Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır

Prof. Dr. İsmail Kara/Marmara Ünv. Öğretim Üyesi
21.06.2014

Zeyl: 16 Haziran 2014. Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı. Ölüm de bir yolun sonudur, evet sadece bir yolun. Şimdi Ayşe hanımın önüne uzun, pek uzun yeni bir yol daha açıldı. O yola, yollara alışkındır. Rahmetle git Ayşe hanım, yolun açık olsun.


Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır

11 Aralık 2001, Kadir Gecesi

Geçen Cuma günü (7 Aralık 2001) iftarı Çamlıbel Matbaası’nda Osman Kâhya ağabeyin mütevazi fakat güzel sofrasında yaptık. İftarın sonlarına doğru ağır bir rahatsızlığa yakalandığını duyduğum ciltçi Ahmet Başoğlu’nun yani bir kitabıma ad olan “Şeyh Efendi’nin Rüyası”nın son ravisinin sıhhatini sordum. Hastalığının seyri hakkında biraz bilgi verdi: Yemek borusu kanseri, Bakırköy Devlet Hastahanesi’nde yatıyor, durumu ciddi, katı yemek yiyemiyor, ayağa kalkamıyor ama her zamanki cesareti ve yılmazlığıyla “bunu da yeneceğim” diyormuş. Sonra nerede ise yarım saat Ahmet ağabeyin renkli, uçarı, yılmaz, kayıt tanımaz, bazen çekilmez menakıbı üzerine konuştuk, gülüştük. Sofradakilerin hepsi onu tanıyor.

Kalkacağımız sıra Osman ağabey telefonla birini aradı. Gelen haber Ahmet Başoğlu’nun yarım saat önce Hakk’a yürüdüğü idi. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Biz Ahmet ağabeyi çekiştirirken meğer o yola revan olmuş.

Çıkarken Osman ağabeye cenazenin nereden kalkacağını öğrenirse bana da bildirmesini söylemiştim. Akşam telefon etmiş: Cumartesi günü, ikindiden sonra Kadıköy Söğütlüçeşme Camii’nden kalkacak... Sabahleyin Beşiktaş’a geçtim. IRCICA’ya uğradım, oradan da İstanbul Araştırmaları Merkezi’ne, Ahmet Tabakoğlu’na selâm vermeye gittim. Erken çıkacak ve ikindiye Söğütlüçeşme’ye, Ahmet ağabeyin uzun yolculuğun eşiğindeki merasimine, duasına yetişecektim. Çıktım da. Fakat sert bir hava, rüzgâr ve yağmur, kötü bir trafik... Üsküdar’a geçtiğimde cenazeye yetişemiyeceğim belli olmuştu. Akşam Acıbadem’de oturan halazâdemin iftarına davetli idim. Güllaçı Kanaat Lokantası’ndan alayım, Fakülte’ye gidip Hilafet Risâleleri üzerinde biraz çalışayım, sonra da iftara yakın giderim dedim.

Kanaat’a girdiğimde lokantanın üçüncü kuşak sahiplerinden Murat bey (Kargılı) yanıma geldi ve Ayşe Şasa Hanım’ın içerde olduğunu söyledi. Beni kapıdan girerken görmüşler. İçeri gittim ki masada oturuyor. Rizeli delişmen ve garip bir dervişin cenazesine yetişme şansımın kaybolduğu bir hengâmede, güllaçın izinde bir başka garip ve muzdarip dervişle karşılaşmıştım. Bir zamandır hastalığının tekrar nüksettiğini biliyordum. Telefonlarında bahsediyordu. Ağır bir grip de üzerine gelince birkaç gün hastahaneye bile yatmıştı. Sigarayı bırakmış... Doğrusu günde birkaç paketi deviren biri için büyük bir başarı, bir nimet. Bunu Allah’ın bir lütfu olarak görüyor. Bir nefret gelivermiş sigaradan... Ben ise arasıra eski dostu, sigarayı hatırlamasını, yoksa vefasızlık olacağını söylüyor, telefonda gülüşüyorduk.

O gün hava çok soğuk olmasına rağmen bir nefes almak için taksiye binip kendisini Kanaat’a atıvermiş. İlk defa kendisini başı açık görüyorum. Tanıdığımda başını örtmüştü ve hep siyah başörtüsü takardı. Birkaç zamandır arasıra başını açıyormuş. Sebebini şöyle anlattı, daha doğrusu bir arkadaşının kendisine yaptığı yorumu doğru bulmuş, onu aktardı: Cumhuriyetin okumuş yazmış kadın erkek laik aydınlarının dinle irtibatları sadece cenaze namazında tezahür ettiği için başörtüsü, hele siyah başörtüsü onlara sadece cenazeyi ve ölümü hatırlatıyormuş, bundan da farkında olarak olmayarak büyük bir ürküntü ve dehşet duyuyorlarmış. Kendisine uzak durmalarının sebebi de bu imiş. Bu değerlendirmeye kendi tecrübelerini de katarak hak vermiş...

Benim için inanılası tarafı olmayan uzak ve kurgusal bir yorum fakat düşününce insanın kısmen hak veresi gelmiyor da değil.

Öteden beriden konuştuk. Konuşmaya teşne bir halde idi, her zamanki gibi. Vicahen veya daha ziyade telefonda konuşmayı zaten yıllardır bir terapi olarak kullanıyor. Sinemaya da uyarlanan “gramofon avrat” başlığından bir ironi de çıkarmıştı; “telefon avrat”. Laf döndü dolaştı, zaman zaman bölük pörçük dinlediğim kendi hikâyesine, uzun ve dolambaçlı hikâyesinin en önemli kısmına geldi. Ben de açılsın, rahatlasın diye sorular sordum, sohbeti koyulaştırdım. Nasıl olsa Murat bey bizi çaysız bırakmıyor, arasıra da tatlısız... Fırsat buldukça gelip yanımıza da ilişiyor.

Hidayetinin aşamaları şöyle gelişmiş Ayşe hanımın: 18 yaşından itibaren tanıdığı ve giderek daha fazla fikirlerine, heyecanlarına katıldığı Kemal Tahir vefat edince evine rahatlıkla girip çıktığı, heyecanlı ve bereketli konuşmalarından feyiz aldığı, şifa bulduğu bir yakınını, bir hocasını, bir ana menbaını kaybetmişti. (Kemal Tahir’in ilk tanıştıkları günlerde kendisine söylediği sözleri her zamanki gibi o gün de hatırladı: “Maskaralık ve şaklabanlık yaptığın müddetçe seni baştacı ederler fakat ciddi ve sahici bir şey yaparsan, yapmaya teşebbüs edersen kimse yüzüne bakmaz ve ilgilenmez. Dahası husumet beslerler. Onun için yolunu şimdiden seç”). Etrafında Halit Refiğ başta olmak üzere fikri endişeleri de olan sinema sanatçıları, rejisörler, senaristlerden oluşan çokça insan vardı. Fakat şu veya bu ölçüde Kemal Tahir’i ikame edecek birini bulmalıydı.

Uzun yol

Bir ara Şerif Mardin hoca olabilir diye düşündü içinden. Tanışıyorlardı da. Gitti, birçok defa gitti, konuştu, dertleşti, endişelerini paylaştı. Kemal Tahir kadar coşkun, kıvrak, hareketli ve derin olmasa da kendi hikâyesinin de içinde yer aldığı modern dünya, yeni Türk düşüncesinin tıkanıklıkları, ana hatları ve renkleri, cumhuriyet aydınlarının tabiatı ve açmazları üzerine çok şeyler öğrendi ondan. Birgün Şerif Mardin, Kuhn’un, 1982 yılında Türkçeye de tercüme edilen Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabını ona tavsiye etti. Hemen edindi ve okudu. Bir iki asırdır Müslüman Türk aydınlarını derinden etkileyen modern Batı biliminin, o devâsa ve büyüleyici alanın ne kadar ideolojik bir çerçeve olduğunu görmekten hem çok etkilendi ve sarsıldı hem de yeni yollar aramanın ve farklı dertler edinmenin ipuçlarını yakalar gibi oldu.

İçinde bir ürperti, yarım bir ferahlık... Hayata bağlanmak için yeni fakat flu bir kapı. Yoksa yeni bir korku mu?

Yıl 1980. Şerif Mardin’in bakması ve karıştırması için verdiği kitap katalogları arasında hiç tanımadığı bir isim ve onun tanımadığı bir eserinin İngilizce tercümesi hep dikkatini çekiyormuş. Adeta bir saplantı. Sanki yıllardır aradığı büyük hazinelerden birinin şifresi yahut çileden çıkarıcı hastalıklarının şifa kaynağı o zatta ve o kitapta imiş.

Ismarlıyor gelmiyor, bir daha ısmarlıyor yine gelmiyor... Nihayet bir gün bereket yüzünü gösteriyor, rahmet yağıyor... O zât İbn Arabî, kitap da Fusûsu’l-Hikem’in İngilizce güzel bir tercümesi... Gömülüyor kitaba. Dilini ve şifrelerini çözmek için bir defa okumak yetmiyor. Nereden yetsin! Kime yetmiş ki! Okudukça mânevi dünyası yükseliyor, hastalığı geriliyor. Kemal Tahir’in yıllar önce gerçek ve gerçeklik üzerine söylediklerine çok yakın unsurlara rastlaması onu ayrıca memnun ediyor. Üstadın tecelliyat bahsinde anlattıklarıyla Kemal Tahir arasında irtibatlar kuruyor kendince. Ayşe Hanım’ın söylediğinin nerede ise aynısını Cemil Meriç Bu Ülke’de Kemal Tahir’le ilgili yazısına epigram olarak koymuş, oradan aktarıyorum: “Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindedir”.

Ardından dünyadaki İbn Arabî dernekleriyle irtibata geçiyor, yazışıyor, kitaplar, broşürler, dua mecmuaları ediniyor.

Şifa, bereket, rahmet ziyadeleşiyor.

Yıl 1988. Bir gün Türkân Şoray’ın eski eşi tiyatro sanatçısı Cihan Ünal kendisini ziyarete gelmiş. Elinde kendilerinin doldurduğu bir şiir kaseti. Kasetteki şiirlerden biri de “Mataramda Tuzlu Su”. Dinlemişler. O bu şiire ziyadesiyle “takılmış”, meftun olmuş, çok yakın bulmuş kendisine; kendi dertlerine, sıkıntılarına... Heyecan ve hayretle “kimin bu şiir?” diye sormuş. Cevap hiç tanımadığı bir isim: İsmet Özel.  

West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!/Uzun yola çıkmaya hüküm giydim./Beyazların yöresinde nasibim kalmadı/Yerlilerin topraklarına karşı suç işledim/Zorbaların arasında tehlikeli bir nifak/Uyruklarım içinde uygunsuz biriyim/Vahşetim/Beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı/Kendime dünyada bir/Acı kök tadı seçtim/Yakın yerde soluklanacak gölge bana yok/Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Yakın takibe almış İsmet Özel’i. Kendisine bu kadar ortadan ve direkt hitap eden, esrarına bu kadar aşina ve vâkıf zat kimdi? O yılın Nisanında yayınlanan Waldo Sen Neden Burada Değilsin? kitabına rastlayınca hemen satın almış ve bir solukta okumuş. Tanıdıklarına, görüştüklerine onu hararetle tavsiye ediyor, bir kısmına kendisi alıp veriyor... Bu kitap sadece İsmet Özel’in değil kendisinin ve döneminin de hikâyesi! Hem de en derinden...

Artık İsmet Özel’i bir an önce bulmalı ve konuşmalı, dertleşmeli idi. Sormuş soruşturmuş, telefon rehberlerine sarılmış... Koyu bir sessizlik. Bir ahbabı, “o bilebilir” deyince Sezai Karakoç’u bile aramış. Soğuk bir cevap: “Burada öyle biri yok”. “Bilinmeyen telefonlar”dan sormuş. Araya taraya bir İsmet Özel bulmuşlar ona. Fakat karşısına çıkan aynı ad ve soyadlı bir yüzbaşı; ne şairlikle alakası var, ne Waldo ile.

Nihayet buluyor... Ne denilmiş: “Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır”. İlk telefon görüşmelerinde kendisini takdim edince öbür uçtaki İsmet Özel, “adınızı biliyorum, askerde iken Yılmaz Güney sizden de bahsederdi” demiş. Bundan daha alâ ne olabilir? Mesleğinden, sinema üzerinden bir tanışıklık. Âşinalık...

Bir gün Gayrettepe’deki fildişi kulede kapının zili çalıvermiş; açıyor ki İsmet Özel, elindeki zarfta kendi kitapları, mütebessim yanık bir çehre. Oturmuş uzun uzun konuşmuşlar; sorular, sorular, sorular... Büyük şairin sabırla ve heyecanla meselelerine eğilmesi yeni bir sayfa açmış önüne. Ondan sonra hep konuşmuşlar. (...)

İbn Arabî’nin eserleri onu tasavvufî bir arayışa da sevk ediyor. Bu meseleleri daha derinden kavramak için bir tarikata mı kapılanmalıydı? Bu vadide kısmeti var mı idi acaba? Sinemacı arkadaşı Tuncay Bey vasıtasıyla tanıştığı, o yıllarda Fatih’te mütevazi fakat düzenli bir büroda grafik tasarımı, kapak, ilan işleriyle uğraşan sinema heveslisi Özkul Eren’e hissiyatını açıyor. O da Esat Coşan merhum’a anlatıyor. “Bizleri seven bizdendir” diyerek görüşmeden ona zikir dersi gönderiyor. İbn Arabî ve vahdet-i vücud ilgisi arttıkça Özkul onu vahdet-i vücut üzerine doktora çalışması yapmakta olan Mahmut Erol Kılıç’la tanıştırıyor. Sohbetler fena değil fakat Mahmut Erol onu bir dergâha tevcih etmek konusunda ağır ve mütereddit davranıyor. Ayşe Hanım’a göre işi yokuşa sürüyor. Nihayet sigara içmesini de zikrederek Karagümrük Cerrahî Tekkesi’ne gitmesinin uygun olacağını söylüyor. Başından mı atıyor acaba? (...)

Tekke kapısı

Ve Efendi tarafından dervişliğe kabul ediliyor. Lütuf. Engin ve fakat durgun bir deryanın kenarında hissediyor kendisini. Yıllardır anlayamadığı, çözemediği karmaşık, sıkıntılı, hastalıklı şeyler burada mesele bile değildi. Nasıl oluyordu bu? Hangi kılıç mekanizması, hangi güç dışarıda çözülmez kabul edilen bu kördüğümleri bu kadar suhuletle, nerede ise hiçbir çaba sarfetmeden halledebiliyordu? Yoksa bu kapının içinde problemin yeri mi yoktu? Dünya değişmiş, o yüzden meseleler de değişmiş olmalıydı... Hayat tecrübelerini, sıkıntılarını, hastalıklarını da anlattı kısmen...

Benim zihnim bazı mısralara, beyitlere kayıyor. Önce Yunus, sonra Fuzulî. İki büyük derd-âşina:

Derman arardım derdime/Derdim bana derman imiş.

Yâ Râb! Belâ-yı aşk ile kıl âşina beni/Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni.

Çocukluğu Yahudi ve Hıristiyan mürebbiyelerin elinde geçmiş, onların fizikî ve ruhî şiddetine maruz kalmıştı. II. Dünya Savaşı’nın Yahudiler üzerindeki derin korku ve ızdırapları, Hıristiyan karamsarlığı bu mürebbiyeler vasıtasıyla ona da intikal etmişti. Özellikle Yahudi mürebbiyelerin hergün radyodan dinleyerek dehşet içinde tekrar ededurdukları Yahudi katliamı, temerküz kampları, toplu mezarlar, ölümler... onda derin izler bırakmış, hayatını kıyametle hayat arasında bir tür kabir hayatına, Cehenneme çevirmişti. Hıristiyan mürebbiyeler ise ailesinden habersiz onu gizlice kiliseye götürmüşler. “Çarmıhtaki İsa” unutamadığı bir sahne... Çatışma, isyan... 30 yaşında iken bütün şiddetiyle yüzyüze geldiği ağır şizofreni rahatsızlığını da öncelikle buna bağlıyordu. Her şey zıddıyla kaimdir derler ya, macerasının cereyanı içinde Batı karşıtı bir tavır takınışında da bu kişilere ve onların terbiye tarzına duyduğu husumetin etkisi var: Batılı olan her şeyden nefret. (...) Tekke kapısı aslında bir yolun sonu. Fakat içeriye adım attıktan sonra oradan da uzun bir yol başlıyor.

İşte böyle.

Zeyl: 16 Haziran 2014. Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı. Ölüm de bir yolun sonudur, evet sadece bir yolun. Şimdi Ayşe hanımın önüne uzun, pek uzun yeni bir yol daha açıldı. O yola, yollara alışkındır. Rahmetle git Ayşe hanım, yolun açık olsun.

[email protected]