Erdoğan tarihi konuşmasını yaparken arkasındaki panoda şöyle yazar: “Sınırları Aşan Liderlik”. Bu, sadece retorik bir slogan değil; Erdoğan'ın 2010'lardan beri inşa ettiği dış politikanın doruk noktasıdır. Türkiye'nin yalnızca kendi sınırlarını değil; Müslüman dünyanın istikametini tayin etme sorumluluğunu da üstlenmeye hazır olduğunu ilan eder. Buradaki iddia radikaldir: Artık Türkiye, sadece Türkiye değildir. Artık sınırlar yalnızca haritada vardır.
Mehmet Kırtorun/ Yazar
Geçtiğimiz cumartesi günü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yaptığı konuşma, sıradan bir siyasi beyanatın çok ötesindeydi. Söyledikleri, bir hükümetin politik refleksleri değil, bir medeniyetin kendini yeniden tanımlama çabasıydı. "Malazgirt ruhu" ve "Kudüs ittifakı" ifadeleri, bir çağın bittiğini ve bir başka çağın başladığını haber veriyordu. Bu iki kavram, sadece Türkiye'nin değil, bütün bir İslam coğrafyasının kaderine dair iddialı ve yüksek perdeden kurulmuş bir cümle gibiydi.
Batılı zihinler için bunlar romantik, hatta tehlikeli semboller olarak okunabilir. Ancak meselenin özüne inildiğinde, burada yalnızca bir tarih çağrısı değil, aynı zamanda bir anlam çağrısı yatmaktadır. Çünkü modern dünya, artık yalnızca ekonomiyle, güvenlikle ya da teknolojik gelişmeyle açıklanamayacak kadar karmaşık ve yorgun. Yeni anlatılara, yeni ruhlara ve yeni merkezlere ihtiyaç var.
Bir eşik olarak Malazgirt
Malazgirt 1071'de kazanılan bir muharebe değil yalnızca. O, tarihin yönünü değiştiren, Selçuklu aklıyla İslam'ın politik merkezini batıya taşıyan, medeniyet tasavvurunun yeniden kodlandığı bir eşikti. Erdoğan, Malazgirt'i bugüne taşıyarak sadece geçmişe selam vermiyor; aynı zamanda modern Türk-İslam sentezine tarihsel meşruiyet zemini sunuyor.
Malazgirt Ruhu, üç temel üzerinden kurgulanıyor: Yurt edinmenin ön koşulu olan iç birliğin sağlanması. Fiziksel değil, zihinsel ve ahlaki bir açılım. Ulusal sınırları aşan, adaleti evrensel bir ideal olarak taşıyan bir medeniyet yükümlülüğü.
Bu bağlamda Malazgirt, Erdoğan için sadece bir tarihsel referans değil; jeopolitik bir karakter inşasıdır:
"Atlarımızın şahlanışından coğrafyaya huzur yayıldı. Kılıç şakırtıları bu bölgeye barış getirdi... Kılıçlarımızı gerektiğinde kınından çıkarıp omuz omuza savaştık. Gerektiğinde hançerlerimizle bir dilim ekmeği üçe böldük..."
Bu anlatı, tarihsel bir parantezin yeniden açılışıdır: Türklerin, Kürtlerin, Arapların yalnızca savaş meydanlarında değil; hayatın bütün alanlarında beraber olduğu dönemlere bir ağıttır ve aynı zamanda bir çağrıdır.
Kudüs Paktı: Coğrafyayı aşan bir ahlaki ittifak
Kudüs... Bir şehirden öte bir niyet, bir yön, bir kıbledir. Kudüs İttifakı ise yalnızca diplomatik bir konsept değil; bölge halkları arasında kurulması gereken ahlaki, kültürel ve manevi bir birlikteliğin ifadesidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasındaki o çarpıcı bölüm bu hakikatin altını çiziyordu:
"Türk, Kürt, Arap eğer bir aradaysa, birse, beraberse işte o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde, uzaklaştıklarında ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır..."
Bu ifade, yalnızca duygusal bir nostalji değildir; tarihsel örneklerle sabit bir gerçekliğin özeti gibidir. Moğol istilaları, Haçlı Seferleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen yapay sınırlar, Kudüs'ün kaybı... Hepsinin ortak paydası, Müslüman halkların bölünmüşlüğü olmuştur.
Ve bugün?
"Gazze'de, Filistin'de tarihin en acımasız, en barbar soykırımı işleniyor. Neden? Çünkü Türk, Kürt, Arap bir araya gelip ittifak kuramıyor."
Kudüs Paktı, tam da bu parçalanmışlığa karşı kurulan bir zihinsel ve siyasi birlik önerisidir.
Önce içeride saf tutmak
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasında en sık vurguladığı kavramlardan biri "iç cephe tahkimi"ydi. Bu vurgu, yalnızca güvenlik politikalarına değil; derin bir tarihsel bilinçle şekillenmiş toplumsal mutabakat, inanç birliği ve stratejik direnç kavramlarına işaret ediyordu. Erdoğan, Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethetmeden önce 12 yıl boyunca iç cepheyi nasıl tahkim ettiğini hatırlatarak, bugünkü Türkiye'nin de benzer bir arınma ve toparlanma sürecinden geçtiğini ima etti.
Bu tarihsel strateji, İslam dünyasının kriz anlarında defalarca başvurduğu bir modeldir. Üç örnek, bu yaklaşımın sürekliliğini göstermektedir:
1.II. Abdülhamid'in Panislamist iç denge siyaseti (1876–1909): Osmanlı'nın son döneminde içerideki Türk, Kürt ve Arap unsurların birliğini sağlayabilmek, ümmet yapısını koruyabilmek için II. Abdülhamid, siyasi gücünü Halifelik makamı üzerinden kurumsallaştırdı. Kudüs'te, Mekke'de ve Medine'de inşa edilen okullar, hastaneler ve demiryolu hatları sadece altyapı değil, bir medeniyetin ortak hafızasını diri tutma çabasıydı. Bu yaklaşım, Kudüs İttifakı söyleminin köklerini modern tarihte bulduğu en net örneklerden biridir.
2.Osman Gazi'nin Söğüt merkezli beylik stratejisi: Osmanlı Devleti'nin kurucu iradesi, sadece bir askerî kuvvet değil; bir ahlaki birlik ve gaza aklı üzerine bina edildi. Ahilerin desteği, uç beylerinin sadakati ve Bizans sınırındaki hassas denge politikalarıyla sağlanan iç cephe güvenliği, ilk fetihlerin ruhunu ve meşruiyetini oluşturdu. Bu modelde, medeniyetin nüvesi önce içeride inşa edildi, sonra genişledi.
3.Yavuz Sultan Selim'in Safevî tehdidine karşı iç birliği sağlaması (1514–1517): Yavuz'un doğuya yaptığı Çaldıran Seferi, yalnızca bir askeri harekât değil; Anadolu'daki mezhebi ayrışmaları ve siyasi çözülmeyi bertaraf etme girişimiydi. Bu içsel konsolidasyonun ardından Ridaniye Seferi ile Kudüs, Mekke ve Medine Osmanlı idaresine geçti. Hilafetin devralınması da bu sürecin doğal sonucuydu. Yavuz'un yaklaşımı, "önce içeride birlik, sonra mukaddesat" fikrinin klasik örneğidir.
Bu bağlamda Erdoğan'ın çağrısı, günümüz dünyasında benzer bir iç tahkimat – dış açılım denklemini işletme girişimi olarak okunmalıdır. FETÖ, PKK, Gladio, etnikçilik ve vesayet yapılarının tasfiyesi, yalnızca güvenlik değil; birlik, aidiyet ve değer inşası hamlesidir.
Cumhurbaşkanı'nın şu sözleri bu sürecin hem poetik hem ideolojik özetidir:
"Kalemlerimizi çıkardık. Yeryüzüne, gökyüzüne, birbirimizin yüreğine La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah hattını hep beraber kazıdık..."
Bu söz, iç cephe tahkiminin yalnızca devletin değil, toplumun bütün damarlarında hissedilen bir diriliş iradesi olduğunu gösterir. Tıpkı tarihte olduğu gibi: Kudüs'e yürümek için önce içeride saf tutmak gerekir.
Türk-Kürt-Arap ittifak
Cumhurbaşkanı'nın şu sözü dikkat çekicidir:
"Eğer Türk, Kürt ve Arap birlikte olsaydı; Gazze bu hale gelir miydi?"
Bu söz, Türkiye'nin önerdiği modelin ulus ötesi, etnisite dışı, ümmet temelli bir birlik olduğunu ilan eder. Kudüs İttifakı, Türkiye merkezli ama tek yönlü olmayan, aksine karşılıklı sorumluluklara dayanan çok aktörlü bir birlik vizyonudur. Bu söylem, hem Arap milliyetçiliğini hem de seküler Türkçülüğü dışlar; yerine halklar arasında kadim bağlara dayanan bir adalet birliği önerir.
Türkiye Türkiye'den büyüktür
Konuşmanın arkasındaki pano: "Sınırları Aşan Liderlik". Bu, sadece retorik bir slogan değil; Erdoğan'ın 2010'lardan beri inşa ettiği dış politikanın doruk noktasıdır. Türkiye'nin yalnızca kendi sınırlarını değil; Müslüman dünyanın istikametini tayin etme sorumluluğunu da üstlenmeye hazır olduğunu ilan eder.
Buradaki iddia radikaldir:
Artık Türkiye, sadece Türkiye değildir.
Artık sınırlar yalnızca haritada vardır.
Yeni bir çağın eşiğinde
"Malazgirt Ruhu" ve "Kudüs İttifakı", bir restorasyon projesi değil; bir yeniden doğum manifestosudur. Erdoğan, bu iki kavramla hem içeride bir konsolidasyon sağlamayı, hem de dışarıda yeni bir medeniyet merkezinin inşasını hedeflemektedir.
Bu hamle, Türkiye'nin tarihte ilk kez hem içeride hem dışarıda eş zamanlı olarak kurucu bir özneye dönüşme iddiasıdır.
Şimdi temel soru şudur:
Bu çağrıya kim kulak verecek?
Ve daha da önemlisi:
Bu çağrıya kim direnecek?
Belki de geleceği bu iki sorunun yanıtı belirleyecek.