Apansız o şehre vardım

Dr. Selma Karışman / Din sosyoloğu, Yazar
31.03.2023

Hacı Bayrâm-ı Velî "Nagehan ol şâra (şehre) vardım/ Ol şârı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş-u toprak arasında" derken, insan-şehir ilişkisini gözler önüne serer: Evet şehri insan yapar ama o şehrin harcı bir kez ruh ve imanla karılmaya görsün, o da, kendisini kuran insanı inşa ve ihya ederek tarih önünde adeta ona borcunu öder.


Apansız o şehre vardım

Yazarının, sessiz kalan ızdırabını dillendirmekten başkaca bir amaca matuf olmayan bu yazı ile umulur ki tarihin keskin hafızasına not düşme mesuliyeti bir nebze de olsa ifa edilebilir.

Yine ulusal bir acı olarak belleğimize demir atan "Mavi Marmara ve Ebediyete Taşıdıkları" için yazdığım şiirde, şiir-keder ilişkisi şöyle yansıtılır: Bazı şiirler ecel gibidirler/Apansız gelirler/Şimşek hızıyla, nagehan/Bir çırpıda dokunurlar kalbine zamanın/Geldiklerince uzaklaşırlar sonra/Bir ince sızı kalır ardından/Bu yüzden derinlik aranmaz mısralarında/Dalga gibidirler/Şiirden çok ağıta benzerler/Sesten çok çığlığa...

Acıyı yazmanın ne kadar acı olduğunu, yanmayı yazmanın ne kadar yakıcı olduğunu bu şiirde bir kez daha tecrübe etmiştim fakat nesirler de böyleymiş belli ki, daha da doğrusu koyu acıyla, derin ızdırapla gelen ve kalbin kapısına çarpan her şey, her dalga...

Bazı soruların cevabı yoktur

Bir gece vakti buldu ecel onları, adına "küçük ölüm" denilen uykunun kollarında iken... Ne hayallerle koyulmuşlardı geceye kim bilir, ertesi güne yani yarına, büyük yarına yani geleceğe ait ne hayalleri vardı. Hangi masallarla uyutmuşlardı çocuklarını akşamdan, hangi şefkatli öpüşlerle; Pazar tatilinin rehaveti ile erken girilmişti belki yataklara, şöyle lapa lapa kar yarı yıl tatiline ne de giderdi ama, ya da sılaya yapılacak uzun bir ziyaret... Yavru Vatandan Ana Vatan'a biletler çoktan alınmış, valizlere genç ellerin yeni şampiyonluk hayalleri çoktan konulmuştu...

Duydular mı o ömür kadar uzun, ecel kadar kısa süren sarsıntıyı, yoksa kendilerini bir anda demir beton toz karışımı bir zindanda mı buldular; planından, kolonundan, kemerinden, kirişinden çalan bir ihtikâr hırsının yerle bir ettiği bu yer artık evleri değildi çünkü! O çok özenerek "dünyada mekân" diyerek aldıkları, o okula yakın diye yeni taşındıkları, yıllardır oturup artık kendilerinden bir parça bir uzuv olarak gördükleri, koltuklarını ve perdelerini yeni değiştirdikleri, duvarları hafif islendi diye su bazlı boya ile yeni boyadıkları, akşamla birlikte dışarıya kapanan içlerine açılan evleri değildi artık burası. "Peki ama evimize ne oldu" diye sordu çocuk, "neden buradayız biz"? "Siz eve nereden girdiniz" diye sordu bir başka masum çehre, "yan odada ablam uyuyor, onu da aldınız mı"? Annem babam nerede, çocuklarım nerede, eşim dostum komşum akrabam neredeler, kızımı gördünüz mü, kapı karşı komşunuzu gördünüz mü? Yoktu işte bazı soruların cevabı, üstelik böylesi bir mahşer provası sırasında! Eksi derece altında yatağın sıcaklığına ait giysilerle bekleyişler ama umutla, ama kara, yağmura, isyana inat; bir ses bir soluk duymak için hayata dair, içe gömülen ağıtlar, hıçkırıklar; bazen mucizeye tutulan alkışlar, bazen tevekkül kuşanan acı haberler; tırnaklarla kazılan enkazın insanı enkaza döndürdüğü anlar, sarsılan arzın üzerinde inanç gücü ile sarsılmayan maneviyatlar... Devasa bir kültürel coğrafyada; 6 Şubat saat 04.16 ve 04.27'de Gaziantep'te, 13.24'de Kahramanmaraş'ta ve kapı komşu dokuz ilde duran, artık akmaya da mecali kalmayan yorgun Zaman; toprak gibi, gönüller gibi yorgun...

Eski bir Ramazan yazısı

Yıllar önce bir Ramazan ikliminde kaleme aldığım yazıdaki duygu ve tasvirlerin tazeliğini ve güncelliğini yıllar sonra bu Ramazan'da aynen koruduğunu görmekten -rutin bir yazar yaklaşımı olarak- heyecan duydum. Ramazan'da düşünce gücünün bileylendiği, idrakin imâl-i fikre sonuna kadar açıldığı, oruca aşina olan olmayan herkesin malumudur. Bu; orucu, mukabelesi, zekâtı, fitresi ile Ramazan'ın, Şehrin göğüne bir buhurdan gibi yükselen manevi havasının bütün insanlara pay ve ikram edilen bereketli ilhamıdır. Orucun mucizevî iklimi, hayallerin kapısını da, idrakler gibi sonuna kadar açarak oruçluyu içine girmeye ısrarla davet eder. İşte böyle cömert bir davete icabetin gerekliliğinden doğan o eski yazıda büyük bir sofra olarak tasavvur etmiştim Türkiye'yi: Sınırları içinde yaşayan bütün nüfusun etrafında toplandığı, herkesin kendisine aynı itibarda bir yer bulduğu, ocağında ne pişerse ortaya konan bereketli ramazan sofraları gibi, ramazan neşesine iftar vakitlerinin katkısız coşkusunun, imsakların mahmur heyecanlarının katık edildiği, içinin/içindekilerin bütün sevgisini, düşüncelerinin bütün birikimini ihtimam ve neşe ile kabul eden devasa bir sofra... Sınırları Türkiye haritasıyla belirli fakat merhameti, muhtevası, atılımları; yerel değerler üzerinden global komşulara taşan cömert bir ikram mahalli. Çeşit tonda düşüncenin, farklı dil ve lehçenin, folklorik motifin, anlamlı geleneğin, çoğul kültürel zenginliğin; tıpkı mısır ekmeğinin, kuymağın, içli köftenin, künefenin, güllacın, baklavanın, su böreğinin, favanın, dondurmanın; üzerinde harmanlandığı, aynı iştiha ve coşkuyla paylaşıldığı, renkli, ahenkli bir Türkiye sofrası gibi, farklılıklarıyla bütünleştiği, yekpareleştiği ortak bir vatan sathı... Ağaçlarında sallandığımız, toprağında beslenip, yürüyüp, dillendiğimiz, besmele çekmeyi öğrendiğimiz, tuz-ekmek hukukunu üzerinde idrak ettiğimiz bir tecrübe mahalli... Fakat iyi, doğru ve güzeli aynı değerler tezgâhında dokuduğumuz bu topraklarda, aynı sevdalara türkü yakan yüreklerimiz bu defa aynı yasa ağıt yakıyor, aynı acının nabzını tutuyordu...

Evet, ortak hafıza üzerine serilen sofranın yine ayrısı gayrısı yoktu fakat sofra başında oturan herkes yani bir âlicenap millet, bu kez tuz- ekmek hukukunu, sofranın; ölümün eksilttiği bölümünün aşı, gözyaşı için yoldaş, eksiği için seferber kılmıştı. İsâr ve rikkat ahlâkı canlandı, kasaların kilitleri açıldı, kumbaralar kırıldı, atölyeler ekranlar çalıştı; millet devlet bir oldu birlik oldu, hayırda yarışıldı, yediden yetmişe, "z kuşağı"ndan yaşlı kuşağa, herkes gönüllü oldu, gönlüyle orada oldu. Çünkü birbirine canan binlerce can ile birlikte devasa bir kültürel coğrafya, bir tarih abidesi idi yok olan! Adıyaman'ın Acıyaman'a dönüşü, yalnız Malatya'nın Doğanşehir'inin eski adına değil Doğu Anadolu istiridyesinin bütün nadide incilerinin Viranşehire dönüşmesi idi olan, "Cennetten bir köşe" olarak pazarlanan "rezidans"ların enkaza; otellerin, apartmanların, plazaların mezara dönüşmesi idi.

Maddeye geçen iman

Teolojinin önemli bir gündemi olarak, mezheplerin oluşmasına da kriter teşkil eden Kader-İrade ilişkisi; hayat, ölüm, ölüm sonrasına ilişkin ontolojik ve güncel muhtevası ile halkın da ilgisini çekmiştir. Bu afette olduğu gibi pek çok benzeri olayda bütün sorumluluğu cüz'i iradenin rağmına Kader'in sırtına yükleyenler olduğu gibi, Kader'in ve Coğrafya'nın payını hiçe sayıp onu sadece tedbire indirgeyenler olmuştur. Fakat derin tartışmalara girmeden temel inanç umdelerimiz doğrultusunda -kabaca- diyebiliriz ki, Kader'in vuku bulması, beşerî sorumluluğun payını hiçbir zaman yok etmez. Yağmur, meteoroloji bildiği için yağmaz, meteoroloji zaten yağacak olan yağmuru hesaplar, tahmin eder; öncesinden haber verilen sel Kaderdir fakat onun kader(de) olması; planlama hatasının, sel yatağına ev yapılması gibi bireysel ve idari tedbirsizliğin, kontrolsüzlüğün mesuliyetini -her iki cihanda- kaldırmaz, yok etmez. Kader'in bilgisinin bize verilmemiş olması, Kader'in muhtemel planlarına, işaretlerine uygun planlar geliştirme sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Burada sözü Üstat Tanpınar'a bırakmak isterim: "Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu." İşte insan özelinde kaybettiğimiz; bu maneviyat yoksunluğu, bu madde-manâ ilişkisi idi. Manevi zenginliğin göz ardı edilerek, zenginliğin sadece maddeye indirgendiği; rızık, kanaat, itidal, hak, istikamet, doğruluk, dürüstlük, kavramlarının depremden çok önce yerle bir edildiği bir ahlakî çöküntü! Hacı Bayrâm-ı Velî ise, "Nagehan ol şâra (şehre) vardım/ Ol şârı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş-u toprak arasında" derken, insan-şehir ilişkisini tasavvuf paydasında hiç eskimeyecek biçimde gözler önüne serer: Evet şehri insan yapar ama o şehrin harcı bir kez yukarıdaki ruh ve imanla karılmaya görsün, o da, kendisini kuran insanı inşa ve ihya ederek tarih önünde adeta ona borcunu öder. Sadece insanı mı, onun mazi, gün ve istikbal sarmalında Zaman'ını, Sanat'ını, Ümran'ını kurar. Bütün bunlardan dolayı "Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, maddenin taşıdığı hatıralardır." Her biri; gastronomi, musiki, mimari, el sanatları dallarında ürünleri, eserleri ile beşerî/tarihî Anadolu kültürünün en müşahhas taşıyıcıları olan on bir güzide Türkiye kentinin ve kırsalının şimdi bundan dolayı boynu bükük. İnsanını, ailesini, camiini, okulunu, evlerini yitiren her biri gazi illerimiz, adeta canlarını yitirdiler. Fakat mazilerine kazınmış hatıraların, tecrübelerin etrafında tıpkı sakinlerinin tutumu gibi, iman şuuru ve metanet ruhuyla yeniden inşa ve ihya edilecek, tevhidî mimarinin ilkeleri üzerinde yeniden yapılacak, yapılandırılacaklar. İnsanın ve Şehrinin yaraları, ilk andan itibaren olduğu gibi son adıma kadar adına vatan dediğimiz, millet-bayrak-maneviyat terkibinin gönül bağı ile sarılacak, sevilecek, nazlandırılacak.

'Taziye evi'ndeyiz

Yine umudumuz ve niyazımız odur ki, bu mahzun şehirler, şimdilik duvarlarında yazılı "döneceğiz" sözü ile teselli bulsa da, uzak değil pek yakın zamanda, tabiatları ile barışık topraklar üzerinde, yapılarına uygun mimari ve hiçbir maddi manevi sarsıntının silemeyeceği köklü hafızaları ile yine salınacak, köklerinden yeniden yeşeren meziyetlerini yeni nesiller önünde yaşatmaya devam edecekler. Öyle ki, Ensarlaşan kucaklarımızda, Muhacirin olmanın tarihî hatırasını yâd ettireceğiz beldelerimize hicret edenlere, bu toprakların insanının mevcut imanlarından aldığı tevekkül, diğerkâmlık, metanet ve sabır gücünün şuurunda bir yaklaşımla, manevi bir farkındalıkla saracağız maddi, manevi yaralarını. Ve siyasetin, sesini doğal olarak alabildiğine yükselteceği bir zamanda sözümüze, söylemimize, coşkumuza, mutlaka "Taziye evi"nde bulunduğumuzun itidal, vakar ve sükûneti eşlik edecek.

Sadece ferdî değil toplumsal hafızamızın da her zerresine kazınan bu ızdırap ve el verdiği ümitle Biz, Türkiye sofrasının dört bir yanından yine en büyük zenginliğini mazisinden alan o şehirlere varacak, onları yapılır görecek ve biz dahi yapılacağız taş ile toprak arasında...

[email protected]