Almanya’da marjinal sol perspektiften tanımlanan Türkiye

Aydın Enes Seydanlıoğlu / UETD Yönetim Kurulu Üyesi
1.04.2017

Türkiye ve Almanya birer NATO müttefiki olmaktan öte, birbiriyle çok girift ilişkileri olan iki ‘akraba’ ülke durumundadır. Türk-Alman ilişkileri ekonomik, sosyal ve Almanya’da yaşayan Türk diasporası dolayısıyla özel bir niteliğe sahiptir. Bu münasebet bir kısım marjinal sol ve radikal unsurların söylem üstülüğüne kurban edilmemelidir.


Almanya’da marjinal sol perspektiften tanımlanan Türkiye

Güçlü bir devletin başka ulusları ya da devletleri siyasi, ekonomik ve dini çıkarlar elde etmek amacıyla egemenliği altına alması ve bu motivasyon ile üstünlük sağlaması, sömürgecilik veya müstemlekecilik olarak tanımlanır. Bu bağlamda tarihte Fransa, İspanya, İngiltere, Portekiz, Hollanda ve diğer bir kısım Avrupa ülkeleri, Afrika ve Asya coğrafyalarında sömürge faaliyetlerinde bulunmuş, bu bölgelere ekonomik ve siyasi anlamda nüfuz etmişlerdir. Sömürgecilik uzunca bir dönem birçok ülkeyi Avrupa’nın hakimiyetine sokmuş, Afrika’nın hammadde kaynakları, hızla sanayileşme faaliyetlerine giren ülkelere kullandırılmıştır. Diğer Avrupa ülkelerine kıyasla Almanya’nın sömürgecilik hareketleri geç başlamış ve çok uzun sürmemiştir. Almanya, İngiltere ve Fransa gibi derin bir sömürge geçmişine sahip değildir.

Öteki ile ilk ‘karşılaşma’

Bu durum göz önünde bulundurulduğunda Almanya’nın göçmenlerle olan ilişkisi de kısa bir zaman dilimine tekabül eder. Örneğin Fransa’nın veya İngiltere’nin Müslümanlarla olan teması çok erken dönemlerde başlar ve bu ülkelerin başka kültürlerden insanlarla  geçmişe dayanan münasebetlerinin varlığı, yine bu ülkelerin ‘ötekiler’ ile olan ilişkisini daha ‘rahat’ bir hale dönüştürmüştür. Almanya’nın bu bağlamda göçmenlerle ilişkisi daha sorunlu ve dönem dönem daha gergin geçmektedir. Bu anlamda Almanya öteki Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıldığında, yabancı toplumlar ile temas noktasında daha ‘tecrübesiz’ bir pozisyondadır. Almanya’nın 1871 sonrası ‘milli’ devlet oluşunun akabinde göçmenlerle olan ilk ilişkisi, Polonya’dan ve doğu Avrupa’dan gelen maden işçileri ile olan ilişkidir. Polonya’dan ve diğer doğu Avrupa ülkelerinden 19. yüzyılın sonunda Almanya’ya gelen maden işçileri hem coğrafi olarak hem de sosyolojik olarak içine girdikleri topluma uzak değildi. Polonyalı işçiler Katolikti ve gelmiş oldukları dönemde de küreselleşme bu denli etkin, kitle iletişim ve ulaşım araçları günümüzdeki gibi yaygın değildi. Bu koşullar, bu maden işçilerinin Alman toplumuna intibak etmelerini oldukça kolaylaştırdı. Aradan fazla bir süre geçmeden Polonya’dan ve öteki doğu Avrupa ülkelerinden gelen maden işçileri Alman toplumu içinde eridi ve bugün artık sadece soyisimlerinden Polonya kökenli ya da orijini başka ülke olabileceklerini tahmin ettiğimiz bir topluluk halini aldı.

Türkiye ile Almanya arasında 1961 yılında imzalanan işgücü anlaşması sonrasında gelen Türk işçiler, Alman toplumu için kültürü, dini ve gelenekleri ile farklı olan ilk asıl ‘karşılaşma’ oldu. 60’lı yıllardan itibaren uzun bir süre Almanya’da bir göçmen politikası mevcut değildi. Yazar Max Frisch’in dediği gibi “Biz işçi istemiştik, ama gelenler insandı”. 1990 sonrası çifte vatandaşlık tartışmalarının gündeme gelmesi ve Türk işçilerin artık Almanya’da kalıcı olması, bir uyum ya da entegrasyon politikasının gereksinimini de gün yüzüne çıkarmış oldu.

Bu sürecin akabinde “Nasıl bir entegrasyon politikası ya da uyum modeli olmalı?” tartışmaları yapılırken, kamuoyunda iki temel uyum modeli belirginleşti. Birinci model, muhafazakar kesimin desteklediği ‘asimilasyon’ modeli oldu. 1998-2005 yılları arasında içişleri bakanlığı yaptığı dönemde “Asimilasyon en iyi entegrasyondur” diyen Otto Schily, sosyal demokrat olmasına rağmen bu akımın temsilcilerindendir. Diğer bir model ise “Multikültürel toplum” yani çok kültürlülük modeli olarak tezahür etti. Bu uyum modeli bireylerin köklerinden kopmadan içinde yaşadıkları topluma intibak etmeleri düşüncesi olarak tanımlandı. Almanya eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff da çok kültürlülük modelini benimseyen siyasi aktörlerden biri olarak görevdeyken “İslam Almanya’nın bir parçasıdır“ ifadesini kullanmış, birçok siyasetçi ve medya tarafından adeta linç edilircesine eleştirilmişti. Kendi anılarında da cumhurbaşkanlığından istifaya zorlanmasını söylediği bu söze dayandırmaktadır. Nitekim yaşadığımız post-post modern toplumda da realist olan durum, bu çizgiye uygun olarak farklılıkların kabul edilmesi gereken bir politikanın varlığıdır.

Gelinen noktada Alman akademik ve siyasi çevrelerinde ‘asimilasyon’ nosyonu kabul görür bir politika haline evrilmiştir. Bu kabul, muhafazakar kökenli göçmenlerde bir direnç oluşturmuş ve direncin bir sonucu olarak ortaya çıkan sosyolojik çatışma, Alman kamuoyunda muhafazakarlara ve Müslümanlara karşı bir ön yargı meydana getirmiştir. Bu tutum aynı zamanda ulaşım ve iletişim imkanlarının yaygın olduğu bir dünyada uygulanması mümkün olmayan bir yaklaşımdır. Bu anlamda muhafazakar ve Müslüman Türkiyeliler Almanya kamuoyunda problem bir vaka olarak değerlendirilmektedir. Muhafazakar ve dindarlar ile ilgili eleştiriler gündeme gelirken de yapılan değerlendirilmeler Türkiye’deki marjinal sol ve radikal Kürt milliyetçi perspektifi ile yapılmaktadır. Türk kökenli marjinal sol ve radikal Kürt milliyetçi gruplar, Almanya’daki göçmenler arasında azınlık olmalarına rağmen yorum üstünlüğü bu kesimin elindedir ve bakış açıları galebe çalmaktadır. Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir ve benzeri siyasetçilerin duruşu ve söylemleri bu minval üzeredir. Bahsi edilen perspektiften entegrasyon politikaları geliştirmek çıkmaz bir sokağa matuf olup, sosyolojinin kurallarına aykırıdır. Cumhuriyetin ilanından sonra 2000’li yılların ilk dönemine kadar Türkiye’de yıllarca Kürtlerin birçok kültürel hakları yok sayıldı ve asimilasyon politikaları uygulamaya çalışıldı. Mesele Kürtler olunca milliyetçisinden sosyal demokratına Türkiye’de herkes aynı tavrı takındı. Bu metod bir çözümden ziyade, yaranın kangren olmasına sebep oldu. Geçmişte Türkiye’deki Kürt meselesinde olduğu gibi bugün Almanya’da Türk göçmenlerin entegrasyon meselesinin siyasi manipülasyonu, siyasi skalanın zıt taraflarında bulunan birçok aktörü, partiyi, siyasi hareketi ve ideolojiyi birbirine yaklaştırıyor. Bugün Almanya’da da asimilasyon politikaları konusunda ısrarcı bir tavır, bu ülkede hayatını idame ettiren diasporanın uyum sürecini aynı Türkiye’deki Kürt meselesinde olduğu gibi bir kangrene çevirir. Olması gereken dünya görüşü, yaşam tarzı ile ve dini değerleriyle herkesin olduğu gibi kabullenilmesidir. Bunun aksi bir dayatma olur ki, bu dayatma Müslümanların veya muhafazakar kitlenin bu topluma entegrasyonunu geciktirir. Ayrıca bu farklılık bir zenginliktir ve bu zenginlikten Avrupa mahrum olur. Avrupa Birliği projesi hadd-i zatında bir çoğulculuk projesidir ve bu projenin başarılı olması, Avrupa Birliği’nin göçmenlerin farklılıklarını kabul ederek entegre edip etmeme yeteneğine bağlıdır. Avrupa Birliği devletlerinin bir kısmı fiilen neredeyse bin yıldan beri milli devlet geleneğine sahiptir. Bu denli güçlü geleneği olan bu yapının ABD ve Çin’in yanında global bir güç olabilmesi için, Avrupa Birliği projesinin başarılı olması gerekir. Bu projede başarıya ulaşabilmek de farklılıkları bir arada yaşatacak bir kültür gerektirir. Bu kültürü geliştirmenin yolu göçmenleri oldukları gibi kabul edip, onların kendi değerleri ile entegrasyonunu mümkün kılmaktan geçmektedir.

Problemli bir algı

Yukarıda bahsi geçen muhafazakarlara yönelik gelişen “problemli bakış” ve bu düşünce tarzı Türkiye’ye olan bakış açısını da domine etmektedir. Ülke tamamen demokratik değerlerden uzak gösterilmektedir. Toplumun kendi iradesi ile yaptığı tercih ve eylemler küçümsenmekte ve bu perspektif üzerinden yanlış bir Türkiye algısı üretilmektedir. Örneğin Kürtlere yapılan baskı ve zulmün Cumhuriyet Halk Fırkası sürecinden kimse bahsetmezken, iktidarı döneminde Kürtçe yasağını kaldıran, üniversitelerde Kürdoloji enstitüleri açılmasını sağlayan, Kürtçe televizyonlar kuran Erdoğan “Kürt düşmanı” gibi lanse edilmektedir. Almanya’daki mevcut bu durum Türkiye’deki gerçekleri anlamanın önünde büyük engel teşkil etmektedir. Şöyle ki Türkiye’de 1960 darbesi sonrası oluşturulan anayasayla birlikte hakim olan askeri temelli kurumsal diktatörlükten, AK Parti döneminde yapılan reformlarla gücün, seçilmiş hükümete aktarılmasını dahi sanki bir diktatörlüğe geçiş gibi algılayıp, bu temel üzerine politikalar geliştirilmektedir.

Türkiye ve Almanya birer NATO müttefiki olmaktan öte, birbiriyle çok girift ilişkileri olan iki ‘akraba’ ülke durumundadır. Yarım asırdan fazla bir süredir Türk toplumu Almanya’da yaşamaktadır ve iki ülke vatandaşları arasında artık akrabalık ilişkileri oluşmuş durumdadır. Günün sonunda Türk-Alman ilişkileri ekonomik, sosyal ve Almanya’da yaşayan Türk diasporası dolayısıyla başka ülkeler arasında olmayan özel bir niteliğe sahiptir. Bu münasebet bir kısım marjinal sol ve radikal unsurların söylem üstülüğüne kurban edilmemelidir. Münasebetlerin bu perspektiften yürütülmesi her iki ülkenin büyük kazanımları ile sonuçlanır.

[email protected]