Anadili konuşturmak!

Doç Dr. AHMET YILDIZ/Siyaset Bilimci
3.11.2012

Kendisini Kürt olarak hisseden, bu dili günlük hayatında ve eğitim sürecinde kullanmak isteyen insanların, bunu ayrı bir ulus devlet çatısı altında değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını çok güçlü biçimde benimseyerek yapabilmesi, bizi siyasal toplum olarak zenginleştirecek ve güçlü kılacaktır.


Anadili konuşturmak!

Doç Dr. AHMET YILDIZ/Siyaset Bilimci

Namık Kemal’in 1878 yılında Midilli adasında sürgündeyken Menemenli Rıfat’a yazdığı bir mektupta şöyle dediği aktarılır: “Türkçe dışında ülkemizdeki bütün dilleri imha etmemiz gerekirken, Arnavutlara, Lazlara ve Kürtlere kendi karakterlerini edinmeleri için bir ruhsal silah verecek miyiz?... Dil, ulusal birliğe karşı en sağlam engel-belki dinden daha sağlam-olabilir.” Bir başka mektubunda ise, Osmanlı ulus inşa sürecine bir işaret taşı ekler: “Grekler ve Bulgarlar arasında dilimizin yayılmasını teşvik etmek kesinlikle imkansızdır, ancak bunu Arnavutlar ve Lazlar yani Müslümanlar arasında yapmak kuşkusuz mümkündür. Onların ülkelerinde usulüne uygun okullar açar ve artık uygulanmayan programları izlersek Lazca ve Arnavutça 20 yıl içinde unutulur.”(Aktaran Yusuf Tekin, II. Abdulhamit’ten Cumhuriyete Miras-Bir Ulus Devlet Yaratma Projesi, s.54-55.)

19’uncu yüzyıl liberal milliyetçiliğinin oryantalist niteliğinin bir ürünü olan bu düşüncede Namık Kemal’in yalnız olmadığını, Genç Osmanlı aydınlarının kamilen böyle düşündüklerini söylememiz mümkün. Milliyetçi akımların emperyal çıkarlar peşindeki Batılı güçlerin desteğinde İmparatorluğun gayrımüslim azınlıklarını kendi bağımsız devletlerini kurmaya yönelttiğini biliyoruz. Osmanlıcılık akımının Osmanlının bütünlüğünü korumak amacına dönük olarak biri gayrımüslimleri, diğeri de Müslümanları istihdaf eden iki veçhesi bulunmaktaydı. Gayrımüslimlere dönük bütünleştirme politikalarının başarısızlığa uğraması, Osmanlıcılığı lafzen değil ama manen Türkçü bir ideolojik pratik haline getirdi. Tanzimatçılar ile Genç Osmanlıların İmparatorluk kumaşından Türklüğün eritme potasında biçimlenmiş bir Türk milleti meydana getirme projesi, Sultan Abdulhamid tarafından da benimsendi. Bunun ilk müşahhas neticesi, 1876 Anayasasının 18’inci maddesiyle Türkçenin devletin resmi dili olduğunun belirtilmesi ve Türkçe bilmenin devlet hizmetine girişin ön şartı haline getirilmesidir.

Şeytanı bir heves değil!

Sultan Abdulhamid’in bütünüyle şahsiyetçi yönetim tarzının Türklük ekseninde kıvamını bulan eğitim alanındaki mektep merkezli yansıması, bugünkü ilköğrenime tekabül eden ibtidailerde Türkçe’nin zorunlu eğitim dili haline getirilmesidir. İttihat ve Terakki yönetimi de Sultan Abdulhamid’in eğitimdeki bu uygulamasını “milli his” boyutu daha da takviye edilmiş olarak devam ettirdi. Peki, Burhan Kuzu’nun anadilde eğitimi, “şeytani bir heves” olarak değerlendiren yaklaşımına göre, “rahmani” olarak görmemiz gereken bu uygulamanın sonuçları ne oldu? Sonuçlarından biri, Müslüman bir topluluk olarak Arnavutların 1911 yılında Osmanlı Devletinden koparak bağımsızlıklarını ilan etmeleri oldu. Bu kopuşta, diğer sebepler meyanında, iptidailerdeki Türkçe mecburiyetinin doğurduğu memnuniyetsizliğin payı önemsenecek kadar büyüktür! Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde de bu politikanın önemli bir rol oynadığı tarihin tescilinde olan bir olgudur.

İmparatorluğun Kürt nüfusu

İmparatorluğun Kürt nüfusu açısından bu politikanın doğurduğu sonuçlar bugün için de bize bir şeyler söylemektedir. Osmanlı Kürtlerinin hemen tamamına yakını köylüydü ve şehirlerde değil kırsal kesimlerde yaşamaktaydı. Bugün Kürt milliyetçiliğinin önemli merkezlerinden biri olan Diyarbakır’da, kültür hayatı önemli ölçüde Türkçe üzerinden yürümekteydi, çünkü şehir nüfusunun çoğunluğu henüz Kürt değildi. Genç Osmanlıları, özellikle de Namık Kemal’i, İslam Birliği anlayışı açısından selefi olarak zikreden Bediuzzaman’ın Kürtçe konusunda onun gibi düşünmediğini görüyoruz. Bediuzzaman’ın Sultan Abdulhamid’e sunmak istediği, ancak Sultanın kendisine gelen istihbari bilgiler ışığında görüşmeyi tercih etmediği için, sunamadığı Medresetüzzehra projesinin ana gerekçeleri arasında, bu eğitim politikasının Kürtleri cehalete mahkum eden sonuçlarını izale etmek de bulunmaktaydı. Bediuzzaman’a göre, Türkçe’nin ibtidailerde zorunlu eğitim dili olarak kullanılması, anadili Türkçe olmayan ve Türkçe bilmeyen Kürtlerin bu eğitim kurumlarından yararlanamamasına yol açmıştır. Bu durum, muhtemelen Kürtlerin önemli bir kesiminin, Osmanlıcılığın yeşil karpuzunun içinde taşıdığı Türkçü kırmızılık yüzünden, Kürt milliyetçiliği ile tanışmasını kolaylaştıracak objektif bir zemin ihzar etmiştir. Medresetüzzehra projesi, bu yüzden maarifi, yeni bilimleri, Kürtlerin menusu olan medrese kapısından Kürdistan’a sokmayı amaçlamaktaydı. Kürtlere mekteplerde ana dilde eğitim imkanının sağlanmaması, Cumhuriyetin “dilde, kültürde, ülküde birlik” şiarıyla etno-kültürel türdeşliği dayatması, Kürt milliyetçiliğinin zaman içinde seküler bir liderlik edinmesini ve 12 Eylül sonrası şiddet politikalarıyla da iyice kitleselleşmesi ve Kürt meselesi üzerinden siyasallaşması sonucunu doğurmuştur.

PKK-BDP çizgisinde siyasallaşan kesimler açısından, Kürt meselesi bütün bileşenleriyle bir “nema” kaynağına dönüşmüştür. Ulusun muayyen bir devletle zorunlu birlikteliği, farklı dil ve kültürlerin aynı devlet çatısında altında, ortak aidiyet zemininde yaşama zeminini kırılgan hale getirmiştir. Hayatlarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların, devlet zoruyla ikna edilmelerinin mümkün olmadığını, sadece cezaevlerindeki “açlık oruçları” değil, Cumhuriyet tarihi de yeterince öğretmiş olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, farklı etnisitelere mensup insanların kendilerini eşit şekilde ait hissettikleri demokratik bir kamusallık üretmedikçe, dolayısıyla insanların mensubiyetinden onur duydukları, akılları ve kalpleriyle bağlılık hissettikleri bir Türkiyelilik aidiyeti oluşturulmadıkça, siyasal beraberlik açık uçlu niteliğini muhafaza edecektir. Kürt kimliği temelinde ortaya çıkabilecek siyasi merkezkaç eğilimleri nötralize etmenin en pozitif yolu, kültürel farklılıkları ulusallaştırmadan tanımak ve onlara kamusal görünürlük kazandırmaktan geçmektedir.

Bölünmenin katalizörü

Kürt kimlik ve kültürüne legalite ve meşruiyet atfetmeden, bu kimlik ve kültürün her türlü hak talebini “bölücülükle” eşitlemek, gerçek anlamda sosyo-politik bölünmenin katalizörüdür. “Bölücülük”, “irtica” gibi genç Cumhuriyetin kendisini meşrulaştırmak ve rakip addettiği fikir ve hareketleri saf dışı etmek için geliştirdiği araçsal beka kalıplarından biridir. Demokratik Cumhuriyet buna ihtiyaç hissetmeyecek olgunluğu göstermek zorundadır. Kürt kimlik ve kültürüne ilişkin taleplerin, PKK-BDP çizgisindeki tezahürlerinden hareketle, yok sayılması, “biçare hakikatlerin kıymetsiz ellerde kıymetsizleşmesinin” bir örneğidir. Oysa, PKK ve BDP’den bağımsız olarak, Kürtçe de, bu ülke vatandaşlarının önemli bir kesiminin ana dili olarak konuştuğu ve aidiyet hissettiği bir kültür dilidir.  Nasıl ki, bugünkü Türkçe bir medeniyet dili olmaktan uzaksa, dolayısıyla bir bilim dili vasfına da henüz ulaşamamışsa, Kürtçe de, devletin sosyalleşme araçlarıyla desteklenmediği ve özel alanda da yakın zamana kadar varlık göstermesine müsaade edilmediği için gelişme aşamalarının henüz başındadır. Bu açıdan bakıldığında, mevcut konjonktürde, Kürtçenin ancak anadilde öğretimi imkan dahilindedir. Anadilde eğitim, zorunlu kılınmaması ve yeterli talep olması halinde, zaman içinde mümkün hale gelebilecek bir seçenektir.

Bütün diller Allah’ın

Esasen, bazı yorumlara göre Lozan Antlaşması ile de güvence altına alınmış olan, Kürtçe anadilde savunma hakkının kabulü ve kamu hizmetlerinin sunumunda Kürtçenin kullanımına kapı aralanması, “Kürt meselesi bitmiştir” söyleminin doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Geniş toplumun aklına ve gönlüne hitap edilerek, bu sürecin bir bölünme süreci değil, beşeri çeşitliliği veri olarak kabul edip, kendisini Kürt olarak hisseden, bu dili günlük hayatında ve eğitim sürecinde kullanmak isteyen insanların, bunu ayrı bir ulus devlet çatısı altında değil, Türkiye Cumhuriyet vatandaşlığını çok güçlü biçimde benimseyerek yapabilmesi, bizi siyasal toplum olarak zenginleştirecek ve güçlü kılacaktır.

Diller Allah’ın ayetleridir ve bizim insan olarak yaratılmamızın lazımıdır. Allah’ın Adem’e eşyanın isimlerini öğretmesinin tecellilerinden biridir. Kürtçeyi sürekli tahkir eden ve anadilde eğitim taleplerini bölünme matrisi içinde algılayanlar, Cumhuriyetin hafızasızlaştırdığı, Kürt ve Kürtçenin farkında olmayan, en iyi Kürt’ün, “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen Kürt olduğunu düşünenlerin tasavvurları, bölücülüğe en mümbit zemini sunmaktadır.

Anadilde eğitim, hem Nordik ülkelerinde, hem Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde, hem de, İspanya ve İngiltere gibi ülkelerde anayasal ve yasal düzeyde tanınmış bir haktır. İngilizce, Amerika’nın hukuki değil de facto olarak resmi dilidir ama İspanyolca artık Amerika’nın İngilizcenin yanı sıra kabul ettiği/etmek durumunda kaldığı diğer dildir. Anılan ülkelerde dil hakları, azınlık haklarıyla doğrudan ilişki içinde tanımlanmıştır. Peki, Türkiye nüfusunun kabaca yüzde on beşini teşkil eden Kürtler bir azınlık mıdır? Hukuki olarak hayır ama sosyolojik olarak evet. Artık kral çıplak. Deve kuşu politikası ile bir yere varabilmemiz mümkün değil. Kürtler azınlık ise, azınlık haklarını tanıyalım. Değilse, çoğunluğun sahip olduğu hakları, talep edenlerden, neden esirgiyoruz? Reel politik olgular, moral zeminlerini yitirdiğinde kaba güce yaslanmak zorunda kalırlar. Bu da onların demokratik meşruiyetini ve kabul edilebilirliğini zedeler. PKK şiddetini etik açıdan son tahlilde nötralize etmenin yolu Kürt meselesini çözmektir. Kürtleri azınlık olarak tanımayan ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucu unsurlarından biri olarak gören Mili Mücadele felsefesine bugün şiddetle ihtiyacımız var. Sonrası karanlık bir kabustu. Deja vu  istemiyoruz.

[email protected]