Arazi kavgalarının gerçek sebepleri

Prof. Dr. Mazhar Bağlı/ Akademisyen, Yazar
24.06.2023

Bundan yaklaşık elli sene önce dönemin “Halkçı” başbakanı Ecevit, “toprak sürenin su kullananın” sloganı ile iktidar olunca sahip olduğu romantik ideolojisini bölge halkı üzerinde denedi. Bugün gördüğümüz arazi anlaşmazlıklarının yüzde doksanı o meşhur ‘köyden kalkınma ve aydınlanma ideali'nin doğurduğu kabuslardır.


Arazi kavgalarının gerçek sebepleri

Geçen hafta Diyarbakır'ın Bismil ilçesinin bir köyünde arazi anlaşmazlığından çıkan kavgada 9 kişi yaşamını yitirdi. Önceki gün yine Diyarbakır Bağlar'da arazi anlaşmazlığından çıkan kavgada bir kişi, kuzenleri (amcaoğulları) olan iki kardeşi kafasına kurşun sıkarak öldürdü.

Bundan birkaç ay önce Şanlıurfa'da akraba olan iki aile arasında arazi anlaşmazlığından çıkan kavgada beş kişi öldü iki kişi ağır yaralandı.

Mayıs ayında, Mardin'in Derik ilçesinde iki aile arasında arazilerini ayıran duvarın yanlış yere örüldüğü gerekçesiyle çıkan kavgada bir kişi hunharca katledildi.

Mart ayınca, Siirt'in Şirvan ilçesinde arazi anlaşmazlığı nedeniyle çıkan silahlı kavgada baba ve oğul hayatını kaybetti beş kişi ağır yaralandı...

Bunlar sadece son birkaç ayda tesadüfen ajanslardan duyduğum kara haberler, ve bunların çok daha fazlasının olduğunu bizzat biliyorum. Bir akrabam, yakın bir tarihte arazi anlaşmazlığından dolayı kardeşini, yengesini ve yeğenini uzun namlulu silahla taradı. Genç bir eczacı olan delikanlı öldü, baba sakat kaldı, anne keza.

Geçen hafta kadim dostum Vahdettin İnce, yukarda andığım Diyarbakır Bismil'deki katliamı bahse konu ederek, arazi anlaşmazlıklarında faillerin yakalanması ile iktifa etmenin yeterli olmadığını vurgulayıp konunun klişe ifadelerle geçiştirilemeyecek boyutlarda olduğuna işaret eden bir yazı yazdı gazetedeki köşesinde ve sosyologları göreve çağırdı.

Bölge sosyolojisini bir sosyolog muhayyilesi ile okuyan aziz dostumun çağrısına yetkin bir sosyolog olarak değil, dertli bir kişi olarak sessiz kalmam doğru olmazdı. Dahası bu konu benim için salt akademik bir araştırma nesnesi değildir. Bildiğim pek çok kıymetli ailede bu drama şahit olmuşum, kimi dostlarımı ve bazı yakın akrabalarımı bu meseleden dolayı kara toprağa verdim, nice ocakların söndüğünü gördüm.

"Bunlar cahil"

Bundan dolayı da bu kulunuz bu derin yarayı, jakoben solcuların ve aydınlanmacı ulusalcı cühelanın hiçbir analiz ve zeka içermeyen "feodalite ve geri kalmışlık" kavramlarına mahkum etme konforuna hiç sahip olamadı. Ayrıca bölgedeki tüm ilişkileri ve yönetim felsefesini "doktor hasta" çerçevesinde kuran derin devletin ideolojisinden de bir hayli uzak kaldım. Bölgeyi devlet böyle görüyordu uzun bir süre. Bunlar cahiller gidip eğitelim adam olsunlar. Kanlı çete PKK da böyle görüyor casus çetesi FETÖ de.

Oysa bölgeye ve özellikle de bu konuya bir başka pencereden bakılmasında ısrarcıyım. Zira konuyla ilgili ciddi akademik çalışmalar yok çünkü herkes zaten durumu çok iyi bildiğini sanıyor. Oysa konu bence çok karmaşık ve derin. Dahası bu konuyu, bundan beş sene önce ülkenin en büyük araştırma kurumuna kapsamlı bir araştırma projesi olarak önerdim ve değerlendirme ekibi akademik olmayan bir gerekçe ile revizyon önerdi. Esasında konuyu bir hakaret olarak gördüğüm halde yine de taleplerini yerine getirdim ama yine de onay verilmedi. Çünkü konu, akademiyi aşan ideolojik bir çerçevenin üzerine oturtulmuş baştan beri.

Bundan yaklaşık olarak elli sene önce dönemin "Halkçı" başbakanı, "toprak sürenin su kullananın" sloganı ile iktidar olunca sahip olduğu romantik ideolojisini bölge halkı üzerinde denedi. Bugün gördüğümüz arazi anlaşmazlıklarının yüzde doksanı o meşhur 'köyden kalkınma ve aydınlanma ideali'nin doğurduğu kabuslardır.

İşin daha eski olan bir boyutu da var, esasında sanayileşmeyi değil çiftçiliği teşvik eden bir niyete matuf olarak yapılan bir düzenleme olarak çıkarılan ilk kanunun mazisi 1920'lere kadar gider. Daha sonra 1950'lerde geniş arazi sahibi olanların zenginleşme ihtimali doğar ve "köylülerin elindekini alma" hevesi tekrar depreşir ve adına da Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu dedikleri bir yasa çıkarılır. Fakat 1970'lerde Bülent Ecevit başbakan olunca konuyu daha spesifik bir bölgeye hasreder. Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki sosyolojiyi değiştirmek için icat edilen yeni bir mülkiyet rejimidir o dönemdeki Toprak Reform Kanunu.

Ülkedeki arazi mülkiyeti sanıldığı kadar basit bir iş değildir. Sadece bir kişinin on-yirmi metre evinin duvarının yerinin değiştirilmesi üzerine çıkan bir katliam olarak görmek eksik ve kötü niyetli bir okumadır. Arazi mülkiyeti ile ilgili dönemsel olarak çıkarılan kanunlara ve izlenen politikalara bakıldığında meselenin sadece birkaç metrelik bir duvar olmadığı görülür.

Ta baştan beri, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet, zaten vatandaşla çok büyük bir arazi anlaşmazlığına sahiptir. Bu kavganın iz düşümünün vatandaşa yansımaması mümkün mü? Ve elbette ki asaleti ve kutsiyeti arazi mülkiyeti üzerinden inşa eden bir sosyolojide bu anlaşmazlıklar çok derin yaralara neden olacaktır.

Bülent Ecevit, benim yaşadığım bölgede her bir hanenin sahip olabileceği maksimum arazinin 1020 dönüm olması gerektiğine karar verdi ve geri kalanı cebren istimlak edip ağanın yanında çalışan kahyaya tapuladı.

Çatışma yönetimi konusunda hem tecrübesi hem de "edebi olmayan" aktörlerin kamu gücü ile kurdukları güç ile nasıl pervasızlaştıklarına bizzat şahidim. Bu yeni ilişki biçimi yeni bir sosyolojiyi doğurdu ve iç çatışmayı derinleştirdi. Dikkat edilirse zaten tüm arazi anlaşmazlıkları da aynı aile içindedir. Bir başka ifade ile sizin yukarda okuduğunuz tüm çatışmalar iç çatışmalardır.

Bu durumun planlı olarak istendiğini söylesem eminim ki bir çoğunuz konuyu abarttığımı, bölgenin "feodal ve gerici" yapısını korumaya çalıştığımı düşüneceksiniz.

Ama 1974'te devletin "Reform" adı altında bölgede büyük toprak sahibi olan ailelerin elinden topraklarını "cebri istimlak" yolu ile alacağı duyulunca insanların kahir ekseriyeti arazisizini bu talandan kurtarmak için başkasına, kahyasına, akrabasına, dini nikahlı olan ikinci eşine ve büyük çocuklarının üzerine tapuladı. Birincil ilişkilerin egemen olduğu zamanlarda bu konu sorun olmadı ama artık resmi ilişkilerin cari olduğu ama kamunun işi sevk etmeyi değil baskı altında tutmayı tercih ettiği bir dönem başladı.

Peki Reform ile istimlak edilen araziler meselesi sizce ne oldu? O günkü hükümet, ülkedeki tüm kötülüklerin anası olarak gördüğü toprak sahibi ağaların elinden arazilerini aldı, yanında çalışan elemanına tapuladı ağaya da sadaka kabilinden bir iki taksit ödedi, üstelik o meblağların kahir ekseriyeti de kişilerin kredi, kooperatif gibi borçlarına mahsup edildi. Daha sonra konu yargıya taşındı. İç hukuk yolları tükendi dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitti ve Türkiye, istimlak edilen bu arazilerin bedelini kırk küsür yıllık getirisi ile birlikte ödemeye mahkum edildi. Halıhazırda Tarım Bakanlığının önündeki en ciddi konulardan birisi de bu meseledir.

En az on çocuğu olan, dul veya kocası hayırsız olan ablası veya kız kardeşi yanında bulunan, varsa vefat eden aile fertlerinin de sığındığı, anne babasına bakan, geleni gideni asla eksik olmayan ve çevrede saygın bir ağasınız. Urfa şartlarında sadece arazi geliri ile geçinebiliyorsunuz. Devlet para koyacak yer bulamayan şehirli zenginden vergi almaya cesaret bile edemiyor ama gelip senin ekmek kapına çöküyor. Sahiden siz ne düşünürsünüz?

Mülkiyet üzerinden toplum dizaynı

Son olarak, arazi ve mülkiyet üzerinden toplumun dizayn edilmesi kabile devletlerinin heves ettiği bir yöntemdir ve asla sonuç vermez. Arazi mülkiyetini hem geleceğinin teminatı hem de kutsal gören bir coğrafyada devlet, bu durumu dikkate alarak hem idari hem de hukuki düzenlemeler yapmakla mükelleftir. Arazi anlaşmazlıklarındaki kavgaların sebebi basit bir cehalet ve öküzün tarlaya girmesi meselesi değildir. Hele tavuğun komşunun bahçesine girmesi ile hiç alakası yok. Dahası bölge ile ilgili konuların hiç birisinin o meşhur sihirli analiz ifadesi olan "feodalite" ile de alakası yoktur.

Bir hatıramla konuyu bitireyim... Eşim Ordu Ünye'li. Doğal olarak bizler de yazları ailece Karadeniz'in o en güzel diyarına gidip kayınvalideye misafir oluyoruz. Ünye'de hem siyasi kimliğim hem de eşimin akrabalarından ve oranın entelektüel kesiminden mütevazi bir çevrem var. Bunların çoğu ya memleket ile ilgili ya da Ünye ile ilgili dertleri olanlardır ve bizler de bir araya geldiğimizde ülkenin her yerinde olduğu gibi bu konuları konuşuruz. O ekipten biraz yaşı ileri bir beyefendi var ve sahiden oranın "kültür insanı" gibi. Tarihi ve kültürel varlıkları hikayeleri ile anlatmayı çok sever ve kendisini de size dinletir. Bir gün tv'de kanallar arası dolaşırken birden TRT2'de bizim Ünye'nin kültür adamını gördüm. Biraz da keyiflendim açıkçası bildiğim çevreden bir yüz mülaki oluyor. Doğal olarak benim beklediğim adamın Ünye ile ilgili söyleyeceği yeni bilgilerdi. Ama konu Ünye değildi. Kız çocuklarının okullaşmasına dair bir program ve bizimkine de mikrofonu uzatmışlar. Tam kanalı değiştirmeyi düşünürken, sesinin titrediğini duydum. Adam ağlamaklı bir ses tonuyla "Güneydoğu'da feodal ağalar var, kızlar okula gitmiyorlar ve biz kalkınamıyoruz" çerçevesinde bir nutuk vaaz ediyordu.

Ünye'nin bile kalkınmasını engelleyen bu ağaları madem ideoloji ile bitiremiyoruz, eli kanlı örgütün canileri ile de yok edemiyoruz ve o tüm kötülüklerin anası olan "feodalite" bitmiyorsa o halde "yesinler birbirlerini" yolu mu kaldı elde acaba? Bölgenin sosyolojisini görüyorum, ilişkilerinin farkındayım, tutumlarının altındaki saikleri biliyorum. Oradaki tüm değerleri yok eden bir iklimde insanlardan erdemli bir davranış beklemek ne kadar hakkaniyetli olur. İşin siyaset ile olan boyutunu da ayrıca bir başka yazıda ele almak gerekecektir.

Arazi kavgalarının bitmesine giden yolun ilk adımı, devletin vatandaş ile olan tüm kavgalarını en başta da arazi kavgasını bitirmesi lazım.

[email protected]