Anayasanın kimliği

HALİME KÖKCE / EDİTÖ[email protected]
16.02.2013

Değişim evreleri sancılı olur. Eski, yerleşik anlam dünyalarının konforunu terk etmek güç gelir çoğu zaman. Oysa değişimi tetikleyen şey ekseriyetle olumsuz bir halden olumlu bir hale kavuşma arzusudur. Değişim bazen de parçalarına ayırır bir bütünü, toparlamak zor olur artık. Bu yüzdendir ki sağduyu, basiret, feraset en çok değişimin debisinin arttığı dönemlerde gerekir.


Anayasanın  kimliği


Türkiye handiyse bir asırlık bir sorunu çözmeye cehdetmiş gözüküyor. Kürtlerin bu toprakların asıl unsuruyken dillerinden, öz iradelerinden edilmeleri sürecinin doğurduğu şiddeti de ortadan kaldıracak bir “milli birlik ve kardeşlik projesi”ni hayata geçirme gayretinde. Bugüne kadar tecrübe ettik ki şiddet, terör, Kürt sorunuyla ilgili olası çözüm alternatiflerini layıkıyla konuşmanın önüne ciddi psikolojik bir bariyer çekiyor. Şiddetin son bulduğu, PKK’nın silah bıraktığı bir vasat hem PKK dışındaki tüm aktörlerin konuşabilmesine, sürece katkı sağlamasına vesile olacak hem de tüm Türkiye kamuoyunun barış sürecini dışlamamasını sağlayacaktır.


Hele hele yeni anayasanın hazırlık evresinde bu hususlar daha da dikkat gerektirmektedir. Sadece Kürtler için değil asker-bürokrat vesayetinin küçük bir azınlık dışında milleti devletine küstürdüğü bir Cumhuriyet tecrübesiydi bizimkisi. Bu yüzden de yapılacak her yeniliğin, atılacak her adımın tüm Türkiye’yi ilgilendireceği akılda tutulmalı, kaş yaparken göz çıkarma riski hesaba katılmalıdır.

Bu hafta Açık Görüş’ün manşetinde okuyacağınız “Nasıl Türk olunur-Türklükten nasıl çıkılır?” başlıklı yazı bugünlerde pek de kimsenin söylemediği şeyler söylüyor ve kaş yaparken göz çıkarma riskini hatırlatıyor. Dahası Türk kimliğinin ırki bir anlamının olmadığını bilakis doğrudan dini bir hüviyete işaret ettiğini kaynaklarda ortaya koyuyor. Fakat Türk kimliğinin Cumhuriyet tecrübesi sırasında anlamının daraltıldığını ve yine de  Türklüğü bu arazdan kurtarmanın mümkün olduğunu ifade ediyor. Mehmet Akif Okur’un önerisi dikkate değer: “Anayasada Türklüğü korurken kavramın etnik değil hukuki bir içerik taşıdığını daha güçlü biçimde ihsas edeceğiz. Türk vatandaşlığını düzenleyen maddenin altına vatandaşlığın yitirilme şartlarını konu edinen şöyle tek bir cümle yazdığımızı farzedin. ‘Türklükten hangi hallerde çıkılacağı ilgili kanunla düzenlenir.’ Vatandaşlık statüsündeki değişimle yitirilen bir sıfat etnik aidiyet işaret ediyor olamaz.”



Son zamanlarda gündemdeki bir konu da nüfusun giderek yaşlanması. Başbakan Erdoğan’ın sıklıkla dile getirdiği en az 3 çocuk önerisi artık bir hükümet politikasına dönüşmek üzere. Çünkü istatistiki veriler nüfus artış hızının ciddi oranda düştüğünü söylüyor. Devlet de bu çerçevede bazı politikalar geliştirmeye çalışıyor. Ercan Şen yazısında kadın istihdamını özendirmek ve nüfus artışını sağlamak arasında ters orantı olduğuna dikkat çekiyor ve bu çelişkiyi aşabilecek politikalar öneriyor. Kadın hem çalışıp hem nasıl en az 3 çocuk yapacak sorusu henüz cevaplanabilmiş değil. Ayşe Keşir’in yazısı da modernlik ve annelik arasındaki ilişkiye odaklanıyor ve “modern yaşam kadın için kariyeri tek hedef halde getiriyor ve kadını annelik ve kariyer arasında seçime zorluyor” diyor.



Mustafa Şahin TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’ndaki tecrübesinden hareketle ve kendine has üslubuyla bir “Darbeler, baronlar ve taşeronlar” yazısı yazıyor.



Kendisi aynı zamanda bir Vatikan uzmanı olan Ali Murat Yel, Papa’nın istifası neden bizi bu kadar ilgilendirdi sorusunu cevaplıyor. Bedri Gencer ise liberalizm, kapitalizm ve küreselleşme ilişkisinin insanoğlunda bunların evrenselliğine dair bir varsayıma yol açtığını dile getiriyor. Mücahit Küçükyılmaz ise bilişim ve internet hukuku karşısında herkesin ve yeni olduğu ve bundan dolayı da hukuki bazı müdahalelerin de sansür olarak değerlendirildiğini ifade ediyor. Açık Görüş kitaplığı bu hafta da yeni kitaplarda tanıştırıyor.



İyi haftalar...