Friedrich Merz'in “kentsel görünüm”e ilişkin açıklaması, göçmen statüsünde olup çalışmayan ve kurallara uymayan kişilerin şehir yaşamında hâlâ sorun oluşturduğu yönündeki değerlendirmesine dayanıyordu. Bu ifade, kısa sürede kamuoyunda ve siyasal aktörler arasında tartışma yarattı. Kimi çevreler söz konusu çıkışı toplumsal düzeni korumaya yönelik bir uyarı olarak yorumlarken, bazıları ise belirli grupların kamusal alandaki varlığını sorun olarak işaretleyen dışlayıcı bir yaklaşım olarak değerlendirdi.
Dr. Mustafa Berat Keskin/ Türk Alman Üniversitesi
1918'de Alman İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılması, tıpkı Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi, köklü yapısal değişiklikleri beraberinde getirerek yeni bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Bu durum yalnızca askeri bir çöküş değil, aynı zamanda monarşinin sona ermesi anlamına geliyordu. Kasım 1918 Devrimi sırasında II. Wilhelm'in, ateşkesin imzalanmasından kısa süre önce tahttan çekilmesiyle yeni siyasal düzenin önü açılmış oldu. 31 Temmuz 1919'da Ulusal Meclis tarafından kabul edilen ve 11 Ağustos 1919'da yürürlüğe giren Weimar Anayasası ile Almanya'da parlamenter sisteme dayalı cumhuriyet resmen kuruldu. 1919–1933 yılları arasında Alman devlet yapısı siyasal tarih literatüründe "Weimar Cumhuriyeti" olarak anılacak ve bu ad, anayasanın hazırlandığı Weimar kentinden gelecekti. Yeni rejim, Avrupa'da sosyal devlet ilkelerini içeren ilk anayasal düzenlerden birini oluşturmaktaydı. Ancak bu demokratik deneyim, çok geçmeden ekonomik buhranlar, siyasal kutuplaşma ve toplumsal çatışmalar tarafından zorlanacaktı.
1919 sonrasında Almanya, Versay Barış Antlaşması'nın dayattığı savaş tazminatları, askeri sınırlamalar ve toprak kayıplarının ağır biçimde hissedildiği bir döneme girmişti. Bu koşullar, bir yandan ulusal bir aşağılanma duygusunu beslerken diğer yandan ekonomik yapıyı baskılamış ve radikal milliyetçi hareketlerin güç kazanmasına elverişli bir toplumsal zemin oluşturmuştu. 1929'da ABD borsalarının çökmesiyle başlayan küresel ekonomik kriz ise tüm dünyayı olduğu gibi Almanya'yı da sert biçimde etkiledi. Bunun temel nedeni, Weimar ekonomisinin büyük ölçüde ABD kredilerine dayanmasıydı. Kredilerin kesilmesiyle ekonomik istikrar temelden sarsıldı; sanayi üretimi daraldı, işsizlik hızla yükseldi ve ülke ağır bir bunalım sürecine sürüklendi. Bu koşullar altında halkın Weimar hükümetine duyduğu güven ciddi biçimde zayıfladı. Sık sık hükümet değişiklikleri yaşanıyor, ancak kriz bir türlü aşılamıyordu. Tam da bu siyasal ve ekonomik kırılganlık ortamı, toplumsal hoşnutsuzluğun radikal ve otoriter söylemlere yönelmesine zemin hazırlayarak Nasyonal Sosyalist hareketin kitlesel destek kazanmasında belirleyici bir rol oynayacaktı.
Hangi geçmiş hatırlanacak
Böyle bir atmosferde, ulusal gururun yeniden tesisi ve Versay Antlaşması'nın feshi gibi vaatlerle kitlelerin desteğini kazanan Adolf Hitler, Ocak 1933'te iktidarı ele geçirdi. Hitler'in Reichskanzler oluşu ve ardından Weimar Cumhuriyeti'nin fiilen sona ermesi, uzun süredir biriken ekonomik ve siyasal krizlerin sonucuydu. Nazi Partisi, ekonomik yıkımın sorumluluğunu "iç düşmanlara" ve Versay düzenine yükleyerek, geniş kesimlerde duygusal karşılık bulan sade ve güçlü bir söylem kurmuştu. Toplumsal umutsuzluk, bu söylemin kitlesel kabulünü kolaylaştırdı ve ırkçı bir ideolojinin devlet politikası haline gelmesine zemin hazırladı. Bu çerçevede "Aryan üstünlüğü" anlayışı doğrultusunda Yahudiler, Romanlar, engelliler, siyasal muhalifler ve Slav toplulukları "alt insan" (Untermensch) olarak tanımlandı. Bu sınıflandırma, sistematik dışlama, ayrımcılık ve yok etme programlarının önünü açacaktı.
Bu bağlamda Nazi rejimi, şehir mekânını ulusal kimliğin görünür kılındığı bir alan olarak kurguladı ve kentsel görünüm anlamına gelen Stadtbild kavramına açık bir ideolojik içerik yükledi. Yahudilerin kamusal hayattan dışlanması yalnızca hukuki düzenlemelerle değil, aynı zamanda kentsel görünümden Yahudi varlığının silinmesi yoluyla gerçekleştirildi. Dükkân tabelalarının sökülmesi, iş yerlerinin kapatılması, sinagogların dönüştürülmesi ve sokak isimlerinin değiştirilmesi gibi uygulamalar, Stadtbild'in "Alman" kimliğiyle uyumlu bir görünüme kavuşturulmasını hedefliyordu. Böylece şehirler, tek tip ve dışlayıcı bir toplumsal düzenin kamusal mekânda somutlaştırıldığı alanlara dönüştürülüyordu. Ancak bu mekânsal düzenlemeler, savaşın sona ermesiyle birlikte toplumsal belleğin ve kamusal alanın nasıl yeniden kurulacağı sorusunu da kaçınılmaz hale getirecekti.
II. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte yalnızca siyasal düzen değil, bununla bağlantılı mekânsal ve toplumsal yapılar da çökmüştü. Alman şehirlerinin büyük bir kısmı ağır yıkım yaşamış, kamusal yaşam ise savaşın bıraktığı derin travmalar nedeniyle derinden sarsılmıştı. Bu dönemde Almanya, kentlerin ve kurumların fiziksel yeniden inşasını yürütürken aynı zamanda Nazi dönemine özgü siyasal ve toplumsal uygulamalarla eleştirel bir yüzleşme sürecine girmek zorunda kaldı. Böylece kentsel mekân, tek bir kimliğin dayatıldığı bir araç olmaktan çıkıp, tarihsel deneyimlerin görünür kılındığı ve toplumsal farklılıkların müzakere edildiği bir alan olarak yeniden düşünülmeye başlandı. Bu yeniden düşünme süreci, savaşın ardından kamusal alanda hangi geçmişin hatırlanacağı ve hangisinin unutulacağı sorusunu da merkezî bir tartışma haline getirdi.
"Şehir değişiyor"
Holokost hafızası kamusal alanın önemli bir bileşeni olmayı sürdürürken, güncel tartışmalar yalnızca bu geçmişle sınırlı kalmıyor. Günümüzde, tıpkı bir dönem Yahudilerin şehir içindeki konumlarına ilişkin sorularda olduğu gibi, göçmen ve mülteci topluluklarının kentte nasıl görünür olacağı da yeniden gündeme yerleşmiş durumda. Bu bağlamda Almanya Şansölyesi Friedrich Merz'in 19 Ekim 2025'te Brandenburg'da yaptığı konuşmada dile getirdiği "Kentsel görünümde hâlâ bir sorun var" ifadesi, göç ve entegrasyon tartışmalarının artık şehirlerde kimin görünür olacağı sorusu etrafında şekilleneceğini gösteriyor. Burada Stadtbild etrafında süren tartışma yalnızca toplumsal algılarla değil, aynı zamanda partiler arası siyasal konumlanma mücadeleleriyle de belirleniyor. Merz'in bu çıkışı, özellikle son yıllarda aşırı sağcı AfD'nin güç kazandığı bölgelerde ortaya çıkan "şehir değişiyor" duygusunu merkez sağ bir dil üzerinden sahiplenme ve yönlendirme girişimi olarak okunabilir. Bu çerçeve hem koalisyon hükümetinin büyük ortağı CDU'nun kendi içindeki kültürel-muhafazakâr hattı güçlendirmekte hem de göç meselesini kimlik, görünürlük ve kamusal alan düzleminde yeniden tartışmaya açmaktadır.
Şansölye Merz'in aile geçmişine ilişkin tartışmalar ise, "kentsel görünüm" söyleminin kamuoyunda nasıl algılandığını etkileyen unsurlardan biri olarak değerlendirilebilir. Araştırmalara göre Merz'in büyükbabası Josef Paul Sauvigny, 1937 yılında kendi başvurusu ile NSDAP'ye (Nazi Partisi) üye olmuş ve savaş döneminde devlet bürokrasisinde memuriyet görevlerini sürdürmüştür. Merz, bu durumun kişisel bir aile geçmişi olduğunu ve kendi siyasal tutumlarıyla doğrudan ilişkilendirilemeyeceğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, Almanya'daki geçmişle yüzleşme ve kamusal hafıza tartışmaları göz önüne alındığında, bu aile tarihine dair bilgiler Merz'in "kentsel görünüm" söyleminin bazı toplumsal kesimler tarafından daha geniş bir tarihsel bağlam içinde yorumlanmasına zemin hazırlayabilmektedir.
Friedrich Merz'in "kentsel görünüm"e ilişkin açıklaması, göçmen statüsünde olup çalışmayan ve kurallara uymayan kişilerin şehir yaşamında hâlâ sorun oluşturduğu yönündeki değerlendirmesine dayanıyordu. Bu ifade, kısa sürede kamuoyunda ve siyasal aktörler arasında tartışma yarattı. Kimi çevreler söz konusu çıkışı toplumsal düzeni korumaya yönelik bir uyarı olarak yorumlarken, bazıları ise belirli grupların kamusal alandaki varlığını sorun olarak işaretleyen dışlayıcı bir yaklaşım olarak değerlendirdi. Açıklamaya yönelik eleştiriler özellikle Yeşiller ve Sol Parti (Die Grünen ve DieLinke) tarafından dile getirildi; bu partiler Merz'in söyleminin belirli göçmen topluluklarını hedef gösterdiğini ve toplumsal ayrışmayı derinleştirdiğini savundu. SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) içinden bazı isimler de şansölyenin ifadelerinin "genelleştirici" olduğunu belirterek benzer bir kaygıyı paylaştı.
Tartışma yalnızca göç ve uyum politikalarının sınırlarıyla değil, şehir mekânının kimler için güvenli ve erişilebilir bir yaşam alanı sunduğu sorusuyla da ilişkilendirildi. Bu bağlamda, aralarında yazarlar, gazeteciler, sanatçılar ve feminist aktivistlerin bulunduğu farklı kesimlerden kadınların "Biz kızlarız" başlığıyla yayımladığı kamuoyuna açık mektup, gündemin odağını kültürel görünürlükten kadınların kamusal alanda güvenli bir biçimde var olabilme hakkına kaydırdı. Mektup, şehir deneyimlerinin yalnızca kültürel kimlik tartışmaları üzerinden değil, cinsiyet temelli güvenlik ve eşitsizlik meseleleri üzerinden de anlaşılması gerektiğini vurgulayarak Stadtbild söylemini daha geniş bir toplumsal tartışmanın parçası haline getirdi.
Bu bağlamda, Stadtbild kavramının tarihsel olarak kamusal alanda kimin varlığının doğal, kimin varlığının ise sorun olarak gösterildiğini belirleyen dışlayıcı bir düşünme biçimini beslediği hatırlanmalıdır. Merz'in açıklaması da bu çizgiyi yeniden harekete geçirerek, bazı toplulukların şehirde görünür olmasının problem olarak sunulması riskini taşımaktadır. Burada, geçmişte Yahudilerin "şehir düzeni için tehdit" olarak kurgulanması ile bugün göçmenlerin benzer biçimde konumlandırılması arasında doğrudan bir eşitleme yapmak gerekmese de, tehlikenin her dönemde "başka" olarak görülen bir gruba yöneltilmesi dikkat çekicidir. Buna karşılık feminist aktörlerin "Biz kızlarız" mektubuyla tartışmayı kadınların kamusal alana güvenli ve eşit erişim hakkı üzerinden kurmaları, meselenin yalnızca kültürel uyum veya demografi politikalarıyla açıklanamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla bugün Stadtbild üzerine yürütülen tartışma, geçmişteki dışlayıcı mekânsal pratiklerin tekrarlanma ihtimaline karşı uyarıcı bir işlev görmeli; kamusal alanın farklı toplumsal deneyimleri tanıyan, çoğulcu ve güvenli bir ortak yaşam zemini olarak yeniden düşünülmesini gerektirmektedir.