu rahatlatmıştır. Bir nevi toplum kendi eleştirisini mağdurlarla yüzleşmek zorunda kalmadan başarmış görünmektedir. Fakat bu yanılgının yarattığı rahatlık günah çıkarma ayinleri sonrası rahatlığı gibidir. ‘Bir daha asla’yı garanti etmediği gibi suçluluk duygusunu alarak toplumsal hafızayı da sıfırlamaktadır. Olay yerine bırakılan her çiçek sizden sıkıntıyı da alıp uçurmaktadır.

Mağdura karşı empatinin değil de kendi kendine yapılan eleştirinin ön plana çıkarılması aslında toplumlar arasında kurulan hiyerarşinin göstergesidir. Bir nevi ötekine zarar verildiğinde bile zararı düşünmeden kendini yargılar, rasyonel bahaneler üretebilir. Fakat rasyonel bahaneler insanı akılla tanımlar, duyguyla değil. Oysa Almanya’daki Müslümanların kendileri gibi duyumsayan insanlara ihtiyacı vardır. Akıl verenlere değil. Weberyen Alman bürokrasisi “Müslüman göçmenlere yakında nargile salonlarından, kahvehanelerden ve camilerden uzak durun” derse şaşırmış olmayacağız. Bir anlamda bürokrasinin gözünde suçlu olan terörist değildir, asıl olarak buralara toplananlar belayı davet etmektedir. Asıl sorun da tam bu noktadadır; başta polis olmak üzere Alman bürokratik normalinin göçmenlere güven vermemesidir. Göçmenler artık sürüsüne bereket olan yalnız kurtlara rastlamamaya çaba göstermekten ziyade, toplumsal normaliteye dönüşerek kurumsallaşan ayrımcılığın İslam düşmanlığı bağlamında yarattığı güvensizlik ve korkudan korunmaya çalışmaktadır.

@bunyaminbezci