Mahkemenin bireysel başvuru incelemesini yaparken yüzde 10’luk ülke barajı ile ilgili kanuni düzenlemeyi defi yolu ile ele alıp iptal etmemesi Mahkemeyi önemli ölçüde yıpratacak bir tartışmadan kurtarmıştır.
Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez / Karadeniz Teknik Üniversitesi
Hukuk devletinin önemli bir kurumu olan Anayasa Mahkemesi (AYM), Türkiye’de, yarım asrı aşan süre boyunca verdiği kararlarla siyasi alanda sıklıkla adından söz ettiren bir kurum olmuştur. Bunun önemli bir sebebi Mahkemenin siyasi iktidarın hukuk formuna dönüşmüş icraatı olan kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemesi ve akabinde iptal ya da iptal istemini red kararı vermesinden kaynaklanmaktadır. Genellikle verilen iptal kararı ağırlıklı olarak siyasi iktidar cephesinde, red kararı ise muhalefet cephesinde eleştiriye tabi tutulabilmektedir. Gerçekleştirdiği denetimde anayasal çerçevede kendisine tanınan sınırlar içerisinde kaldığında AYM demokratik hukuk devletindeki işlevine uygun hareket ettiğinden, bu nitelikteki kararlarına yönelik eleştirilerin hukuken savunulabilecek bir dayanağı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. AYM, gerçekleştirdiği denetimle, kanunların anayasaya uygunluğunu sağladığı ölçüde anayasanın üstünlüğünün parlamento nezdinde tesisi hususunda önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
Ancak, verdiği kararlarda hukuka uygunluğun ötesine geçip yerindelik denetimi yapması ve kendisine verilmeyen yetkileri kullanması durumunda, artık demokratik hukuk devletinde olması gereken konumun dışına taşan bir AYM’den bahsetmek gerekir. Böyle bir konumdaki AYM’nin verdiği kararların eleştirilmesi hukuken zorunlu hale gelmektedir. Zira, belirtmek gerekir ki, siyasi sistemde AYM kararlarının başka bir mercii tarafından denetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle AYM’nin tekrar yanlışlara imza atmaması için bu kararların değişik platformlarda hukuki gerekçelerle eleştirilmesi önemli bir işleve hizmet
edecektir.
Parti kapatan AYM
Türkiye eleştirel kararlarının daha yoğun olduğu bir AYM örneğine sahiptir. Bir askeri darbe sonrasında hazırlanan 1961 Anayasasında “insan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti” şeklindeki bir formülasyonun altında oluşturulmaya çalışılan “bürokratik vesayetçi model”in önemli bir aktörü olarak AYM, genel olarak vesayetçi yaklaşımla kararlar vermekten pek çekinmemiştir. Elbette ki değişik zamanlarda AYM bazı kararlarında özgürlükçü işlevine uygun açılımlara imza atmıştır. Bununla birlikte özellikle ideolojik - bürokratik refleksler söz konusu olduğunda AYM, maalesef insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ekseninden rahatlıkla uzaklaşabilmiş ve oldukça kararlı biçimde bürokratik vesayetçi yaklaşımın gereğine uygun kararlar verebilmiştir.
Bu bağlamda, söz gelimi AYM, çok değişik zamanlarda çok farklı yelpazeden siyasi parti yasaklama kararları ile Türkiye’yi dünyada en fazla parti kapatan ülke konumuna yükseltebilmiştir. Bunun yanında, başta ifade hürriyeti olmak üzere din ve vicdan hürriyeti, siyasi haklar, sosyal haklar ve benzeri konularda özgürlükleri kısıtlayıcı bir yaklaşım sergileyerek TBMM’nin gerisinde kalmıştır. Cumhurbaşkanı seçimi esnasında 2007 yılında verdiği 367 kararı, anayasa değişikliklerini esas açısından denetlemesi ve yürürlüğü durdurma yetkisini içtihatla edinip hükümetin özelleştirme politikalarını engelleme noktasında bu yetkiyi kullanması gibi örnekler Türkiye’de AYM’yi ister istemez daha yoğun biçimde eleştirilerin odağına yerleştirmiştir.
Bu tür kararların da etkisiyle 2010 yılında Mahkemenin oluşumunda “yetmez ama evet” şeklinde ifade edilebilecek değişiklikler yapılmış ve Anayasadaki temel hak ve özgürlüklerden AİHS kapsamında olanları ile ilgili olarak AYM’ne bireysel başvuru yolu getirilmiştir. Oluşumdaki yenilikle AYM’nin yapısındaki yargı bürokrasisinin ağırlığı belli ölçüde kırılmıştır. Bireysel başvuru yolunun getirilmesi sayesinde AYM, insan haklarını koruma noktasında iç hukukta başvurulan nihai kurum halini almıştır. Özellikle Türkiye’nin AİHM’den aldığı yüksek sayıdaki mahkumiyetler açısından düşünüldüğünde, bu yolun insan haklarını korumadaki muhtemel katkısını yabana atmamak gerekir. Ancak bireysel başvurunun kendisinden beklenen bu katkıyı yapabilmesi için AYM’nin de ideolojik - devletçi yaklaşımdan ziyade özgürlükçü yaklaşımı sergilemesi gerekmektedir.
Tartışmalı kararlar
2010 değişikliklerinden sonra bireysel başvuru kabulünün başladığı 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren Mahkeme, özellikle verdiği kararlarla bu amaca belli ölçüde katkı sağlamıştır. Bu bağlamda ülke gündemindeki önemli sorunlar olarak tutuklu milletvekilleri, uzun tutukluluk süreleri ve adil yargılama hakkı bağlamında bu sorunların çözümüne katkı sağlayan isabetli kararlar vermiştir.
Bununla birlikte bireysel başvurularla ilgili kararlarda birtakım eleştirel hususları varlığına da işaret etmek gerekir. Özellikle “twitter kararı”nda Mahkemenin etkili iç hukuk yollarının tüketilmesi şartını aramaksızın yapılan başvuruyu kabul edip esastan incelemesi, yönteme ilişkin ciddi sorunlara yol açmaktadır. AYM’nin bu yaklaşımı bireysel başvuru kapsamındaki hakların tümünde sergilemesi durumunda artık diğer yargı düzenlerinin varlığı hak arama özgürlüğü ve yargılama hukuku bağlamında pek bir anlam ifade etmeyecektir. AYM’nin henüz yeni oturtmaya çalıştığı bireysel başvuru süreci ile ilgili içtihadi standart bağlamında bu tür sorunlu yaklaşımları terk etmesi, kendi yetki sınırı içinde hareket edecek bir tutumu kurumsallaştırması önemlidir.
Henüz yeni açıklanmış olan AYM’nin seçim barajı ile ilgili kararı, özellikle başvuru sırasında gündemi oldukça meşgul etmişti. 2011 milletvekili seçiminde barajın altında kalan üç siyasi parti (DSP, BBP ve Saadet Partisi) Anayasanın 67. maddesindeki serbest seçim hakkının ihlali iddiasıyla AYM’ye başvurmuştu. Bu başvuruyla bağlantılı olarak ayrıca Mahkemenin defi yolu ile baraj ile ilgili kanun hükmünü de ele alıp iptal etmesi beklentisi söz konusuydu. Mahkemenin bu taleplere olumsuz cevap vermesi isabetli olmuştur.
2011 milletvekili genel seçimlerinde barajın altında kalan üç siyasi partinin bir süre önce yaptığı “yüzde 10 barajı yüksek, kaldırılmalı” yönündeki bireysel başvurusu üzerine AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın gazeteci Muharrem Sarıkaya’ya verdiği “Raportör arkadaşlar çalışmalarını tamamladı, raporda önemli tartışmalar var. Konu hassas olduğu için ‘bireysel’de değil de ‘genel kurul’da görüşüp 2-3 hafta içinde karara bağlayacağız.” şeklindeki cevap üzerine kamuoyu bu başvurudan haberdar olmuş ve konuyu tartışmaya başlamıştı.
AYM ve yasama işlevi
Esasında bu başvuruda süre yönünden ciddi sorunlar mevcuttu. AYM’nin, bu başvuruyu, 06.01.2015 tarihinde 2’ye karşı 14 oy ile konu yönünden reddettiği bilgisi ajanslara düştü. Henüz karar gerekçesi yayınlanmadığı için kararın içeriğindeki değerlendirmeleri bilmemekteyiz. Ancak bu kararın AYM’nin 2010 sonrasındaki çizgisine uygun olduğunu söylemek mümkündür.
Özellikle bu başvuru dolayısıyla çizilmeye çalışılan senaryoda olduğu şekilde Mahkemenin bireysel başvuru incelemesini yaparken “davaya bakmakta olan mahkeme” sıfatı ile yüzde 10’luk ülke barajı ile ilgili kanuni düzenlemeyi defi yolu ile ele alıp iptal etmemesi Mahkemeyi önemli ölçüde yıpratacak bir tartışmadan kurtarmıştır. Zira 2012 yılında bireysel başvuru ile ilgili konuları da somutlaştıran 6216 sayılı Kanunun görüşülmesi esnasında tasarının ilk şeklindeki “Bölümler, bireysel başvuru sırasında temel hak ihlalinin kanun veya kanun hükmünde kararname hükmünden kaynaklandığı kanaatine varırlarsa, iptali istemiyle Genel Kurula başvururlar” hükmü tüm partilerin mutabakatı ile reddedilmiş ve Kanunun 45. maddesinde, yasama işlemleri aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılmayacağına dair hükme yer verilmişti.
Mahkemenin bu açık hükme rağmen aksi görüşe göre hareket etmesi kendi yetki sınırlarını zorlaması anlamına gelecekti. Böyle bir durumda ise Anayasa ve 6216 sayılı Kanunun açık hükümlerine rağmen AYM, bireysel başvuru yolunda kendisine verilmesinden özellikle imtina edilen kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme biçimindeki bir yetkiyi kendi aktivist yorumu sayesinde ele geçirmiş olacaktı. Oysa bireysel başvurunun amacı, anayasaya aykırı kanunların ayıklanması değil; somut başvurularla ilgili hak ihlali olup olmadığına karar vermektir. İhlal sonrasında bu durum bir kanundan kaynaklanıyorsa, bunu düzeltmek yasama organının yetkisi dahilindedir.
Gerçekten bir iptal kararı verilmiş ve “ihlal” tespiti yapılmış olsaydı asıl tartışma yeniden AYM üzerinde yoğunlaşacaktı. Zaten AYM yarım asırlık hayatı boyunca, yukarıda da belirtildiği üzere, bu biçimdeki tartışmalı kararlar nedeniyle çok yoğun biçimde eleştirilmiştir. Mahkeme, insan hakları ve siyasetin özerk alanını korumak yerine devleti koruma ve siyaseti dizayn etme amaçlı kararlar vererek önemli ölçüde kendisini hukuk devletinin bir kurumu değil, vesayetçi düzenin güçlü bir temsilcisi olarak görmekteydi. Bunun zirve noktası ise “367 kararı”dır. Belirtmek gerekir ki, AYM’nin aktivizmini insan haklarından ziyade siyaseti dizayn noktasında sergilemesi durumunda, bundan uzun vadede siyaset kurumu değil; AYM olumsuz etkilenecektir. AYM’nin 2010 referandumu sonrasında uzaklaşmaya başladığı bu çizgiye yeniden dönmemesi, Türkiye’de demokratik hukuk devletinin kök salması açısından hayati önem arz etmektedir. Mahkemenin bu tutumunu kararlılıkla sürdürmesi gerekir.