Ankara'nın diplomatik başarı hikayesi Batı'da nasıl algılanıyor?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney /Nişantaşı Üniversitesi- Trocadero Forum Instute
27.08.2022

Düne kadar, Türkiye'yi hırslı ve saldırgan olarak tanımlayanlar bugün büyük bir şaşkınlıkla Ankara'nın diplomasi alanındaki başarılarını ve en önemlisi Erdoğan'ın barış kurucu bir lider olduğunu, Türkiye'nin uzun süredir uygulayageldiği dengeleyici ve proaktif diplomasinin önemini itiraf etmek zorunda kalıyorlar.


Ankara'nın diplomatik başarı hikayesi Batı'da nasıl algılanıyor?

Son 10 yıl içerisinde diplomasinin işlevinin ölüp ölmediği çok tartışıldı. Elbette bu tartışmada kastedilen bürokratik bir mekanizma olarak diplomasinin değer kaybetmesi değildi, kastedilen artık bir ilişki biçimi olarak, ilişki dili olarak, küresel yönetişimin parçası olarak diplomasinin anlamsızlaşıp anlamsızlaşmadığı sorusuydu. Dolayısıyla diplomasiye duyulan güvensizlik büyük güç politikalarının tek taraflılığından ve BM gibi, AB gibi küresel ve bölgesel yönetişim platformlarının çözüm üretmeyen ama aktörlerin sürekli konuşup durduğu bir alan olarak algılanmasından kaynaklanıyordu. İletişim kurmak için yeni ve doğrudan temas kurma mekanizmalarının teknoloji ile birlikte gelişmesi bu güvensizlik sürecini daha da besledi, ama belki de esas kırılma noktası diplomasinin tarihsel merkezi olmakla övünen Avrupa'nın orta yerinde çıkan savaşın başlangıcında diplomasinin adeta yeni bir Münich, yeni bir Yalta beklentisiyle dışarıda bırakılması, caydırıcılığın matematiksel bir mantık silsilesi içinde işleyeceğinin düşünülmesiydi.

Ötekileştirme retoriği

Büyük güçler, Batı ve Avrupa böylece güçlü bir "ötekileştirme" retoriği ile konvansiyonel savaşı adeta diplomasinin işlemediğini kanıtlama aracına dönüştürdü. Oysa Ukrayna savaşı hala çok farklı riskler üretebilecek bir savaş ve bu yüzden savaş içerisinde tarafların amacı ve kırmızı çizgileri, pazarlık biçimleri, risk kontrol mekanizmaları vb konularda diplomasinin işliyor olmasına tarafların, bölgenin, Avrupa'nın ve küresel düzenin ihtiyacı var. Bu noktada savaşın başlangıcında Türkiye'nin diplomasi opsiyonunu canlandırarak küresel ve bölgesel yönetişime can suyu vermesi ise pek kimsenin beklediği bir şey değildi.

Bugün ise Ukrayna savaşının 6. ayında BM genel sekreteri dahil, savaşa bağlı krizlerin yönetilmesinde Türkiye aracılığı ile kurulan diplomasi hatlarının işleyeceğinden neredeyse herkes emin. Bu sonuçta Moskova ile Kiev arasında adeta mekik dokuyarak büyük başarılara imza atan Türk diplomasinin alın teri kadar, Türk dış politikasının Ukrayna krizinin başından itibaren "çözüm odaklı, kriz yönetimine dayalı, dengeli" bir vizyon belirlemesi ve buna uygun lider diplomasisinden güvenlik konferanslarında kolaylaştırıcı olmaya çeşitli araçlarla ortaya çıkmasının da payı var. Kısaca Türkiye'nin yıldızının parladığı andayız.

Türkiye'nin başarısına ihtiyaç duyuluyor; dolayısıyla Ankara'nın Ukrayna savaşı çerçevesinde kendi adına inşa ettiği diplomasiyi kolaylaştıran/mümkün kılan güvenilir aktör rolü basit bir kamu diplomasisi propagandası değil bunu Ankara'nın duruşunun dış basında ciddi olarak övgü konusu olmasından yani Türkiye'nin bu yeni rolünün farkında olunmasından anlıyoruz. Düne kadar, Türkiye'yi hırslı ve saldırgan olarak tanımlayanlar bugün büyük bir şaşkınlıkla Ankara'nın diplomasi alanındaki başarılarını ve en önemlisi Erdoğan'ın barış kurucu bir lider olduğunu, Türkiye'nin uzun süredir uygulayageldiği dengeleyici ve proaktif diplomasinin önemini itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Bu itiraf Türkiye için bir bölgesel ve küresel kriz yönetiminde bir konum da belirliyor, uygulayıcılarının hakkını da teslim etmek zorunda kalıyor. Fransız Le Figaro gazetesi, örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye'nin uluslararası alandaki son hamleleri için ''Erdoğan diplomasisi, Türkiye'yi vazgeçilmez kıldı'' tanımlamasını kullandı geçenlerde.

'Çok kutupluluk virtüözü'

Söz konusu gazete, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın başarılı lider diplomasisine atıfta bulunularak özellikle Soçi ve Lviv ziyaretlerinin Erdoğan'ın gerçekten de herkesle diyalog kurabilen ciddi bir arabulucu lider olduğunu kanıtladığını okuyucularıyla paylaştı. Le Figaro gazetesinde, gazeteci Mayeul Aldebert'in ifadesine göre, Erdoğan Türkiye'sinin bugünkü bu başarılı politikası Ankara'nın zaman içinde biriktirmiş olduğu ekonomik, askeri ve diplomatik kapasitesiyle kendisini uluslararası ortamda yeniden konumlandırması üzerine oturtulmuştur. Nihayet "Anneciğim Türkler geliyor" garabetinden kurtulabilmiş yorumlar okuyoruz. Yine Le Figaro'nun Türkiye ile ilgili bu haberinde, Ankara'nın topyekûn bir normalleşme diplomasisi yürüttüğün altı çizilmiş ve Ankara'nın gerektiğinde İran, Libya ve Ukrayna ile görüşebildiği gibi aynı zamanda İsrail ve Ermenistan gibi ülkelerle de yeni ilişkiler kurabildiği hatırlatılmıştır. Özetle, söz konusu gazetede Türkiye en sonunda "çok kutupluluk virtüözü" olarak tasvir edilmiştir. Bu önemli bir tanımlama, yıllarca Türkiye'nin yalnız kaldığı, vizyonuna nefesinin yetmediği propagandasının aslında tersine çevrilmesi. Türkiye'nin diplomasi hamlelerinin bir sonuç olmaktan çok bilinçli olarak inşa edilmiş stratejik bir süreç olarak tanınması.

'Dengeli oyuncu'

ABD merkezli Foreign Policy dergisi de benzer bir yol izleyerek Türkiye meselesini ele aldı: Ankara'nın savaşan taraflar arasında başarılı bir arabuluculuk rolü oynadığına dikkat çekti. Ankara'nın Batı'dan bağımsız olarak Rusya ve Ukrayna arasında sürdürmüş olduğu diplomasi trafiğinin olumlu bir sonuç üretmesi analizi kaleme alan Eugene Chausovsky etkilemiş görünüyor. Yazara göre, öncelikle Türkiye yürüttüğü diplomasi ile küresel gıda krizinin olumsuz etkilerinin yatışmasında ciddi bir katkı da bulunmuştur. Sonuçta Foreign Policy dergisi yapmış olduğu bu tespitler doğrultusunda, Türkiye'yi Ukrayna Savaşının büyük bir oyuncu aktörü olarak tanımlaya layık bulmuştur. Ukrayna savaşında oyuncu olmayı tercih eden aktörlerin savaşı körüklemekten beis duymadıkları düşünülürse Ankara'nın kendini Ukrayna krizi çerçevesinde aktif bir aktör haline getirirken başkalarından nasıl farklılaştığı da daha net anlaşılabilir. Söz konusu makalede de özellikle NATO'nun üyesi olan Türkiye'nin Batılı müttefiklerine kıyasla dış politika ve güvenlik konularında oldukça farklı bir pozisyon alarak hareket ettiği, bu bağlamda Moskova ile başa çıkmakta Ankara'nın müttefiklerine önemli bir ders verdiği iddia ediliyor. Savaşın başında Türkiye'nin denge politikasının Ankara'nın hareket alanını daraltacağını söyleyen sayısız yorum ve makaleyi elbette hatırlıyoruz.

Bugün "gıda koridoru" anlaşmasının Batı ve Avrupa'daki algıyı dönüştürmekte kilit önemde olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Ancak bu başarının ışığı Ankara'nın bazı hassasiyetlerine de yavaş yavaş dikkat çekmeye başlamış görünüyor. Örneğin yine aynı makale, Türkiye'nin dengeli ve kararlı tutumunun en çok Ankara'nın kendi ulusal çıkarlarının söz konusu olduğu konularda hissedildiğine vurgu yapmış, misal olarak da PKK ile ilgi bir terör meselesinde, Türkiye'nin kendi çıkarı doğrultusunda İsveç ve Finlandiya üyelik sürecini nasıl yavaşlattığını vermiştir. Bu tespit bir olumsuzlama olmaktan ziyade Türkiye'nin diplomasisinin Batı'nın bir aracı olarak görülemeyeceğinin altının çizilmesi. Zaten yazar, yorumumuzu haklı çıkartırcasına, Türkiye'nin NATO'nun vazgeçilmez bir üyesi olduğu ifade ederek Cumhurbaşkanı Erdoğan öncülüğünde Ankara'nın bölgesel bir güç olduğunu söylüyor. Uzun bir süre "bölgesel güç olma" Brüksel ve Washington ile kavga etmek, bu merkezler tarafından ötekileştirmek olarak algılandı. Algı ve sahanın gerçeklerinin birbirine uymadığı görüldüğünde dahi Ankara söz konusu olduğunda kaşlarını kaldırmayı tercih edenler artık Türkiye ile kavga edilmesine son verilmesi çağrısı yapıyor.

Foreign Policy dergisinde çıkan Maximillian Hess imzalı başka bir analiz, 'Batı Neden Erdoğan ile Şimdi Barışmalı' sorusunu ortaya atıyor. Hess, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önemine vurgu yaparken diğer taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alan ifadelere yer vermiştir. İlginç olan bu yazıda, Batılıların Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Ukrayna savaşı öncesi yapmış olduğu uyarılarını o zaman dikkate almamalarının bedelini şimdi ödediklerine vurgu yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye, Batı için bu sefer olumlu anlamda bir "kontrol noktası" işlevi üstlenmektedir. Batı'nın kontrolsüz politikalarının Ukrayna'da savaşın caydırılamadığı bir ortam yarattığını haklı olarak tekrarlayan yazar Türkiyesiz Batı'nın Rusya ile sürdürdüğü ekonomik savaşın neticesiz kalacağını ve bu bağlamda Ankara'nın kilit rol oynayabileceği iddia etmektedir. Bu yoruma göre, Türkiye örneğin Rus mallarının Karadeniz'e çıkışını kısıtlayabilir. İlaveten, Ankara Rusya'ya yönelik yaptırımlarının bir parçası olmadığı için Rus ödemelerini kolayca kabul eden birkaç ülkeden biri olduğundan Batı ile anlaşması halinde sonuçta Rus parasının akışı da kesilebilir. Son dönemde Türkiye, Rusya ile geliştirdiği ekonomik ilişkiler çerçevesinde yine "yaptırım tehdidi" propagandası ile karşı karşıya kalıyor. Yaptırım stratejilerinin bölgesel istikrar, Rusya'nın caydırılması ve Batı stratejilerinin başarısı konusunda pek bir şey üretmediği ortada. Mesele Rusya da değil. Yaptırımlar ve ticari savaşlarla Batı İran ve Kuzey Kore gibi ülkeleri bile istediği noktaya getirmeyi başaramadı. Dolayısıyla yazarın, Batı-Türkiye ilişkilerinde yeni bir normalleşme/barışma çağrısı yapması önemli. Tabii Batı'nın derdinin sadece öz eleştiri olmadığının da farkındayız. Nitekim aynı yazıda Avrupa'nın mevcut enerji krizinde Ankara'nın alternatif boru hattı nakil yollarının üzerinde olması dolayısıyla kilit bir kolaylaştırıcı rol oynayabileceğinin altı çizilmiş. Ünlü "jeopolitik konum" vurgusunun geri döndüğünü böylece görüyoruz. Ama ilk kez belki Batılılar jeopolitik konumun haritada bir yer olmadığını stratejik bir jeo-kültürün, diplomasi kültürünün üreticisi olduğunu görmek zorunda kalıyorlar.

Yeni jeopolitik mantık

Batılı yorumcuların bu beklenti ve yorumlarının olabilirliği tabii ki tartışmalıdır, ancak gerçek olan bir şey var; Türkiye'nin son dönemdeki diplomatik başarıları artık Batılıları, Türkiye-Batı ilişkisi konusunda farklı düşünmeye zorluyor. Çünkü sadece "çok korkulan kış yaklaşmıyor" aynı zamanda Yeni Soğuk Savaş da kendini daha çok hissettirmeye başlıyor. Bu yeni Soğuk Savaşta Ankara'yı ötekiler arasında bırakıp Batı kampında ABD ve Rusya arasında kıyamet gününü beklemek düne kadar normatif üstünlük hayalleri gören Batı için bile saçmalık.

Günümüz akışkan jeopolitiği bir yandan büyük güç rekabeti yüzünden karşıt kutuplaşmanın önünü açmakta diğer yandan ittifakların menfaat odaklı ve esnek olması sebebiyle çapraz ittifakların oluşmasına yani herkesin herkes ile konuşmasına imkân vermektedir. Türkiye bu koşullar altında, tercihini büyük güç rekabetinin bir parçası olmamaktan yana kullanmıştır. Batı ve Rusya arasında bir seçim yapmadan üçüncü bir yol olarak Ankara, hem büyük güçlerin dengelenmesini öncelemiş hem de Ukrayna savaşı çıkmadan önce savaşın önlenmesi için çoklu diplomatik girişimlerde bulunmuştur. Büyük güçler savaşa kararlı olduğundan Ankara'nın çabası hemen meyve vermese de yeni Soğuk Savaş Ukrayna'da bitmeyen bir savaş görüntüsü çizdikçe hem Ankara'nın uyarıları hem de kriz yönetme kapasitesi hatırlanır oldu.

Bu bağlamda, Ankara Ukrayna Savaşı öncesi ve sonrasında uyguladığı başarılı kriz yönetiminde diyalog kanallarının savaşan taraflara karşı açık tutulmasına büyük bir özen göstermiştir. Bu herkesle konuşabilme stratejisi zamanın jeopolitiğinin ruhuna da uygundur, ama herkesin gerçekleştirebildiği bir şey değildir. Nitekim Türkiye Ukrayna savaşı sırasında, özellikle Rusya ile konuşabilen yegâne ülkelerden biri olmanın avantajını kullanarak, Ukrayna ve Rusya taraflarını savaşın başlarında Antalya Diplomasi Forumu'nda ve İstanbul'da bir araya getirebilmişti. Savaş sırasında taraflarla irtibatını koparmamış Türkiye 22 Temmuz tarihli Tahıl Anlaşmasını bu duruşu sayesinde gerçekleştirmiştir. Ankara, Ukrayna Savaşındaki uyguladığı bu kriz yönetimi sırasında, Ukrayna nezdinde ülkenin toprak bütünlüğünü savunmuş ve bu bağlamda Rusya'nın saldırısını kınamış ve önceden Kiev hükümetiyle imzalamış olduğu anlaşmalar gereğince bu ülkeye SİHA v.b. askeri teçhizat satmaya devam etmiştir. Türkiye, iki ülke arasındaki sürdürdüğü denge siyaseti gereği Moskova'ya SİHA satmayacağını da bizzat Bayraktar ağzından CNN International'a yapılan bir mülakatta bildirmeyi ihmal etmemiştir. Ayrıca Ankara Ukrayna'daki çatışmaları savaş olarak tanımladıktan sonra 1936 tarihli Montrö Anlaşması gereğince Türk Boğazlarını Rus savaş gemilerinin geçişine kapatmıştır. Bu da Kiev yönetiminin savaş başında Boğazlarla ilgili talebinin meşru ve hukuki olarak yerine getirildiğini, Rusya'nın da buna itiraz etmediğini göstermektedir. Öte yandan, Türkiye denge politikasını sürdürmek adına Rusya ile angajman kurmaya devam etmektedir. Bu çerçevede, özellikle hem Rusya'ya karşı Batı tarafından uygulanan yaptırımlara dahil olmamış hem de hava sahasını Moskova'ya kapatmamıştır. Dolayısıyla, böylece Ankara-Moskova hattında ticari ve enerji alanındaki işbirlikleri savaş sırasında aksamadan devam edebilmiştir. Bu tabloya baktığımızda Türkiye'nin Rusya-Ukrayna mücadelesinde savaşan taraflarla bir gölge oyunu oynamadığı, savaşta kriz ve denge yönetişi olarak işlevsel diplomasi geliştirdiği görülmektedir.

Türkiye'nin pusulası

Ukrayna Savaşında Ankara'nın gösterdiği diplomasi başarısı, Türkiye'nin barış yapıcı bir ülke olarak tanınmasını ve böylece uluslararası toplum içindeki prestijinin her geçen gün daha da artmasını beraberinde getirmektedir. Türkiye'nin mevcut başarısı, Ankara'nın son yıllarda dış politikada 1-) büyük güçler karşısında denge stratejisi sürdürmesine 2-) bölgesel aktörlerle normalleşme ve kazan-kazan işbirliklerine öncelik vermesine ve 3-) caydırıcılığın sınır ötesi operatif kabiliyetler üzerinden güçlendirilmesine bağlı olarak gerçekleşmiştir. Yeni Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan yeni riskler ve belirsizlikler karşısında Türkiye'nin bu politikasında ısrarcı olması zorunluluk teşkil etmektedir. Bu çerçevede Türkiye'nin kendisi ile ilgili bakışı ve güveninin hiç değişmediğini de söylemeliyiz. Değişen konjonktürdür, Türkiye'ye duyulan ihtiyacın artmasıdır ve Türkiye'nin kazandığı deneyimdir. Batı Türkiye ile ilgili algısını tamir etmekte zorlanıyor ama yapabilecek bir şey yok. Tarihte Türkiye'nin pusulasının doğruyu gösterdiği bir andayız; Batı istese de istemese de kutbunu buna göre ayarlayacak, yeni jeopolitik mantığı benimseyecek.

[email protected]