Almanya perspektifinden Çin ve İpekyolu projesi

Dr. Yaşar Aydın / Evangelische Hochschule Hamburg
7.08.2020


Almanya perspektifinden Çin ve İpekyolu projesi

Çin, son yıllarda Almanya’daki ekonomik, siyasi, uluslararası ilişkiler ve küresel güvenlik konulu tartışmaların odak noktasında durmaktadır. Yoğunlaşan ikili – siyasi ve ticari – ilişkilere rağmen Berlin ile Pekin arasında temel konularda ciddi görüş farklılıkları bulunmaktadır. Alman karar vericiler ve diplomatlar yıllardır Çin yönetimini özellikle insan hakları, kişisel özgürlükler, siyasal katılım gibi konularda eleştirmektedirler. Son yıllarda Almanya’nın Çin ile ilgili kaygılarına jeostratejik bir boyutun da eklendiğini gözlemlemekteyiz.

Çin algısının çerçevesi

Almanya’nın jeostratejik kaygılarının çerçevesini üç tarihsel gelişme oluşturmaktadır. Bu süreçlerin başında uluslararası ilişkilerin başat aktörleri olan büyük devletlerin – ABD, Rusya, Çin – bölgesel ve küresel sorunlar karşısında çok taraflı çözüm arayışlarından (multilateralism) uzaklaşarak, ikili çözüm arayışlarına girmeleri (bilateralism), hatta askeri seçeneklerin ön planda olduğu güç siyasetine ve güç yarışına yönelmeleri gelmektedir (örneğin Rusya).

İkincisi, Avrupa Birliği’nin (AB) 2009 yılı ve sonrasında yaşadığı finans ve ekonomik kriz sonucu iç bütünlüğünün zayıflaması, üye ülkelerde yükselen milliyetçilik dalgaları, Brexit ve ABD ile ticari, askeri ve güvenlikle ilgili konularda fikir ayrılıklarının baş göstermesi sonucu kendini güçsüz hissetmesidir. Birçok karar verici ve başat aktör AB’nin küresel düzlemdeki müzakerelerde ve siyasi, ticari ve daha başka birçok meselede karar süreçlerine yeterince dahil olamadığı ve ileride bu süreçlerden daha da dışlanacağı kaygısını taşımaktadır.

Çerçeveyi tamamlayan üçüncü gelişme ise Çin’in beklenenin aksine, ekonomik büyümeye, bir orta sınıfın oluşmasına ve küresel ticarete, üretim ağlarına ve finans sistemine dahil olmasına rağmen demokratik bir yönelim içine girmemesi, hatta otoriter yaklaşımını tahkim ederek liberal dünya düzenine alternatif kurumlar inşa etmeye girişmesidir.

1990 yılında Paris Şartı ile Soğuk Savaş sona erdiğinde bütün Batı dünyasında olduğu gibi Almanya’da da iyimserlik hakimdi: Büyük devletler arasındaki güç mücadelesi yerini iş birliğine, çok taraflı çözüm arayışlarına, uluslararası hukuka, kurallara ve evrensel normlara bırakacaktı. Ancak tarihin akışı bu yönde olmadı. Günümüzde ise tekrar uluslararası ilişkilerde sadece çok taraflılık, diplomatik ve ekonomik araçlarla sonuç alınamayacağı fikri hâkim.

Almanya’da ise, askeri seçeneklerin de masaya yatırılması ve jeopolitik gerçekliklerin de hesaba katılması gerektiği görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bir başka görüş ise, AB’nin güvenlik konularında ABD’nin garantörlüğüne bel bağlamaması gerektiği yönünde. Karar vericilerin büyük bir kısmı açıkça dile getirmeseler de uluslararası sistemin çok kutuplu bir yöne evrildiği varsayımından hareketle AB’nin ABD, Çin ve Rusya’nın yanında dördüncü bir kutup oluşturması gerektiğini düşünmektedirler. Almanya, Çin’in AB içindeki en büyük ticari partneri, Çin ise Almanya’nın dünya çapında en büyük ticari partneri. Alman Ekonomi ve Enerji Bakanlığı verilerine göre 2018 yılı Almanya–Çin ticaretinin hacmi 200 miyar Euro ki bu AB’nin Çin ile olan toplam ticaret hacminin (605 milyar Euro) üçte birine denk gelmektedir. 2018 yılında Çin’e toplam Alman ihracatı 93 milyar Euro tutarında iken, Çin’den 103 milyar Euro tutarında ithalat gerçekleştirilmiştir. Almanya Çin’e başlıca makine, otomobil ve otomobil parçası, elektrik teknolojisi ve kimyasal ürünler ihraç etmektedir. Özellikle Alman otomotiv sanayii için Çin önemli bir pazar. Örneğin Volkswagen ürettiği otomobillerin yüzde 40’ını, Daimler yüzde 28’ini ve BMW yüzde 26’sını Çin’de satıyor.

2018 yılında Almanya’nın Çin’e olan ihracatı yüzde 8’lik bir artış göstermiştir. Almanya’nın Çin’deki toplam 81 milyarlık doğrudan yatırımlarına karşılık, Çin’in Almanya’daki toplam doğrudan yatırımları 3,3 milyar Euro tutarındadır (2017 yılı itibarıyla). Ancak Çin’in Almanya’daki doğrudan yatırımları ve Alman şirketlerini devralması 2017 itibarıyla artış içindedir. Bu da Almanya ve Çin arasındaki gerilim noktalarından birini teşkil etmektedir. Buna son örnek Çin’in Almanya büyükelçisi Wu Ken’in Alman hükümetinin Çin şirketi Huawei’i Almanya pazarından dışlamasının Almanya için ciddi maliyeti olacağı yönündeki tehditkâr ifadelerini gösterebiliriz.

Alman ekonomik aktörlere göre, Çinli şirketler Almanya’da agresif bir satın alma stratejisi izlemektedirler. Bu bağlamda Almanya yeni bir yasa ile (GWG – Außenwirtschaftsgesetz) kilit sanayilerin stratejik alımlarla Çinli şirketlerin kontrolüne geçmesini önlemeyi hedeflemektedir. Alman gazetesi Handelsblatt’ın 15.02.2018 tarihli bir haberine göre, Çin hükümeti Çin şirketlerini Almanya’da özellikle enerji branşındaki stratejik şebekeleri ele geçirmeye teşvik etmekte ve desteklemektedir.

Yeniden tanzim

Var olan gerilimlere koronavirüs süreci bir yenisini daha ekleyecek. Gerek gözlemlerimiz gerekse siyaset ve iş dünyasındaki tartışmalar küreselleşmenin yöntemlerinin değişeceğine, hatta değişmekte olduğuna işaret ediyor. Geride kalan dönemde yaşanan küreselleşme tedarik zincirlerinin ve üretim halkalarının genişletilmesi anlamına geliyordu: İç pazarlar yabancı sermayeye olabildiğince açılmış, özelleştirmeler ile üretimin geniş bir coğrafyaya yayılmasına imkân sağlanmıştı. Örneğin bir arabanın motoru bir ülkede, şanzımanı bir başka ülkede, hepsinin montajı ise daha başka bir ülkede gerçekleştiriliyordu. Ara malı tedarikinin korona salgınında kesintiye uğraması, bu yöntemin sorgulanmasına yol açtı ve yeni bir trendi başlattı: Üretim halkasının ve tedarik zincirinin birbirine yakınlaştırılması, daha dar bir bölgeye yayılması. Bir anlamda üretim tüketiciye yakınlaştırılacak. Avrupa’daki şirketler stratejik üretimin bir bölümünü Çin’den Avrupa’nın doğusu ve Balkanlara, bir kısmını da Orta Doğu ve Türkiye gibi bölgelere getirmeyi tartışmaktadırlar. Üretimin Çin’den başka bölgelere kaydırılması yeni siyasi gerilimleri doğuracağı gibi var olanları da daha ileriye taşıyacaktır.

Siyasi gerilim noktaları

Çin artık Almanya tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu bağlamda Çin, İran ve Rusya’nın Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda gerçekleştirdikleri deniz tatbikatları Batı dünyasına verilmiş bir mesaj olarak algılanmaktadır. Öte yandan Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki askeri etkinlikleri – suni adalar inşa ederek bunları silahlandırması – donanmasını takviye etmesi, sadece ABD için değil, AB için de bir meydan okuma olarak değerlendirilmektedir.

Bundan başka Çin’in, Rusya’dan farklı olarak, yeni bir dünya düzeni inşa etmeye çalıştığı düşünülmektedir. İpekyolu projesi de bu bağlamda değerlendirilmekte, ardında revizyonist ve neo-kolonyalist bir yaklaşım görülmektedir. İpekyolu hakkındaki eleştiriler üç başlık altında özetlenebilir:

1. Çin İpekyolu projesi ile sadece yeni pazarlara açılmak, üretim fazlasını pazarlamak, telekomünikasyon şirketlerinin ve hızlı tren ve ray sistemi üreticilerinin rekabet kapasitesini test etmek gibi ekonomik amaçlar gütmemektedir. Bunun dışında etki alanlarını genişletme ve olası bir deniz ablukasını Çin’den Avrupa’ya uzanan bir hızlı tren hattı ile boşa çıkarmak gibi jeostratejik hedeflere de sahiptir (jeopolitik boyut).

2. Çin, İpekyolu’nun güzergahındaki ülkelerle asimetrik ilişkiler geliştirmektedir. Bu ülkeleri borçlandırarak tek taraflı bağımlılık yaratmakta ve böylece söz konusu ülkelerdeki hammaddelere ulaşımı garanti altına almaktadır. Aynı zamanda o ülkelerin yönetimlerinden de uluslararası sorunlarda destek talep etmektedir. Örneğin 2016 yılında Macaristan, Denizcilik Mahkemesi’nin Güney Çin Denizi kararı ile ilgili, Çin’in eleştirildiği AB deklarasyonunu Pekin yönetimin isteği üzerine engellemişti (yeni sömürgeci boyut).

3. İpekyolu projesi kapsamında verilen kredilere bu projelerde Çinli işçilerin çalıştırılması şartı getirilmektedir. Dolayısıyla İpekyolu projesi bu ülkelerde istihdama katkıda bulunmamaktadır (ekonomik boyut).

Bütün bunlardan dolayı Almanya’da İpekyolu projesi ile ilgili olumsuz bir hava hakim. Birçok Alman karar verici ve uzmanın gözünde İpekyolu projesi yeni sömürgeci bir yapıya sahip. Bu tespit ayrıca Almanya’nın Çin’e siyasi ve ekonomik alanlarda karşı koyma stratejisini meşrulaştırmak için de kullanılmaktadır.

Almanya ve AB’nin siyasi ikilemi

Yukarıdaki tespitlerden ne tür sonuçlar çıkarılabilir? Almanya ve AB için, Avrupa ile Asya Pasifik bölgesi arasındaki ülkelere ihracat yapıp, buralardan doğal kaynaklar ve hammadde ithal ettiklerinden, bu bölgenin siyasi istikrarı ve deniz yollarının güvenliği hayati önem taşımaktadır. Ancak bunu ne tek başına Almanya’nın ne de AB’nin yapacak gücü var. AB’nin ekonomik bakımdan dünyadaki ağırlığı azalırken, siyasi olarak da güç kaybetmekte, küresel ve bölgesel sorun ve çatışmalarda belirleyici olamamaktadır. Askerî bakımdan ise, Fransa’ya rağmen, NATO ve ABD’ne bağımlılığı devam etmektedir.

Bu jeopolitik ve jeoekonomik konstellasyon, ABD ile AB arasındaki en güçlü merkezcil çekim kuvvettir. Bundan dolayıdır ki AB, Çin’in yükselişi ve Hindistan’ın potansiyel gücü karşısında çareyi Transatlantik İttifak’ını güçlendirmekte aramaktadır. Almanya’daki dünya siyaseti ve güvenlik konulu tartışmalarda Transatlantik İttifakı sorgulanmamakta, hatta öneminin altı çizilmektedir. Ancak bu noktada AB ve Almanya bir ikilem ile karşı karşıya. Çünkü hem ABD’nin askeri gücüne ihtiyaç duymakta hem de ABD’ye olan bağımlılığını aşmak için askeri kapasitesini genişletme yolunda çaba sarf etmektedir. Bu da jeostratejik bakımdan en az üç soruna yol açmaktadır.

1. Askerî açıdan kendi ayakları üzerinde durabilen, dış politikada ise etkin bir hareket kabiliyetine ulaşmış bir AB’nin kendisine rakip olacağını bilen ABD, buna izin verir mi? Hatırlayalım, Çin’in iktisadi yükselişi ABD’nin buna olanak tanıması hatta destek vermesi ile mümkün olmuştu. ABD’nin aynı “hatayı” tekrarlaması pek olası görünmüyor. Artı ABD ile yakın güvenlik ilişkileri içinde olan Polonya ve Baltık ülkeleri NATO ve ABD’nin yanında bir AB askeri yapısının oluşmasına sıcak bakmamaktadırlar.

2. AB için Çin’in yükselişi ve meydan okuması karşısında bir başka seçeneğin ise Rusya ile yakınlaşmak, bu ülke ile iktisadi ve askeri ilişkileri derinleştirmek. Kaldı ki bu tez Almanya’da öteden beri savunulmaktadır. Bismark’ın Rusya politikası (1887) ve Rapallo antlaşması (1922) bu bağlamda değerlendirilmelidir. AB-Rusya ittifakı ise jeopolitiğin klasiği Mackinder’in vurgu yaptığı Merkez Bölge’nin iki müttefik yapının egemenliği altında olacağı anlamına gelmektedir ki ABD’nin jeostratejisinde engellenmesi gereken bir durumdur. Buna ABD’nin dışında Britanya ve Doğu Avrupa ülkeleri de karşı çıkacaklardır.

3. Bu durumda Britanya muhtemelen Avrupa ve Almanya’ya karşı klasik jeostratejisine dönecektir: Avrupa’nın tek bir gücün – Almanya’nın – etkisi altına girmesine engel olmak. Britanya’nın bu bağlamda Almanya’yı dengeleme politikasına dönmesi AB’nin sonunu getirebilir.

Sonuç olarak Almanya’nın Çin’e yönelik yaklaşımının AB’nin karşı karşıya olduğu bir ikilemi içeriyor. AB bir taraftan ABD ile Çin arasındaki rekabetin pasif izleyicisi ve mağduru olmamayı, ABD, Çin ve Rusya’nın yanında ayrı bir siyasi kutup oluşturmayı hedeflemektedir. Öte yandan ise ABD ve NATO’nun askeri ve güvenlik şemsiyesine bağımlı olduğunun bilincinde. Öte taraftan bu bağımlılıktan kurtulmak için de ne bir plana ne de bu yönde güçlü bir iradeye sahip. AB içindeki çıkar farklılaşması ve çatışmaları da olaya başka bir boyut katıyor. Öte yandan Çin AB üye ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye devam etmekle kalmıyor, siyasi olarak da etkilemenin yollarını buluyor.

[email protected]