Altın Portakal'da yaşananlar zihinsel kolonyalizmin örneğidir

Yekta Şirin/ Yazar
10.10.2023

Soykırım, darbe teşebbüsü, terör propagandası ne zamandır demokratik bir eylem olarak görülmeye başlandı? 130 kişinin öldüğü 2015 Paris saldırılarının ardından bu terör saldırılarını gerçekleştirenleri aklamaya dönük çekilen bir yapım Cannes Film Festivali'nde gösterilebilir miydi?


Altın Portakal'da yaşananlar zihinsel kolonyalizmin örneğidir

Ressam Malik Arsel, 'Sanat ve Folklor' adlı eserinde ülkemizde üretilen sanatın değerinin takdir edileceği yeri 'dışarısı' olarak tanımlar; "Burada sanatkârın değeri, dışarıdan gelecek takdire bağlıdır. Dışarıda beğenilirse, içeride de beğenilme şansı artar." Dışarının neresi olduğunu sanırım herkes tahmin edecektir. Burada kastedilen dışarısı elbette Batıdır. Batı tarafından onaylanma eğilimi modernleşme süreçlerine ilişkin çokça tartışılmış bir konudur. Bazı aydınlar, modernleşme/Batılılaşma/çağdaşlaşma tartışmalarının cumhuriyet dönemiyle başlamadığını özellikle 1800'lerle birlikte coğrafyamızda bu konuların ele alındığını belirtir. Özellikle kültür ve sanat alanında atılan bazı adımlar buna örnek gösterilir. Örneğin, Beşir Ayvazoğlu, yıllar önce Defter dergisinin 'Müzik ve Cumhuriyet' konulu dosyasında verdiği söyleşide, otoritenin müziğe müdahalesinin Cumhuriyet'le başlamadığını, bunun daha uzak bir geçmişi olduğundan söz eder; "II. Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı ilgasıyla birlikte Mehterhane'nin de ilgası ve Muzıka-yı Hümayun'un kurulmasıyla başlayan bir şey." Ayvazoğlu metnin devamında sarayda Batı Müziğine yer açılmış olsa da Klasik Türk Müziğinin de icrasına devam edildiğini belirtir. Kısaca hem Batı hem de Türk musikisine alan açılmıştır. Fakat bu noktada asıl mühim olan hadise Türk musikisinin mutlak anlamda dışlanmaya başlaması sürecidir. Beşir Ayvazoğlu, söyleşinin devamında bu kopuşun Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından geldiğini belirtir; "Türk Musikisini tamamen dışlama yolunda ilk teşebbüsler gerçekten Cumhuriyet'in kuruluşunun hemen akabinde ortaya çıkıyor. Zannediyorum 1925'te Dar-ül Elhan'a gönderilen bir yazı ile birlikte. Maarif Vekili Mustafa Necati Bey'in 1925'te Dar-ül Elhan'a gönderdiği bir yazıyla Dar-ül Elhan'ın Türk Musikisi bölümü kapatılıyor."

Prof. Dr. Hakan Erdem de Osmanlı Modernleşmesiyle ilgili yaptığı bir değerlendirmede modernleşme süreçleriyle ilgili olarak isimleri en fazla zikredilen Osmanlı Padişahlarından III. Selim ve II. Mahmud'un motivasyonunun Batılılaşma olmadığını dile getirir. Modernleşme ile Batılılaşma kavramlarının birbirine karıştırıldığını belirten Erdem, gerileme/ilerleme/dağılma gibi tanımlar etrafında Osmanlı'nın son yüzyılda attığı adımların Batılılaşma şeklinde ifade edilmesini büyük bir yanılgı şeklinde değerlendirir. Bugünden geçmişe doğru bakıldığında yukarıda da ifade edildiği gibi özellikle kültür alanında atılan bazı adımların Batılılaşma gibi yorumlanacağını belirten Erdem, Osmanlı'da Modernleşmenin asla bir Batılılaşma hedefi olmadığını dile getirir.

TAKTİKSEL ÇABA

Bu açıdan Osmanlı'nın devleti yenilemek, gücü muhafaza etmek adına hayata geçirdiği reformları zorunlu taktiksel çaba olarak ifade etmek daha yerinde olacaktır.

Fakat, müzikten kıyafete, dilden kurumların inşaasına kadar Cumhuriyet elitlerinin çabası bu açıdan taktiksel bir adım olmanın ötesine geçerek, başka bir medeniyete dahil olma biçiminde görülmelidir. Zaten Cumhuriyet dönemi edebiyat eserlerinde ve günlük gazetelerin köşe yazılarında açık bir şekilde gözlemlenen Batı Medeniyetinin parçası olma çabası temel hedef olarak kabul edilmiştir. Bu açıdan özellikle kültür ve sanat çevreleri Batı sanatını merkeze alarak yeni bir üretim süreci başlatmışlardır. İmparatorluk bakiyesi bir toplumun sanat çevreleri kendi kültürel havzasından beslenmek yerine Batı sanatını ancak taklide yönelmişlerdir. Batı sanatının, evrensel bir norm olarak kabul edilmesinin bir sonucu olarak, Malik Arsel'in burada sanatkârın değeri, dışarıdan gelecek takdire bağlıdır, sözleriyle ifade ettiği durum ortaya çıkmıştır. Batı bir onay mercii olarak görülmüştür. Bir sanat eserinin özgünlüğü ve değeri Batı sanatına yaklaşılmasıyla ölçülmüştür. Türkiye'de üretilen sanat, uzun yıllardır Avrupa-merkezci bir bakışla üretilmiştir. Bu toprakların ya da farklı kültürlerin etkisiyle ortaya çıkan eserler bu açıdan ya görmezden gelinmiş ya da değersizleştirilmiştir.

EŞSİZ BİR MEŞRUİYET

Bu tartışmaların büyük oranda gözlemlenebileceği alanların başında da sinema gelmektedir. Ulusal sinema tartışmaları dönem dönem gündeme gelmiş olsa da yine Batı merkezli bakış açısına sahip göz sinemada egemen olmuştur. Anadolu coğrafyasının kültürel ve tarihsel havzasından beslenilmesi gerektiği meselesi tartışılmaya açılmış olsa da bu konular her zaman bastırılmıştır. Oysa sinemanın evrensel kriterleri olduğunu söyleyerek bu konuların tartışılmasına dahi izin vermeyen çevreler geçmişte evrensel standartlarda üretim yapamamışlardır. Bergman İsveç'ten, Ozu Japonya'dan, Tarkovsky Rusya'dan, Kiyarüstemi İran'dan, Bela Tarr Macaristan'dan, Wajda Polonya'dan, Sembene Senegal'den dünya sinemasına çok büyük katkılar yapmışken adeta bir tabu haline gelen Türk sinemasına yön veren yapımcı ve yönetmenlerin dünya sanatına önemli desteklerinden söz etmek zordur. Başarısız olmalarına rağmen bu isimlerin Türk sinemasına çerçeve çizebilmeleri ürettikleri sanatsal değerden çok bastıkları zeminle doğrudan ilgilidir. Bugün tartışılması gereken konu tam da budur. Bu zemin ise Avrupa'nın kodlarıyla konuşmak, düşünmek ve kamerayı o gözle kurmak üzerine şekillenmiştir. Güçlerini de bu zemin üzerinden devşirerek kendilerine eşsiz bir meşruiyet elde etmektedirler. Bu yolla zihinsel kolonyalizmin temsil biçimlerini en açık şekil şekilde yansıtmaktadırlar.

Son olarak Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Kanun Hükmü adlı yapım etrafında yaşanan tartışmalar Türkiye'de sanat çevrelerinde zihinsel kolonyalizmin hakimiyetini göstermesi açısından örnek teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Kanun Hükmü adlı yapım festival kapsamında belgesel kategorisine seçilmişti. Bu yapımda konu edilen kişilerin yargılanmasının devam ettiği ve FETÖ propagandası yapıldığı gerekçesiyle Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, "Festivalde sanatın gücü kullanılarak terör örgütü propagandası yapılmasına karşıyız" diyerek festivale destek vermeyeceklerini açıkladı. Ardından Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da "Festivalde terör örgütünün propagandasının yapılmasına kesinlikle müsaade edilemez. Kültür Bakanlığımızın almış olduğu kararı çok doğru buluyoruz" sözleriyle Ersoy'a destek oldu. Festival yönetimi önce bu yapımın seçkiden çıkarıldığını açıkladı daha sonra bu kararından vazgeçti ve sonuç olarak kamuoyundan da gelen tepkiler neticesinde festival iptal edildi.

Festival jurisinde yer alan isimlerin yaşananları sansür şeklinde nitelendirip, sinema festivalini siyasi iktidarla bir hesaplaşma aracına dönüştürmesi ise dikkatlerden kaçmadı. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, Türkiye'de meşruiyetini 'dışarıda' arayanların bazı kavramlara diledikleri gibi anlamlar yükleyerek bunları bir manipülasyon aracına dönüştürmeleridir. Örneğin, kısa bir süre önce uluslararası yayın platformu Disney'in, Ermeni lobililerin girişimiyle Atatürk dizisini yayınlamaktan vazgeçmesini sansür olarak görüp tepki göstermeyenlerin Altın Portakal'da yaşananlar karşısında bu kavramı hatırlaması tesadüf olabilir mi? 15 Temmuz darbe girişiminde 251 kişi hayatını kaybetti. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri gibi 15 Temmuz'da da Türk demokrasisine ağır bir darbe vurulmak istenmiştir. Altın Portakal jürisindekilerin, eğer gerçekten özgürlükçü bir sanatçı duyarlılığına sahiplerse böyle bir olay karşısında demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından yana tavır almaları gerekmez miydi? Bir yönetmen, Hitler'in Yahudi soykırımı karşısında masum olduğunu anlatan bir belgesel çekse bu belsegelin Berlin, Toronto, Venedik festivallerinde gösterilme şansı olabilir mi? Soykırım, darbe teşebbüsü, terör propagandası ne zamandır demokratik bir eylem olarak görülmeye başlandı? 130 kişinin öldüğü 2015 Paris saldırılarının ardından bu terör saldırılarını gerçekleştirenleri aklamaya dönük çekilen bir yapım Cannes Film Festivali'nde gösterilebilir miydi? Buna izin verilmediği takdirde Fransız sanatçıları yaşananları sansür olarak mı nitelendirirdi?

DARBEYİ ALKIŞLADILAR

Türkiye'deki sanat çevreleri ne dün ne de bugün özgürlükçü demokrat bir duruş gösterme konusunda çok başarılı olamadılar. Dinsel bir motivasyon ile sarıldıkları ideolojik taasupları onları bu şekilde davranmaya sevk etti. Sivil bir perspektife sahip olsaydılar bugüne kadar demokrasi şehitleriyle ilgili olarak da yapımlar ortaya koyabilirlerdi. Halkın oyu ile seçilmiş bir başbakan ve iki bakanın darbeciler tarafından ipe götürülmesinin hikayesini beyaz perdeye taşımayı hiç düşünmediler. Hatta 'devrim' diyerek 27 Mayıs darbesini alkışladılar. Yıllardır kapalı bir cemaat gibi hareket ederek, birbirleri üzerinde baskı oluşturdular. Ülke ekonomisi, toplumsal yapı ve hatta aktörler değişse de söyleminin hep aynı kalması cemaat taassubunu, farklı düşüncelere tahammülsüzlüğü, yeni bir şey üretilemediğini göstermektedir. Bu açıdan dün 27 Mayıs'ı alkışlayanlarla bugün Altın Portakal'dakilerin refleksi ideolojik sürekliliği göstermesi açısından önem taşımaktadır.