Amerika, sen nesin?

Ali K. Metin / Şair, Yazar
8.09.2018

Kissinger’da, Reagan’da, Bush’ta gösterdiği devamlılık bakımından toplumsal bir temeli haiz olduğu aşikar Amerikan pragmatizmi, Trump ile birlikte adeta marazi bir boyut kazanmış durumda: “Ben Amerika’yım, haddini bil, küçük adam! –küçük adamlar!” kompleksi, “Amerikan ruhu”ndaki emperyal hücrelerin onun üzerinden metastaz yaparak bir bakıma küresel arenada dengesizce boy göstermeye başladığını anlatıyor.


Amerika, sen nesin?

Düşmanlıklar gözümüzü kör etmemeli. Dostluklar da öyle. Karşımızda tek bir Amerika yok. Trump’ın Amerika’sı ne kadar gerçekse Obama’nın Amerika’sı da o kadar gerçek. Her ikisi de gerçek ama her ikisi de total gerçeğin sadece bir parçası. Dahası saf, net bir Amerika yok. Bugün bundan artık daha fazla eminiz. Ne söylediğiniz değil ne yaptığınız önemli. Neyi, neden yaptığınız ise daha da önemli. Tarih bize Amerika’nın sadece bir barış güvercini olmadığını bağıra çağıra söylüyor. Dünyanın jandarmalığını yapmak Amerika için karşılıksız bir iyilik değil. Trump bize şimdi en düz şekilde, eğip bükmeden “bu gerçeği görün” diyor. Kendisine ve kendi geleceğine sürekli yatırım yapan bir Amerika var. Dünya petrolleri ve enerji kaynakları üzerinde hakimiyet sağlamayı, bir verip beş almayı insanlıktan daha çok önemseyen bir Amerika. Dünyayı “insanlık” retoriğiyle avucu içine almak isteyen gerçek Amerika. Dün faşizmi, komünizmi, daha sonra ise (Ronald Reagan’dan bu yana) “şer ekseni”ni gerekçe yaparak dünyanın üstüne çöken bir Amerika. Irak’tan sonra İran, Kuzey Kore, Venezuella şer ekseninin bugünkü “tescilli”, bildik isimleri. Esasen Amerika’ya efelenen her kimse şer eksenine eklemlenmesi işten dahi değil. Oysa gerçek bazen doğru soruları sorabildiğimizde çok açık ve basit olarak önümüzde duruyor: “Neden Irak halkı kurtarılmaya layıkken, mesela Ruanda’daki Tutsiler değildir? Birinde petrol olup diğerinde olmamasıyla alakalı olabilir mi?” (Hart 2016, 145).

Trump, aslına bakarsak pragmatik ve emperyal (hegemonik) Amerika’nın biraz daha sırıtan bir yüzünden ibaret. Onu arızi bir fenomen gibi düşünmemiz son derece yanlış. Amerikan realitesini (pragmatizmini ve emperyal tutkuları) bir yanıyla kendisinde somutlaştıran, dahası sivrileştiren bir siyasallaşma tarzından söz ediyoruz: Gerek sosyolojik gerekse siyasal derinliğe ve reflekslere sahip bir siyasallaşma ediminin/anlayışının siyasal aktör (Başkan) düzeyinde cisimleşmiş halinden. Ancak Trump’ın bütün Amerikan realitesini temsil eden bir aktör diye görülmesi pek tabii doğru olmaz. Gücünü daha çok Amerikan realitesinin ikicilliğinden (idealizm ve pragmatizmin eşleştirilmesinden) aldığı, bunun “ekstrem”, makyajsız bir ürünü olduğu ileri sürülebilir. Amerika, tam da zaten bu ikicilliği sayesinde tarihi, hegemonik güç olma başarısını göstermiştir. Diğer taraftan, bu ikicilliği yüzünden Amerikan siyasetini bugün net ve kesin bir şekilde çerçevelemek, belli bir tanıma oturtmak hem zor hem kolay. 

Devlet toplumun aynası

Amerika diye tarif ettiğimiz şey, sözü edilen doğası ve özellikleri bakımından aynı zamanda sembolik bir anlam taşıyor. Dünyanın diğer ülkelerini Amerika’nın “zaafları”ndan ari addetmek hiçbir şekilde mümkün değil. Ulusal çıkarların öncelenmesi dış politikanın genel geçer teamüllerinden biri. Belki de zaafların güçle orantılı şekilde nüksettiğini, görünür hale geldiğini söylemek gerekiyor. Bilindiği üzere ahlak, tarih boyunca her zaman güçsüzlerin silahı ve beklentisi olageldi. Devletler için de durum büyük ölçüde böyle. Şu bir gerçek: Bir toplumda bireylerin ortalama gelişmişlik düzeyi neyse, devletinki de aşağı yukarı odur. Dolayısıyla devletler, bireylerin oluşturduğu toplumsal karakteristikten münezzeh, soyut, metafizik yapılar değildir. Toplumdaki zaaflardan ve egoizmden devletlerin izole edilme ihtimali neredeyse yok denecek düzeydedir. En azından yasalar açısından değilse de tatbikat itibariyle hakikat budur. Bu sebeple olmalı, Kur’an’ı Kerim’de “Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir” buyrulmuştur. Bilhassa demokrasiyle idare edilen ülkelerde devletlerin saf ideal ve ilkelerle hareket etme ehliyetini yitirmeleri kritik bir sorunsal sayılır. Demokrasiler popülizmi “çağıran”, hatta belki dayatan rejimler olarak yüksek ve ahlaki siyasetin altını oymaya elverişli bir zemin oluşturmaktadırlar. “Mükemmel demokrasi” bu anlamda belki de bir ütopyadır. 

Nefret ve güç sarmalı

Tümüyle rasyonel varlıklar değiliz. Güce karşı düşmanlık ve öfke, mazluma merhamet ve iyilik etme hissi insanın tabiatından gelen bir tepkime biçimidir. Amerika nefreti ve düşmanlığının bütün dünyada yaygın bir duygu olmasında bu minval tepkimeler hiç şüphesiz belirleyici rol oynamaktadır. Fakat Amerika’nın sütten çıkmış ak kaşık olduğunu kimse söyleyemez. Amerika, malum, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atarak 20. yüzyılın yüz karası diyebileceğimiz en büyük katliamlarından birinin direkt sorumlusu. Irak’ın, Kuzey Kore’nin, İran’ın nükleer silah çalışmalarına yönelik uluslararası diplomasi siyasetiyle bugün bir taraftan günah çıkarma seansları yapıp durmaktadır. Diğer taraftansa dünyanın jandarması rolüyle Kore, Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye, Gürcistan vesaire demeden bir ülkeden diğerine girip çıkmakta. O yüzden dünyadaki Amerika nefretinden dolayı çuvaldızı Amerikalıların önce kendilerine batırması gerekiyor. Amerika hegemonik güç olmanın sarhoşluğuyla hareket ettiği sürece kendisine yönelik küresel çaptaki düşmanlığı daha da derinleştirecektir. Fakat dünya Amerika’nın şamaroğlanı değildir. Bugün Amerika, yerlilere karşı yürüttüğü sindirme ve asimilasyon politikasından tevarüs ettiği alışkanlıkları emperyal bir devlet olma kibri ve iştiyakıyla cari küresel politikalara taşıyor. Böylece, yaşadığı hegemonya krizini giderek daha baş edemeyeceği bir noktaya doğru sürüklüyor.

Amerika’nın bugüne kadar küresel düzeyde bir hegemonyayı oluşturup oluşturamadığı tartışılır. Ancak hegemonik güç olmanın beraberinde getirdiği sorumlulukları Amerika’nın da dünya kamuoyunun da bilmesi icap eder. Güç sahibi olmakla ülkeler, her şeyden önce hak değil sorumluluk sahibi olurlar. Ama uluslararası sistemin/kurumların bile henüz bu mantaliteyi yeterince özümsemediğini biliyoruz. BM’deki beşli veto kuralı bunun tipik olduğu kadar somut bir örneği. Ne ki 1940’lardan bu yana köprüler altından çok sular akmıştır. Değişen dünya gerçeğinin böylesi bir güçlüler hukukunu artık uzun süre taşıması beklenmemeli. Dünya sadece güçten ve güç ilişkilerinden ibaret bir gerçekliğe sahip değil. Küreselleşme sürencin hegemonik gücün aleyhine bir sürece doğru evrilmesi çok yüksek bir ihtimal olarak önümüzde duruyor. Bunu ihtimalden öteye bir zorunluluk saymak dahi mümkün. İnsanlık devletlerden ve ülke çıkarlarından bağımsız şekilde ahlak ve devlet temelli bir hukuk kavrayışını (bilincini) adım adım geliştirmeye devam etmekte. Küreselleşme sürecinin, bir yandan bu gelişmeye yeni bir ivme kazandıracağını öngörebiliyoruz. Ancak tarih, dümdüz bir yolda ilerlemez; iniş çıkışlar, gelgitler, güç ile hukuk (ahlak ve adalet ihtiyacı) arasındaki çatışmanın doğasında her zaman var.

Trump Amerika’sı bu neviden bir içsel (sosyal) çatışmanın yüzeye (siyasete) vurmuş bir görüntüsüne benziyor. Amerikan devletindeki/toplumundaki imparatorluk güdülerinin tam anlamıyla depreşmiş bir hali. İmparatorluk kibri dahası kompleksi Trump’ın şahsında siyasallaşarak iyiden iyiye ete kemiğe bürünmüş gözüküyor. Bununla beraber Trump’ın tam olarak neyi, kimleri temsil ettiği belli olmayan siyasal bir ucube olarak görülmesi de mümkün. Şöyle ki “İmparatorluk savunucularının hedefi niyetlerinin ne olduğunu Amerikan halkına söylemeden Amerika’nın askeri ve siyasi ahtapot kollarını daha da uzatmak, bu büyük hedefe gizliden ulaşmak mıdır?” (Age, 129) sorusu, elbette daha ihtiyatlı ve derinlikli analizleri gerektiriyor. Lakin Kissinger’da, Reagan’da, Bush’ta gösterdiği devamlılık bakımından toplumsal bir temeli haiz olduğu aşikar olan Amerikan pragmatizmi, Trump’la birlikte adeta marazi bir boyut kazanmış durumda: “Ben Amerika’yım, haddini bil, küçük adam! –küçük adamlar!” kompleksi, “Amerikan ruhu”ndaki emperyal hücrelerin onun üzerinden metastaz yaparak bir bakıma küresel arenada dengesizce boy göstermeye başladığını gösteriyor. Bu açıdan bilhassa Reagan’la olan benzerliği şaşırtıcı niteliktedir: “Reagan yaklaşımı bir pandemik maçoluk yaklaşımıydı –Şeytan İmparatorluğuna, Üçüncü Dünya’daki “teröristlere”, yumuşak kalpli ve iktisaden doğru-yanlış nedir bilmeyen müttefiklere ve yurt içindeki 1968 mirasçılarına karşı erkeklik taslamak” (Wallerstein 2016, 152).

Politik vandalizm

Trump evanjelizmden yararlanıyor ama yine de evanjelist hayallere Amerika’yı sürüklemeyecek kadar gerçekçi, pragmatik bir “Başkan” portresi çizmektedir. Zira bu süreçte, evanjelistlerin Trump’ı değil- Trump’ın evanjelizmi kullandığını tahmin etmek hiç zor olmamalı. Amerika, Trump’ın delişmen, pervasız kişiliği ve politikaları üzerinden imparatorluk rüyasını ve imajını tahkim etmenin yollarını arıyor daha çok. Güç sahiplerinin zaman zaman kendilerini bu şekilde ibraz etme saplantısı veya ihtiyacıyla hareket ederek rutinin dışına çıkmaları eşyanın arazlarındandır. Trump’la birlikte Amerikan dış politikasından radikal bir kopuşun, bir sapmanın söz konusu olmadığı malum. Aksine yürürlükteki hegemonik politikanın “yumuşak diplomasi” yerine sert, daha vandal bir politikayla tahkim edildiğini görüyoruz. Başka deyişle bu tahkimat, yumuşak diplomasi yöntemiyle hegemonik sürecin tıkandığının veya belirsizleştiğinin anlaşılması üzerine Amerikan dış politikasının (bürokrasisinin) devreye soktuğu yeni bir siyaset tarzı olarak değerlendirilebilir. Trump’ın kartlarını açık açık oynayan bir aktör olarak sahneye çıkması, muhtemelen Amerikan dış politikasının konjonktürel refleksleri ve ihtiyaçlarıyla mütekabiliyet arz eden bir gelişme, bir yönelim oldu. Evanjelizm, bu noktada siyaset için toplumsal manipülasyonu ve desteği oluşturacak bir motivasyon unsuru olarak rolünü oynamaktadır.

Çelişkilerle yüzleşmek

 Buna bağlı şekilde Amerikan dış politikasını idealizm ve pragmatizm karşıtlığında temellendiren ve üstelik sürekli yalpalamaya maruz bırakan çelişkiler Trump sayesinde tam bir görünürlük kazanmış bulunuyor. Amerika esasen güçle ahlak, demokrasiyle kapitalizm, İmparatorlukla cumhuriyet arasındaki seçimini hala kesinliğe kavuşturamamış olmanın getirdiği ikilemlerle boğuşmaya devam ediyor: “Operasyon” politikasıyla “restorasyon” politikaları arasında işbu gidip gelen bir Amerika. Bu da onu nihayetinde küresel arenada tekinsiz, güvenilmez bir güç haline getiriyor. Oysa hegemonik bir güç olabilmek için bile dünyayı evrensel değerler ve hedefler doğrultusunda buluşturacak bir kabiliyeti haiz olmak gerekmektedir.

Küreselleşme süreci, 21. yüzyılın değerler sistemiyle ilgili olmak üzere dünya ülkelerini giderek bir yol ayrımına doğru sürüklüyor. Gerçi tarihsel süreç, Wallerstein’in belirttiği gibi “insanların tercih hakkı”ndan bağımsız değil. Dolayısıyla “Eğer tercih varsa, sonucun belirsiz olması gerekir” (Age, 146). Söz konusu tercihin –kimi konjonktürel döngülere rağmen- yine de ahlaki terakki yönünde işleyeceğinden ümitvar olabiliriz. Buna koşut olarak Amerika’nın içinde bulunduğu siyasal ikilem -kısa vadede değilse bile- önümüzdeki süreç zarfında muhtemelen daha fazla sorgulanacak, insanlık şu soru üzerinden yalnız Amerika’yla değil, kendisiyle de sanıyorum daha fazla yüzleşme ihtiyacı duymaya başlayacaktır: “Amerika, sen nesin?”

Güçle hukuk, demokrasiyle kapitalizm arasındaki onulmaz gerilim karşısında Amerika kendi seçimini yapabilecek midir, bilemeyiz. Ama dünyanın, bu seçimi yapmak üzere kaçınılmaz bir yol ayrımına, gerekirse bir bölünmeye doğru gitmesi en büyük temennimizdir.

[email protected]

Hart, Gary (2016), 21. Yüzyılda Amerikan Büyük Stratejisi, Çev: İsa Karabaşoğlu. Avangard Yayınları. Wallerstein, İmmanuel (2016), Jeopolitik ve Jeokültür, Türkçesi: Mustafa özel, Küre Yayınları.