Araftaki Türkiye

Ali K. Metin / Yazar
5.05.2018

Batı’nın kibri ve ukalalığı karşısında kültürel ve zihinsel üstünlüğü ele geçirmekten başka seçeneğimiz yok. Başarabilir miyiz, iyimser olabilmek elbette zor. Ama Türkiye’nin jeokültürel konumu bütün arızalarıyla beraber bu zorunluluğu bize dikte ediyor. Türkiye’nin/Müslüman dünyasının İslam’la kurduğu ontolojik ilişkiyi kültürel üstünlükle mücessem bir zaviyeye taşıması halinde medeniyetler çatışmasının bahar aylarını yaşayabileceğiz.


Araftaki Türkiye

Gücü değil saf anlamıyla varoluşu temel alan bir siyaset pratiğinin hatta teorisinin neredeyse fantastik, hayali bir şey olduğunu biliyoruz. Bugün için böyle; ancak dünya siyasetinin giderek güç faktörünün daha yoğun, daha radikal bir şekilde sorgulandığı bir sürece doğru evrildiğini iddia etmemiz de pek yanlış olmaz. Emperyalizm ve sömürgecilik ilişkileri söz konusu evrimin etkisi altında kılıktan kılığa girerek varlığını sürdürüyor. Ama tarihin ve siyasetin sadece bu açıdan okunması yanıltıcıdır, bizi gerçekçi ve istikbal vaat eden bir tarz-ı siyasetin inşası bakımından anakronik savrulmalara maruz kılacak tehlikeler içerir. Batı dünyasıyla olan ilişkilerimizdeki kafa karışıklığı, güç meselesiyle varoluş meselesi arasında yaşadığımız gelgitlerde kendisini en açık şekilde ortaya koyuyor. Söz konusu realiteyi çıkarlarla değerler arasında yaşanan bir dikotomi olarak da tarif edebiliriz. Bunun Türkiye’ye, dahası İslam dünyasına mahsus bir problem olmadığını, örneğin Çin siyaseti ve entelijensiyası içinde de benzer kaygıların yaşandığını belirtmekte fayda var. Dünya siyasi tarihini sadece güç çatışması üzerinden okumaya çalışanların, mesela Huttington’un “medeniyetler çatışması” tezine akıl erdirmeleri pek mümkün olamayacaktır.

Erken uyarı sistemi

Lakin Huttington’un ne dediği veya bizi nasıl gördüğünden ziyade, bizim hakikatte ne olduğumuz, kendimiz adına ne istediğimiz önemli. Batı dünyasının Türklere (Müslüman dünyasına) bakışı, bugün hala “Viyana sendromu” diyebileceğimiz tarihsel kodların etkisi altında şekilleniyorsa, bunu onların sorunu diye görüp geçmemiz lazım. Zira değil “Viyana sendromu” psikolojisi, “medeniyetler çatışması” bile karşılığı aslında kolay kolay gösterilemeyecek iddialar sayılır; bir bakıma halüsinasyondan ibarettir. Evet bir İslam medeniyeti birikimi var, ancak şu an için bunun Batı medeniyetine meydan okuyacak bir canlanması veya ihyası söz konusu değil. Olsa olsa Batı medeniyeti karşısında İslam dünyasının gösterdiği görece bir dirençten söz edilebilir. Bunun bir “medeniyet çatışması” olarak tanımlanabilmesi için her şeyden evvel modernleşme olgusuna/ideolojisine karşı belli bir ‘öteki’nin meydana çıkması gerekir. Oysa böyle bir çıkıştan ziyade Batı medeniyetine ve modernleşmesine entegre olma süreçlerinden söz etmek çok daha gerçekçi olacaktır. Bu entegrasyon süreci kendi içinde bazı karşılaşma ve sürtüşmelere sebep olmakta, dolayısıyla yer yer çatışma görüntülerine sahne olabilmektedir. İkiz Kuleler saldırısı bunun en güzel örneklerinden birisi. Huttington’un “medeniyetler çatışması” tezi ise İslamofobi siyaseti üzerinden emperyalizme destek çıkma işgüzarlığı bir tarafa, denebilir ki Batı medeniyetinin ve Hıristiyanlığının bir tür ‘erken uyarı’ sistemini çalıştırmaya yönelik entelektüel bir öngörü, bir farkındalık olarak devreye sokuluyor.

İkircikli ilişkiler

Konuyu vazıh hale getirmemizi sağlayacak basit ama temel soru şu: İslam dünyası, özelde Türkiye, Batı medeniyetinin ve/veya dünyasının “ötekisi”ni tecessüm ettirecek güce, dirayete ve potansiyele sahip midir? Batı medeniyetinin neresinde, nasıl bir konumlanma çabası içindeyiz? Batı medeniyetinin periferisinden merkezine doğru yol kat etmek dışında bizi gerçek anlamda Batı’nın “ötekisi” kılacak olan şey nedir? Öteki olmaktan tam olarak muradımız nedir? AB politikalarıyla Avrupa kapılarına kadar dayandığımız bir gerçek. Üye olur veya olmayız ama olsak da olmasak da bunun hem biz hem de Avrupa için dikkate değer bir tarafı var. Türkiye bu kapıyı çalacak, masaya kabul edilecek kadar Batı’nın içindedir. Ama yıllarca kapılarda bekletilecek kadar da ‘öteki’ olma potansiyelini haiz, şüphe verici, güvenilemez bir ülkedir. AB’nin kendi stratejik hedefleriyle ilgili ikircikleri bizim meselemiz değil, fakat Türkiye hakkındaki ikircikleri hiç şüphesiz Türkiye’ye dair bir fotoğrafı ortaya koyuyor. Bu fotoğrafın doğru veya yanlışlığı konusunda içeridekiler olarak biz bile doğrusu emin olamıyoruz. Türkiye insanının İslam’la ve modernleşmeyle ilişkisi nereye doğru evrilecektir, bilme şansımız yok. Zira Türkiye Müslümanları gerek İslam’la gerekse Batı medeniyetiyle olan ilişkilerini sorunsallaştırma konusunda bir hassasiyeti de sürekli diri tutabiliyor. AB kapılarına dayanırken Avrupa’yı içerden fethetmek gibi saklı bir iddia ve temenniyle hareket ettiğimizi elbette söyleyemeyiz. Ancak İslam’la aramızdaki zihinsel ilişki, bugüne kadar olduğu gibi tamamen modernitenin tahakkümü altına girmiş de sayılmaz. Batı medeniyetiyle ilişkimiz halihazırda kerhen yapılmış bir izdivaca benziyor. Bununla beraber İslam’la kurduğumuz ilişkiyi entelektüel ve siyasal bir perspektife kavuşturabilmiş değiliz. Hayata, siyasete ve medeniyet değerlerine yönelik bir ‘öteki’yi inşa edecek düzeye taşıyıp taşıyamayacağımız konusunda ciddi soru işaretleri var. Örneğin, en ayırt edici ve belirleyici bir ötekileşme biçimi olarak anti-kapitalist oluşum ve tarz-ı hayat yolunda gerçekçi bir projeksiyon geliştirilebilecek midir, sorulması gerekiyor. Değilse daha nedir? Daha adil, daha anlamlı, daha insani bir dünya mı, evet. Ama bunlar ötekileştirici (yadsıyıcı) olmak için yeterince somut talepler ve ölçütler değil. Her şeyden evvel Batı medeniyetinden ontolojik bir kopuşa, bir ayrışmaya ihtiyaç hissetmekte miyiz, mesele bu. İkinci olarak, böyle bir kopuşu hangi temel itirazlar etrafında gerçekleştirmek istiyoruz, buna bakmak gerekir.

‘Tek dişi kalmış canavar’

Bugün ne sekülarizme ne de kapitalizme yönelik itirazlarımızı kuşatıcı ve kavrayıcı bir düzeye taşıdığımızı söylemek mümkün. Farklı medeniyet iddialarının bile ancak ontolojik düzeyde radikal bir kopuşla kabil olduğunu anlayabildiğimiz de şüpheli. O yüzden medeniyet iddialarını retorikten öteye bir türlü taşıyamıyor, “tek dişi kalmış canavar” göndermeleriyle Batı medeniyetini bir taraftan çimdiklemeye çalışırken diğer taraftan ona ayak uydurmanın telaşıyla hareket ediyoruz. Galiba İslam’la olan ilişkimiz de Batı medeniyetiyle (moderniteyle) olan ilişkimiz de ‘araftaki’ bir insanın durumuna benziyor: Tam olarak ne birinden ne de ötekinden vazgeçebiliyoruz. Eminim, buna vazgeçmek gerekmiyor tarzında orta yolcu itirazlar olacaktır. Ne ki bu itirazı yapanlar söz konusu vazgeçemeyişin pragmatik refleks ve duygulardan kaynaklı olduğunu bilmiyor veya göz ardı ediyor olmalılar. Pragmatizm, sadece siyasetimizde değil İslam’la kurduğumuz ilişkide de kanaatimce baskın bir unsur olarak rol oynamakta. Öyle ki siyasetten düşünce hayatımıza kadar burada bir tür bileşik kaplar gerçeğinden söz etmek mümkün. Moderniteye alternatif bir İslam düşüncesi ortaya çıkarılamıyorsa, muhtemelen biraz da Batı medeniyeti karşısındaki ruhsal zaaflarımız sebebiyle böyledir. “Tek dişi kalmış canavar” söylemleriyle bu zaafları Allah-ü alem sadece gizlemeye çalışmanın derdindeyiz. Dahası kolektif bilinçaltımız, Batı medeniyetinin cezbedici unsurlarından nemalanmayı adeta mevcut İslam yorumlarının meşruiyet şartı olarak zihnimize dikte ediyor gibidir.

Yol ayrımında ve tedirgin

Buna göre, İslam’la olan bağlarımız sebebiyle nasıl koşullu bir modernleşme sürecini yaşıyorsak, tersinden Batı medeniyetine olan zaaflarımız dolayısıyla Müslümanlığımızı koşullayan ikircikli bir durum ortaya koyuyoruz. Buna yine birileri kültürel melezlik diye bakabilir, ama İslam’la kurduğumuz ilişkiyi kültürel düzeye indirgeme kolaycılığı ontolojik bir dejenerasyonu da beraberinde getirir. Avrupa kapılarına dayanmış olmamız ve bulunduğumuz jeopolitik konum, evrensel bir ufka sahip olma konusunda bizi hiç şüphesiz büyük bir avantaja sahip kılmaktadır. Ancak bu avantaj, öte taraftan ontolojik ayrışmayı şiddetlendirecek ve derinleştirecek boyutlar içerir. Türkiye tam da bu ikili özelliği sebebiyle İslam dünyasının istikbalini belirleyecek bir öneme sahip. İslam dünyasındaki düşünce ve medeniyet birikiminin olsa olsa Türkiye topraklarında evrensel kıvamına kavuşacağı ve kristalize hale geleceği iddia edilebilir. Türkiye’nin siyasal tarihi ve tecrübesi bu iddiayı destekleyecek bir çizgi ortaya koymuş, koyma yolunda bir iradeyi sergilemeye devam etmektedir. Lakin, sözünü ettiğimiz kafa karışıklığı ve belirsizlikler, mevcut haliyle Türkiye’nin gerek siyasetinde gerekse entelijensiyasında çok daha baskın şekilde kendisini hissettiriyor. Bir tarafıyla Batı medeniyetine entegre olma çabasında ama başka ve önemli bir tarafıyla hala yol ayrımındaki tedirgin bir yolcuya benziyoruz. Buysa bizi her iki açıdan da sahici olmaktan uzak, defolu bir konuma getirmekte: Ne tam olarak entegre olabiliyor ne de tamamen kopabiliyoruz.

Batı’yı yanıltabilir miyiz?

Arafta kalmamız, avantajlarını değerlendirebilirsek eğer büyük sıçramalar yapabilmek için bir şans. Ama aynı zamanda bunun önümüzü görmeye imkan vermeyen karanlık bir tarafı da var. İslam’la kurduğumuz ontolojik ilişkinin nereye doğru seyredeceğini kestirmemiz pek mümkün değil. Havalarda uçuşan millet-medeniyet retorikleriyle problemi belki de sadece derinleştiriyoruz. Yazık ki bu araf hali Batı’yı en fazla gururlandıran şeylerden biri. Her halükarda Batı’ya ram olmanın sefaletini ve onursuzluğunu yaşıyoruz. Batı’nın üstünlüğünü fark etmiş ama yine de Batılı olmayı becerememiş görüntümüzle Batı için sadece bilimsel, sosyolojik araştırma malzemesi haline geliyoruz. Batı nazarında Afrika’nın kabile ülkeleriyle aramızdaki fark bir derece farkından ibaret. Bir de şüphesiz, cihat ruhu dolayısıyla Batılı ülkeler için potansiyel bir tedhiş ve tehdit kaynağı olmamız söz konusu. Bundandır Zizek gibi kelli felli entelektüeller medeniyet için yegane düşmanın İslam olduğunu iddia edebiliyor. Bu tarz iddia ve algılamalar aynı zamanda kültürel geri kalmışlık söylemleriyle de tecviz edilmekte. Baudrillard, Batı emperyalizminin “medenileştirme misyonu”na hala sahip çıkarak, “kadınların peçelerini çıkartacak ve şeriat ile idare edilmeyi tamamen önleyecek” tedbirler alınmasını salık verebiliyor.

Batı’nın kibri ve ukalalığı karşısında kültürel ve zihinsel üstünlüğü ele geçirmekten başka seçeneğimiz yok. Bunu tarihsel bir realiteye dönüştürmedikçe Batı dünyası kendisini öteki dünyanın lokomotifi olarak görmeye devam edecek. Başarabilir miyiz, iyimser olabilmek elbette zor. Ama sanıyorum, Türkiye’nin jeokültürel konumu bütün arızalarıyla beraber bu zorunluluğu bize dikte ediyor. Türkiye’nin/Müslüman dünyasının İslam’la kurduğu ontolojik ilişkiyi kültürel üstünlükle mücessem bir zaviyeye taşıması halinde medeniyetler çatışmasının bahar aylarını yaşayabileceğiz.

Kışı yaşıyorsak eğer her şeye rağmen bir umut, bir diriliş ihtimali var olmalı.

[email protected]