Almanya'da Türkiye seçimi!

Prof. Dr. Özcan Hıdır / Sabahattin Zaim Üniversitesi
9.09.2017

Almanya Erdoğan’ı 2019’da seçtirmeme üzerine bir stratejiyle hareket ediyor. Bu stratejinin Türkiye’de inceden inceye devreye sokulduğu, önümüzdeki süreçte ise çok daha yoğun-sofistike yöntemlerle işleneceği anlaşılıyor. Bu konuda Almanya’nın yanısıra diğer bazı AB ülkeleri de başat rol oynuyor, oynayacak. Almanya ve AB ülkelerinde bunu boşa çıkaracak, reaksiyonerlik ve duygusallıktan uzak hamlelerin ivedilikle devreye sokulması elzemdir.


Almanya'da Türkiye seçimi!

İslamofobinin tarihteki önemli bir versiyonu olarak “Türkfobi”nin son dönemlerde Avrupa’da -aslında Batı’da- yeni bir tezahürüyle karşı karşıyayız: “Erdoğanfobi”. Gün geçmiyor ki, Avrupa’nın merkez veya periferik ülkelerinde “Erdoğanfobik” bir söylem veya eylem ortaya konmamış olsun. Hatta bu korku artık açık bir karşıtlığa da evrilmiş durumda. Yani artık “Erdoğan korkusu” değil de “Erdoğan karşıtlığı”ndan söz etmemiz gerekir.

Bu korku-karşıtlık son olarak 24 Eylül’de seçime gidecek olan Almanya’da zirve yapmış gözüküyor. Gerek Şansölye Merkel gerekse rakibi SPD Başkanı Schulz’un en önemli seçim malzemesi, Türkiye’nin AB’ye üyeliği ve Erdoğan karşıtlığı olmuş durumda. Her ikisi de ülkelerinin ve dünyanın devasa sorunlarını bir yana bırakıp en önemli seçim malzemesi olarak Türkiye-Erdoğan’ı yapıyor; Türkiye’ye yönelik çatışma ve cephe siyaseti yürütüyorlar. Alabildiğine popülist söylemle Schulz, şansölye olursa mülteci anlaşmasını iptal edeceğini, müzakereleri keseceğini söylerken Merkel, nispeten stratejik davranarak mülteci anlaşmasını savunuyor; ancak seçim sonrasında Türkiye ile müzakereleri sonlandırmayı AB gündemine getireceğini söylüyor. Bu durum sadece Merkel ve Schulz ile de sınırlı değil, üstelik. Mesela seçim sonrasında Merkel’in partisi (CDU) ile koalisyon ortağı olması muhtemel Liberal Parti başkanı Lindner de, Türkiye ile tüm ekonomik işbirliklerini kesmeyi, AB müzakerelerini durdurmayı talep ediyor.

Almanya’nın sağı-solu aynı

Bu durum, sağ ve sol partiler arasında İslam, Müslümanlar, Türkiye ve Erdoğan söz konuş olunca hemen hiç bir fark kalmadığını gösteriyor. Sağ, sol, liberal, yeşil tüm partiler İslam ve Türkiye-Erdoğan karşıtlığında kolayca birleşebiliyor. Hatta Almanya’da Schulz’un lideri olduğu ve geçmişte Almanya’daki Türklerin neredeyse yüzde 60’ının oyunu alan SPD, Hollanda’da L. Ascher’in liderliğini yaptığı ve Türklerin büyük oranda oy verdiği İşçi Partisi (PvdA) örneklerinde görüldüğü üzere, geçmişte Türkiye’ye nispeten sıcak söylem içerisinde olan sol partiler bu karşıtlıkta çok daha fazla ön almaya başlamıştır. İdris Küçükömer “Türkiye’de sağ aslında soldur, sol da sağdır” demişti. İslam, göçmen, yabancı, Türkiye ve Erdoğan karşıtlığında Avrupa’daki sol partilerdeki –değerlerini inkâr edercesine- gidişat da budur.

Öte yandan dikkatle gözlendiğinde bu liderlerin sözlerinde Türkiye ile Erdoğan’ı ayrıştırma amaçları da sezilmiyor değil. Burada Türkiye ve Türklere inceden inceye, “bizim problemimiz aslında Türkiye ve Türklerle değil, Erdoğan ile” mesajı verildiği açıksa da, esasen Erdoğan bahane edilerek AB’nin Türkiye’ye yönelik siyasetinde önemli bazı değişikliklere gitme, nihayetinde de AB’ye üyelik müzakerelerini sonlandırma niyeti anlaşılıyor. Hatta bunu mümkünse Türkiye’nin ve Erdoğan’nın kendisinin yapması isteniyor. Aslında bu sadece Almanya’da değil, Fransa, Avusturya, Hollanda ve Belçika başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de inceden inceye kamuoyunda işleniyor. Bütün bunlar, bugünlerde Almanya’nın başı çektiği Avrupa’daki Türkiye-Erdoğan’a yönelik söylem ve eylemlerin konjonktürel olmadığını paradigmal bir değişimi ifade ettiğini, daha derinlerdeki tutum değişikliklerinin göstergeleri olduğunu ve dolayısıyla 24 Eylül seçimleri sonrasında da süreceğini gösteriyor.            

Burada “Almanya-Avrupa neden bunu yapıyor ve neden şimdi yapıyor” sorusu anlamlı hale geliyor. Bu soruya çok farklı cevaplar verilebilir, elbette. Ancak öncelikle bu tür gelişmeleri tarihi hafıza ile açıklamak da mümkün. Avrupa’da günümüzde cereyan eden islamofobik-türkfobik ve Erdoğanfobik söylem, eylem ve trendleri bir yönüyle tarih ile ilişkilendirmek icap eder. Zira İslam, Müslümanlar ve Türkler söz konusu olduğunda tarih, -maalesef- modern versiyonları ile tekerrür ediyor. Avrupa’da hemen önemli pozisyonlara ge(tiri)len liderlerin tamamı kendileri açısından iyi bir tarih eğitimi de aldıklarını -veya tarih bilgisine sahip olduklarını- söyleyebiliriz. Bu meyanda da İslam ve Müslümanlara yönelik fobi-karşıtlığın yanı sıra bir “Türk korkusu” zihinlerin bir köşesinde hep durur. Türkiye ve Türkler ile alakalı en küçük bir olayda bile zihinlerde bu korku aktive olabiliyor, söylem ve eylemleri etkileyebiliyor. Bugünkü Avrupa’nın zihin kodlarının oluşmasında öne çıkan Dante, Voltaire, Martin Luther, John Calvin, Erasmus gibi şair ve düşünürlerin hemen tamamı İslam ve Türk karşıtı söylem-eylem ve kitaplara sahip olması tesadüf olmasa gerek.

Ancak bunun tek nedeni olarak tarihi ve tarihteki Türkfobi’yi göstermek de tabiatıyla günümüzü anlamada yetersiz olacağı gibi, doğru da değildir. Dolayısıyla Türkfobik-Erdoğanfobik trendin başka önemli saikleri olmalıdır. Burada ilk akla gelen 24 Eylül’deki Almanya genel seçimleri ve seçim atmosferidir. Buna göre özellikle Trump’ın başkan seçilmesiyle popülizmin global planda yükseliş trendine girdiği günümüzde Avrupa’daki hemen her seçim atmosferinde yabancı ve İslam karşıtlığının yanı sıra özellikle de Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı alabildiğine prim yapmakta ve bir “oy kapısı” olarak görülmektedir. Hatta bu karşıtlık, Türkiye ve Erdoğan ile alakalı makale-kitapların alabildiğine artış gösterdiği son yıllarda Batı’da bir “sektöre-ekmek kapısı”na da dönüşmüş durumda. Cumhurbaşkanımızın nitelemesiyle, Almanya başta olmak üzere Avrupa’da gece-gündüz Türkiye, Ak Parti ve Erdoğan ile uğraşan bir kesim mevcut. Ancak bu da tek başına sözünü ettiğimiz karşıtlığı açıklamaya yetmez.

Avrupa’nın iç problemleri

Burada Avrupa’nın içine düştüğü varoluşsal krizden de söz etmeliyiz. Zira dünyanın ABD ve Rusya ekseninde yeniden iki kutuplu bir trende girmeye başladığı bu dönemde AB tabir yerinde ise a’rafta kaldı. AB olarak ne kendi içindeki ırkçılık, ayırımcılık, yabancı ve İslam karşıtlığı, göçmenler, güvenlik, yaşlılık gibi kronikleşmiş sorunlara yönelik bir varlık gösterebiliyor, ne de küresel-bölgesel olaylara, hep öne sürülen sözde AB değerleri (!) çerçevesinde müdahalede bulunabiliyor. Aksine 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki ikircikli tavrı ve Mısır’daki darbeyi destekleyen tutumunda görüldüğü üzere, yücelttiği değerlerine taban tabana zıt tutumlar sergileyebiliyor. Aslında bu durum, AB açısından tam bir sıkışmışlık halini yansıtıyor. Üstelik özellikle Trump sonrasında ABD ile örtülü bir siyasi-ekonomik mücadeleye de girdiği gözlerden kaçmıyor ki, burada da AB içinde Almanya başat rol oynuyor. Hatırlanacağı üzere ABD mahkemesinin Alman Volkswagen firmasına emisyon testi manipülasyonu nedeniyle yakın zamanlarda 10 milyar dolardan fazla ceza vermesine AB, İrlanda’da bulunan Microsoft’a verdiği cezalarla karşılık vermiştir. 

AB’nin dağılması veya bölünmesine yol açabilecek ayrışma-kavga da burada zikredilmelidir. Mesela yürürlükteki Avrupa yönetmeliğinin AB’nin ruhuna aykırı olduğunu söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Avrupa bir süpermarket değildir” açıklaması ile de Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini, özellikle de Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovenya’yı hedef alan bir açıklama yapmıştır. Yine AB Komisyonu Polonya’yı yargı reformu konusunda oldukça sert sözlerle uyarmıştır. Görevi sona eren Budapeşte’deki Hollanda Büyükelçisi’nin Macaristan’ı eleştiren sözleri üzerine Hollanda ve Macaristan arasında büyükelçinin çekilmesiyle sonuçlanan diplomatik kriz yaşanmıştır. Bütün bunlara ilave edilecek diğer sebepler, AB içinde Merkel-Macron ile daha ziyade şekillenen Batı Avrupa ekseni ile Orta ve Doğu Avrupa ekseni örtülü bir iç kavganın içindedirler. Bu iç kavgaların, Almanya’nın AB içindeki ağırlığını yani “Almanya AB’dir, AB Almanya’dır” algısını aşındırdığı söylenebilir. Merkel ve Schulz’un Türkiye’nin AB müzakerelerinin sonlandırılmasına yönelik açıklamaları üzerine AB içinden soğukkanlı-nispeten yapıcı ve Almanya yaklaşımına mesafe koyan açıklamaları da not edebiliriz. Bu olgu, Merkel’in Türkiye-Erdoğan karşıtlığını AB’ye yaymak istemesi AB cenahında istenilen karşılığı bulmamışa benziyor. Ancak Ekim’deki AB zirvesinde ne olacağını göreceğiz.

Bu tür varoluşsal sorunların ve bir kavganın içinde olan AB ve Almanya için Türkiye ve özellikle Erdoğan karşıtlığı Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın’ın teşhisiyle, kendi acil sorunlarının ötelenmesine, düşman bir öteki üzerinden rahatlama vesilesine dönüşmüş durumda. Esasen Avrupa-Batı’nın hep bir ‘öteki’si olmuştur; bilhassa Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren bu öteki-düşman İslam olarak belirlenmiş; 11 Eylül sonrasında ise bu düşmanlık iyice belirginleş(tiril)miştir. Bugünlerde ise Almanya öncülüğünde Avrupa bu ‘öteki’ni Türkiye-Erdoğan olarak belirlemiş gözüküyor. Hatta çok daha spesifik tarzda söyleyecek olursak Avrupa’da Ak Parti’ye oy veren Türkler bu öteki muamelesinin başat aktörleridir. Hatta Ak Parti destekçisi kurum, kuruluş ve şahısların fişlenmeye başladığı yönünde pek çok duyum var. Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel ve Adalet Bakanı Maas’ın ortaklaşa kaleme aldıkları bir makale, Almanya’da yaşayan ülkesini seven Türkiyelilere gizli tehditler içeriyor; asimilasyoncu mantıkla Almanya’daki Türk toplumunun TRT yerine ZDF izlediğinde Alman olacağı, cami ve cemaatlere etki edenlerle mücadele edileceği, Erdoğan’a yakın olan derneklerin dikkatle inceleneceği, Erdoğan’a karşı mücadele edenlerin ise destekleneceği mesajları veriliyor.

Meseleyi Almanya-Türkiye özelinde ele alırsak, ilişkilerin bu boyuta gelmesinde şu önemli sebeplerin etkisinin olduğunu söyleyebiliriz: 17-25 Aralık ve özellikle 15 Temmuz sonrasında Almanya’nın, iltica eden FETÖ mensuplarına kucak açması, PKK’lıların rahatça faaliyetlerine izin vermesi, yasadışı faaliyetleri sebebiyle Türkiye’deki bazı Alman vatandaşlarının tutuklanması, Türkiye’deki Alman vakıflarının amaç dışı faaliyetleri, İncirlik’teki Alman askeri varlığının taşınması, 16 Nisan Referandumu sürecinde Almanya’nın Türkiye’den “evet” propagandası için giden AK Parti’li bakan ve siyasetçilerin konuşmalarına izin vermemesi, Almanya’nın Diyanet imamları ile UETD başta olmak üzere Türklere ait bazı kurum ve cemaatlere yönelik negatif tutumları. Bütün bunlara Türkiye’nin Frankfurt Havaalanı’nın işlevini azaltacak 3. Havaalanı’nı inşa etmesi, Türkiye’nin gittikçe bir enerji koridoru olma yolunda ilerlemesi, bölgesinde ve dünyadaki siyasi-ekonomik etkinliğinin artması, Almanya başta olmak üzere yurtdışındaki soydaşları ile çok daha aktif ilgilenmesi, Almanya’nın da etkin olduğu Balkanlar, Orta Doğu ve Afrika başta olmak üzere hinterlandındaki ülkeler üzerindeki etkinliğini arttırması gibi sebepleri de katabiliriz. Yani Türkiye eski Türkiye değildir ve Almanya bunu kabullenememektedir.

Öte yandan Almanya’dakine benzer söylem-eylem ve tutumların, Hollanda, Avusturya, Belçika gibi ülkelerde de var olduğu biliniyor. Yaklaşık 7 aydır hükümet kuramayan Hollanda’da, her ne kadar son dönemlerde bu tür söylemleri fazla duymasak da, bilhassa 11 Mart’taki Rotterdam olaylarından sonra Türkiye-Erdoğan karşıtı bir iklimin varlığı alabildiğine hissediliyor; Erdoğan-Ak Parti’ye destek veren bazı işadamlarına psikolojik baskıların yapıldığına dair duyumlar alınıyor. Yine “Türkiye’nin AB üyeliği imkânsız” açıklamasını yapan Avusturya Başbakanı ile hemen her fırsatta Türkiye-Erdoğan karşıtı açıklamalar yapan Dışişleri Bakanı Kurz’un ülkesi Avusturya’da da benzer tutular sergileniyor. Bütün bunlar Almanya’da -aslında belki de Avrupa’da- Türkiye’de Ak Parti’yi ve dolayısıyla Erdoğan’ı desteklemenin neredeyse suç sayılacağı bir dönemin habercisidir ki, bu tutum Almanya’yı II. Dünya Savaşı öncesi siyasi ortama sürükler. Avrupa’daki Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudileri konumuna itilmeye başladığına dair bizzat Yahudi din adamları ve bazı akademisyenlerden gelen uyarılarla birlikte düşünüldüğünde bu gidişat, AB, Almanya ve tabiatıyla Batı-Avrupa ülkelerindeki 6-7 milyon Türk için alarm zillerinin çalması demektir.

2019 seçimleri ve Almanya

Almanya’nın AB’yi de arkasına alarak Türkiye ve özellikle Erdoğan’a yönelik bütün bu tutumlarının ardındaki en önemli sebeplerden biri olarak Türkiye’de 2019’da yapılacak seçim olduğunu söyleyebiliriz. Alman Dışişleri Bakanı Gabriel’in “Erdoğan varken Türkiye asla üye olamaz” cümlesinde tebellür ettiği üzere, Türkiye halkına, “Erdoğan ile arana mesafe koymazsan AB’den uzaklaşır, Türkiye izole olur” mesajı verilmeye çalışılmaktadır. Bu temanın 2019’a giden süreçte farklı versiyonları ile pek çok Batı ülkesinde öne çıkarılacağını öngörebiliriz. Merkel, Schulz ve AB’nin diğer ülkelerinin liderlerinde Erdoğan ile Türkiye’yi ayrıştırma söylemlerinin gerisinde yatan saik de budur. Kılıçdaroğlu’nun bir Alman dergisine verdiği Türkiye’nin güvenli olmadığı yönündeki talihsiz beyanının buna hizmet ettiği ve ayrıca Akşener’in kuracağı partinin en önemli işlevlerinden birinin bu olacağını öngörebiliriz. Buradaki en önemli amaç, Erdoğan’ı 2019’da seçtirmeme üzerine kuruludur. Bu stratejinin Türkiye’de inceden inceye devreye sokulduğu, önümüzdeki süreçte ise çok daha yoğun-sofistike yöntemlerle işleneceği anlaşılıyor. Merkel ve Schulz’un Erdoğanfobik son açıklamaları göz önüne alındığında bu stratejinin hedefe ulaşmasında Almanya başta olmak üzere, diğer bazı AB ülkeleri de başat rol oynuyor, oynayacak. Almanya ve AB ülkelerinde bunu boşa çıkaracak, reaksiyonerlik ve duygusallıktan uzak, hamlelerin ivedilikle devreye sokulması elzemdir ki, bu hamlelerin neliği-niteliği bir başka yazının konusudur.      

[email protected]