Almanya'nın yeni güvenlik paradigması: Caydırıcılığın inşâsı

Salih Şimşek/ Yazar
20.05.2025

Almanya açısından mesele, yalnızca Putin'in ne yapacağıyla sınırlı değildir. Belki daha da mühimi, Washington'un ne yapmayacağıdır. Bu müphemlik, Almanya'nın güvenliğini dış aktörlere ve geleneksel ittifaklara emânet edemeyeceği bir döneme inkılâp ettiğini göstermektedir. Artık Alman karar vericileri, güvenlik konusunda en düşük ihtimâlleri dahi göz ardı etmemekte, bu ihtimâlleri, yüksek etkili riskler olarak değerlendirmekte ve buna göre kurumsal hazırlık süreçlerini tasarlamaktadır.


Almanya'nın yeni güvenlik paradigması: Caydırıcılığın inşâsı

Salih Şimşek/ Yazar

2025 yılı itibâriyle Almanya, Avrupa güvenliğinin artık yalnızca diplomatik çabalarla sürdürülemeyeceğini, hattâ korunamayacağını net bir şekilde kavramış görünmektedir. CDU, CSU ve SPD partilerinden oluşan yeni koalisyonun iş başına gelmesiyle berâber Almanya'nın dış ve güvenlik politikalarında yalnızca hükûmet düzeyinde değil, daha yapısal ve kurumsal anlamda bir zihnîyet değişimi yaşanmaktadır. Bu tekâmül, klasik mânâda yalnızca bir ordu reformundan ibâret değildir. Bilâkis, bu değişim, Almanya'nın sadece güvenliğe değil, Avrupa'daki tarihî rolüne dâir yeni bir tanıma, yeniden bir misyona yönelmesidir. Berlin, artık uluslararası güvenlik krizlerine yalnızca diplomatik kolaylaştırıcı yâhut arabulucu sıfatıyla değil, caydırıcı bir aktör olarak da yanıt verme niyeti belirtmektedir.

Bu değişimin temelinde, Rusya-Ukrayna savaşının oluşturduğu yeni parametreler yatmaktadır. Almanya'daki güvenlik çevreleri açısından bu savaş, yalnızca Doğu Avrupa'da cereyân eden bölgesel bir kriz değil, Avrupa güvenlik mimârisinin doğrudan hedef alındığı sistematik bir sınamadır. Kremlin'in Ukrayna'daki askerî harekâtı, bir ülkeye yönelik askerî saldırıdan çok daha fazlası olarak değerlendirilmektedir. Bu müdahale, Soğuk Savaş sonrası düzenin sınırlarını zorlayan, Batı'nın caydırıcılık kapasitesini test eden ve Avrupa'daki güç dengelerini kökten sarsan bir jeopolitik hamle olarak okunmaktadır. Mâmafih, Almanya'nın bu çatışmaya verdiği cevap da artık insanî yâhut ideolojik gerekçelerle sınırlı değildir. Bu çatışmanın Almanya'ya dolaylı fakat belirleyici sonuçlar doğurabileceği düşüncesi, Berlin'in politik reflekslerini hızla değiştirmiştir.

Berlin'deki güvenlik çevreleri mûcibince Ukrayna savaşının bir "ateşkesle" veyâ icbâr edilen bir barışla sona ermesi ilk bakışta olumlu bir gelişme gibi görünse de, uzun vâdede çok daha büyük bir güvenlik açığına sebebiyet vereceği muhakkaktır. Bir ateşkes senaryosu, Rusya'nın savaş alanındaki kayıplarını telâfi etmesi, askerî kadrolarını yeniden eğitmesi ve cepheye sürülebilecek teçhizâtını tâmir etmesi için altın değerinde bir süre sağlayacaktır. Uydu görüntüleri ve açık kaynak analizlerine göre Rusya'nın mevcut tank rezervlerinin yaklaşık yüzde 30 ila yüzde 40'ı savaşta kullanılamayacak durumda. Ancak bu veriler yanıltıcı olabilir. Çünkü Rusya, ayda ortalama 50 yeni tank üretme kapasitesine sâhip ve her ay yaklaşık 100 eski tankı onarıp tekrar tedâvüle sokmaktadır. Kayıp sayısı kadar üretim kapasitesi de stratejik olarak belirleyicidir. Söz konusu veriler ışığında Rusya'nın yıpranmış olmasına rağmen, önümüzdeki birkaç yıl içinde savaş kapasitesini yeniden toparlaması muhtemeldir.

Topçu sistemleri açısından da benzer bir durum geçerlidir. Her yıl yaklaşık 2 bin topçu sistemi kaybeden Rusya, bu sistemleri yılda yalnızca 100 civarında yeniden üretebilmektedir. Bu fark, zamanla askerî kapasitenin düşmesine sebep olacaktır. Ancak bu düşüş, Almanya gibi ülkeler için kısa vadede bir rahatlama değil, âcil bir hazırlık sürecinin gerekliliği anlamına gelmektedir. Çünkü bu boşluk süresi –yani Rusya'nın yeniden toparlanması için ihtiyaç duyduğu birkaç yıl– Avrupa ülkeleri açısından stratejik olarak değerlendirilmesi gereken bir zaman aralığıdır. Bu zaman zarfında hazırlık yapılmazsa, ileride çok daha büyük mâliyetlerle karşılaşılacağı hesâp edilmektedir.

Sistem merkezli güvenlik doktrini

Berlin'de bu analiz yalnızca Rusya'nın kısa vâdeli askerî durumu ile mahdud değildir. Almanya, Rusya'yı ve bilumum "neo-emperyal" devletleri sadece bir "Putin rejimi" veyâ "otoriter liderler" sorunu olarak değil, çok daha derin ve kalıcı bir tehdit olarak algılamaya başlamıştır. Yani Almanya'nın güvenlik doktrini artık sadece birey merkezli değil, sistem merkezlidir. Zirâ Rus güvenlik bürokrasisinin, tarih boyunca genişleme ve nüfûz inşâsı üzerinden şekillenen karakteri, yalnızca bir şahsın siyasî tasarruflarıyla izah edilemez. Aksine, Putin sonrası dönemde dahi bu yapının dağılmayacağı, bilâkis daha katı ve istikrarlı biçimlerde devam edebileceği öngörülmektedir. Bu değerlendirme, Almanya'nın yalnızca mevcut liderliğe değil, genel olarak Rusya'nın devlet yapısına ve dış politika geleneğine yönelik şüpheyle yaklaşmasını berâberinde getirmektedir.

Dolayısıyla Almanya'nın güvenlik politikası, artık sadece risk yönetimi değil, risk önceliklendirmesi üzerine kurulmaktadır. Rusya'nın ortada vâdede Baltık'ta askerî bir harekâta teşebbüs edeceği gibi düşük olasılıklı senaryolar dahi yüksek etkili tehditler olarak değerlendirilmektedir. Bu anlayış, Almanya'nın bugüne dek izlediği "ihtiyatlı dış politika" çizgisinden keskin bir kopuş anlamına gelmektedir. Artık Berlin, olasılığı düşük olsa da etkisi yüksek tehditleri, stratejik planlamanın merkezine koymaktadır. Bu yeni yaklaşım, yalnızca Almanya'nın kendi topraklarını değil, Avrupa'nın doğusundaki sınırlarını da doğrudan kendi güvenlik alanının parçası olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Bu bağlamda Almanya'nın Ukrayna'ya doğrudan asker göndermeden, Ukrayna'nın Rusya'ya karşı direnç göstermesini desteklemesi, yalnızca bir dayanışma ve uhuvvet tezâhürü değil, doğrudan Almanya'nın kendi güvenlik çıkarlarını koruma çabası olarak görülmelidir. Çünkü Ukrayna'daki cephe hattının güçlü kalması, yalnızca Kiev'in değil, Berlin'in ve Brüksel'in de savunma hattıdır.

Yapısal bir kırılma

Ancak Almanya açısından günümüzdeki güvenlik tehdidi yalnızca doğudan, yani Rusya'dan değil, aynı zamanda Batı'dan, yani kendi tarihi müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri'nden de kaynaklanmaktadır. Bu, Alman siyaset retoriğinde her zaman âşikârâne ifâde edilmese de özellikle bâzı neşriyâtlarda, dış politika analizlerinde ve savunma planlamalarında ağırlıklı bir yer işgâl etmeye başlamıştır. Donald Trump'ın yeniden ABD başkanı olması, Almanya'da kolektif savunma mimârisine yönelik güveni ciddî biçimde sarsmaktadır. Trump'ın NATO'ya yönelik sert eleştirileri, Almanya'nın askerî harcamalarını yetersiz bularak güvenlik yükümlülüklerini sorgulaması, Putin'le oluşturduğu temas, Zelenski'ye Beyaz Saray'da sergilediği tavır, gümrük târifeleri ve transatlantik ilişkilerde maliyet-etkinlik söylemini öne çıkarması, Berlin'de artık münferit bir siyasî tavır değil, yapısal bir kırılma olarak değerlendirilmektedir.

Dolayısıyla Almanya açısından mes'ele, yalnızca Putin'in ne yapacağıyla sınırlı değildir. Belki daha da mühimi, Washington'un ne yapmayacağıdır. Bu müphemlik, Almanya'nın güvenliğini dış aktörlere ve geleneksel ittifaklara emânet edemeyeceği bir döneme inkılâp ettiğini göstermektedir. Artık Alman karar vericileri, güvenlik konusunda en düşük ihtimâlleri dahi göz ardı etmemekte, bu ihtimâlleri, yüksek etkili riskler olarak değerlendirmekte ve buna göre kurumsal hazırlık süreçlerini tasarlamaktadır. NATO'nun beyin ölümünün yaşanıp yaşanmadığı tartışmasın tekerrürü bu bağlamda salt retorik değil, gerçek bir kurumsal endişeye dönüşmüştür. ABD'nin dış politika dalgalanmalarının, özellikle Avrupa'daki güvenlik garantilerine etkisi, Berlin'de stratejik planlamanın merkezine yerleştirilmiştir.

Savunma seferberliği

Bu çerçevede Almanya'nın savunma stratejisi yalnızca askerî-taktik seviyesinde değil, aynı zamanda anayasal düzeyde bir reformla desteklenmiştir. Federal Anayasa'da yapılan değişiklik ile birlikte borç freni uygulaması -yani devletin bütçesel açığını sınırlayan kurallar- savunma ve güvenlik harcamaları açısından askıya alınmıştır. Bu değişiklik Yeşillerin de telkîniyle sadece askerî harcamaları değil, aynı zamanda istihbarat, dijital güvenlik, kritik altyapılar ve stratejik teknolojilere yönelik yatırımları da kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Böylece federal bütçede savunmaya ayrılan pay yüzde 2'nin üzerine çıkarılmış; 2026 itibarıyla bu oranın yüzde 3,5 seviyesine kadar yükseltilmesi hedeflenmiştir. Hâlihazırda yüzde 5 oranı dahi bâzı kesimlerce dillendirilmektedir. Bu, Almanya tarihinin savaş sonrası döneminde ilk kez bu denli yüksek düzeyde bir savunma seferberliğine girişmesidir.

Her şeye rağmen güvenlik yalnızca mâliyetle sağlanabilecek bir alan değildir. Bundeswehr'in, yani Alman ordusunun mevcut insan gücü yaklaşık 183 bin kişiden oluşmaktadır. Hedef ise 2031 yılına kadar bu sayının 203bine çıkarılması ve buna ek olarak 60 bin kişilik bir hazır yedek gücün te'sis edilmesidir. Ne var ki bu hedefin önünde yapısal zorluklar bulunmaktadır. En temel sorunlardan biri, subay oranının toplam personel içinde yüzde 25 seviyesine yaklaşmasıdır. Prusya krallığı devrinde Alman ordusundaki subay oranı yaklaşık yüzde 4 seviyesindeydi. Bu durum, komuta kademesinin şişkinliği karşısında saha personeli yetersizliği gibi operasyonel dengesizlikler doğurmakta, gerçek anlamda muharip bir ordu yapılanmasını engellemektedir.

Bunun yanında Almanya, yeni nesil savaş teknolojilerinde ciddî eksiklikler yaşamaktadır. Özellikle drone sistemleri, elektronik harp kapasitesi, yapay zekâ destekli operasyonel karar sistemleri gibi alanlarda gerek teknolojik üretim, gerekse taktik uygulama düzeyinde yetersizlik mevcuttur. Bu açığın kapatılması amacıyla Ukrayna ordusuyla teknolojik işbirliğine gidilmiş; özellikle 2024'ten itibaren bilgi paylaşımı, saha deneyimi aktarımı ve yazılım desteği gibi alanlarda temaslar kurulmuştur. Ancak bu işbirliği henüz kurumsal bir dönüşüme evrilmiş değildir.

Askerî dönüşümün sürdürülebilir kılınması, yalnızca Savunma Bakanlığı'nın değil, federal yönetimdeki diğer kilit bakanlıkların da etkin katılımını gerektirmektedir. Örneğin yeni nesil panzerlerin şehir içinden ve köprülerden geçebilmesi için yolların genişletilmesi, köprülerin güçlendirilmesi gibi altyapı projelerinin Ulaştırma Bakanlığı tarafından yürütülmesi zarurîdir. Askerî hazırlığın toplumsal hayâta nüfûz ettiği bu yeni denklemde, artık askerlerin sivil mesai saatlerine tâbi olmaması yâhut kritik sektör çalışanlarının harp düzenine göre yeniden konumlandırılması gibi düzenlemelerde, Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığı'nın sürece yalnızca eşlik etmesi değil, bizzat yön verici bir rol üstlenmesi zarurî hâle gelmektedir. Ancak hâlihazırda bu tür bakanlıklar arası âhenk tam anlamıyla kurulamamıştır. Bürokratik engeller ve mevzuat, eşgüdümün önünde ciddî bir engel teşkîl etmektedir.

Son olarak Almanya Dışişleri Bakanlığı da bu yeni güvenlik paradigması içinde mühim bir yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Geleneksel diplomatik reflekslerin ötesine geçilerek, güvenlik politikalarının dış politikanın ayrılmaz bir parçası hâline getirilmesi hedeflenmektedir. Müsteşar ve danışman kadrolarında, kriz yönetimi, NATO planlaması, hibrit tehditler ve siber güvenlik gibi alanlarda uzman kişilere yer verilmiştir. Böylece Almanya dış politikasını artık yalnızca barış diplomasisiyle değil, gerektiğinde sert güç unsurlarıyla desteklenmiş çok boyutlu bir güvenlik vizyonuyla yürütmektedir.

Bugün Almanya retorik olarak da yalnızca barışı muhâfaza etme çabası içinde olan bir ülke değildir. Barışı ancak kararlı bir caydırıcılıkla sürdürülebileceğini ittihâz etmiş, bu doğrultuda yapısal reformlara girişmiş bir devlettir. Bu kabul, geçmişin idealist mirâsından değil, bugünün kırılgan jeopolitiğinden doğmaktadır. Ancak hayâta geçip geçmeyeceği husûsu henüz kesin olarak öngörülememektedir.