Ama hangi faiz?

Dr. M. Levent Yılmaz / Stratejik Düşünce Enstitüsü
9.01.2016

Türkiye’nin finansman ihtiyacı olduğu kesin. İçeride yeterli fon olmadığı için bunun dışarıdan karşılanması ve bunun için faizlerin yüksek tutulması argümanı da bir süre işe yaramış olabilir. Ancak artık Türkiye’nin girdiği yeni ekonomi patikasında yeni bir büyüme ve belki de para mekanizması modeline ihtiyacı olduğu inkar edilemez.


Ama hangi faiz?

Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faiz oranlarını artırması kararı ile beraber Türkiye’de gözlerin Merkez Bankası’na çevrildiği bir döneme girdik. Zira piyasalarda oluşturulan genel beklenti bizim Merkez Bankamızın da faizleri artıracağı yönündeydi. Merkez Bankası’nın faizlere dokunmaması ile beraber yaşanan hararetli tartışmalar aslında bize çok yabancı değil. Çünkü biz geçtiğimiz senenin önemli bir kısmında “faiz” tartışması yaşadık.  Bilen de bilmeyen de konuştu hatta okunur diye alanı olmadığı halde bu işe giren yalan- yanlış, kulaktan dolma bilgilerle bu konuda fikir beyan eden köşe yazarları da oldu. Mesela enflasyon hedeflemesinin ne olduğunu bile bilmeden bu konuda yorumlar yapıldı. Peki işin aslı ve teknik alt yapısı ne?

Öncelikle Merkez Bankası’nın hali hazırdaki politikalarını oluşturan temel argümanı elindeki kanun. 1211 Sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu’nun ilgili maddeleri kendisinin temel görevini fiyat istikrarı olarak belirliyor. Hal böyle olunca da Merkez Bankası da bu konuya odaklanıp enflasyonu düşük tutmaya yönelik politikalarını ön plana çıkarıyor. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak esas sorun şu ki Merkez Bankası’nın enflasyon hedefleriyle, gerçekleşen arasındaki makas bir türlü kapanmıyor. Dahası ve önemlisi Merkez Bankası’nın bu amaca yönelik uyguladığı “faiz koridoru” politikası da oldukça tartışılır hale geldi. Burada hem politikanın kendisini hem de uygulanma stratejilerini ayrı ayrı eleştirmek mümkün.

Faiz koridoru meselesi

TCMB’nin uyguladığı enflasyon hedeflemesi uygulamasının bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarının az olduğu, kalkınmada belirli bir yol katetmiş ve yüksek gelir grubunda bulunan ülkelerde, oldukça başarılı sonuçlar verdiği biliniyor. Ancak bizim gibi henüz gelişmekte olan ülke durumunda olan, büyümede hıza ihtiyaç duyan ve bölgelerarası gelişmişlik farklarının oldukça belirgin olduğu ekonomilerde söz konusu politikanın çok da işe yaramadığı defalarca tecrübe edilmiş durumdadır.

Bir diğer yandan enflasyon hedeflemesi çerçevesinde uygulanan faiz koridoru politikasında da Merkez Bankası’nın piyasanın ihtiyaç duyduğu fonu kısarak faizi genellikle üst banda yakın gerçekleşecek şekilde tuttuğu da görülmektedir. Bunun iki sakıncası var. Birincisi Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme bazlı uyguladığı sıkı para politikası piyasada likidite daralmasına neden olmakta, öte yandan bu durum da zaten istikrarsız olan parasal taban talebini daha da belirsiz hale getirmektedir. İkincisi Merkez Bankası’nın düşük faizli fon miktarını az tutması ve piyasanın ihtiyaç duyacağı kalan kısmın da bir bölümünü marjinal faizle fonlaması her kesim için finansman maliyetlerini artırmaktadır. Dahası ihtiyaç duyulan fonun içeriden uygun şekilde karşılanmaması bu kez bankaları yabancı para cinsinden fonlara yönlendirmekte burada da kurdaki artışlar maliyetleri daha da artırmaktadır. Tabii ki talep edilen fonun tamamının Merkez Bankası tarafından fonlanmasını beklemiyoruz ancak bu şekildeki uygulamanın da sonucunun ortalama faizin sürekli üst koridora yakın bir şekilde gerçekleşme olduğunu da unutmamak gerekir.

Burada başta belirttiğimiz üzere Merkez Bankası’nın elindeki kanunun gereği olarak bu şekilde hareket ettiğini kabul etmiştik. Ancak bizim tam da eleştirdiğimiz nokta bu. IMF ve Dünya Bankası gibi küresel örgütlerin arka planındaki yöneticilerinden olan ve hatta tüm dünyanın rezerv parası olan doların da sahibi olan ABD’nin kendi uyguladığı politika ve dayandığı kanunlarla IMF ve Dünya Bankası’nın bizim gibi gelişmekte olan ülkelere dayattığı politikalar arasında belirgin farklılıklar var. Mesela FED’in ilgili kanunu bankanın amaçları içine fiyat istikrarının yanı sıra; büyüme, istihdam, makro ekonomik denge vb. konularını da dahil ederken biz ve bizim gibi ülkelerde sadece fiyat istikrarı dayatması artık anlaşılır olmaktan çıkmıştır.

O halde bizim artık Merkez Bankası kanununu tartışmamız gereken bir süreç gelip çatmıştır. Burada önerilen elbette Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili bir düzenleme değil bilakis amaçlarının yeniden düzenlenerek daha etkin bir hale getirilmesidir. Bu noktada Merkez Bankası kanunun tartışılmasına karşı çıkanların “bağımsızlık” savunmasına aldanıp odak noktasını kaybetmemek gerekir. Çünkü bilgisayar ekranlarında ve yazılan raporlarda olanlarla reeldeki gelişmeler oldukça farklıdır.

Yeni bir ekonomik patika

Örneğin 2015’in son ayında bankalarda mevduatlara uygulanan faizin ortalaması yüzde 10’larda iken ihtiyaç kredisi faiz oranı ortalaması yüzde 20’nin üzerinde olmuştur. Taşıt kredileri için bu oran yüzde 15-16 arasında iken konutta yüzde 14’ün üzerindedir. O halde gösterge faiz kendi başına bir anlam ifade etmediği gibi faiz koridoru uygulamasının reel sektöre yansımaları da beklenildiği gibi olmamaktadır. Çünkü bizim gibi parasal taban talebinin istikrarlı olmadığı ekonomilerde faizleri belirlemeye çalışmak hem başarılı olmamakta hem de Merkez Bankası’nın kendi para arzı üzerindeki kontrolünü tam sağlayamamasına neden olmaktadır. Dahası sanayi karlarının ortalama yüzde 4-5 olduğu bir ekonomi de bu kadar yüksek faiz rakamları sorunun bizatihi kendisini oluşturmaktadır. Türkiye’nin finansman ihtiyacı olduğu kesin. İçeride yeterli fon olmadığı için bunun dışarıdan karşılanması ve bunun için faizlerin yüksek tutulması argümanı da bir süre işe yaramış olabilir. Ancak artık Türkiye’nin girdiği yeni ekonomi patikasında yeni bir büyüme ve belki de para mekanizması modeline ihtiyacı olduğu inkar edilemez. Mesela özellikle “faiz hassasiyeti” nedeni ile faizli bankacılık sisteminden uzak duran kesime yönelik katılım bankacılığında istenilen yerde değiliz. Özellikle Körfez Sermayesine yönelik İslami tahvillere ilişkin ciddi bir piyasa mekanizmasını da henüz oluşturmuş değiliz.

Örnekleri artırmak gerekirse; 2015 yılının Ocak ayında açıklanan Dünya Altın Konseyi Türkiye Raporu’na göre yastık altındaki altın miktarı 3500 tondur. (Yazı kaleme alındığı sıradaki fiyatlarla hesaplandığında 120 Milyar Dolarlık bir büyüklüğe denk gelmektedir.) Burada hem halkımızın alışkanlığı hem de faizden uzak durmak için altına yönelme eğilimi yadsınamaz bir gerçektir. Faizden kaçmak için birikimleri ile defaten gayrimenkul yatırımı yapan kesimleri de göz ardı edemeyiz. Ülkemizin kendine has özelliklerini halının altına süpürüp, “İhtiyaç duyulan finansman için toplam tasarrufların yüksek olması gerekir, onun için de faizleri yükseltelim.” demek en iyi niyetli ifade ile kolaya kaçmaktır. Bu kafanın gittiği neo-liberal yolda devam ederseniz ve okuduğunuzu anlamadan “imalat sanayi ortalama karlılığının finansman maliyetinin altında olmasını” sorun etmeseniz, İktisada Giriş dersi alan birinci sınıf öğrencilerinin bile güleceği güzellemeler de kaleme alma basitliğine düşersiniz.

Oysa gerçekte Türkiye’nin AR-GE yapacak KOBİ’lerinin ve girişimcilerin ihtiyaç duyduğu finansmanı daha uygun şekilde karşılayacağı ve sanayicilerinin daha da rekabetçi hale gelebileceği yeni bir ekonomik patikaya ihtiyaç duyduğu aşikardır.

Aksi halde içine düştüğümüz sözüm ona modern neo-liberal sarmaldan ve orta gelir tuzağından çıkmamız mümkün görünmemektedir. O halde Türkiye’nin son 13 yılda elde ettiği bütün kazanımları taçlandıracak yeni bir modeli tartışmasının zamanı gelmiştir.

[email protected]