“Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyabiliyorum”

Fatih Mutlu/Yazar
8.06.2014

“Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyamıyorum” cümlesinin aslında “Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyabiliyorum” demek olduğunu artık daha iyi anlıyorum. Normalde çok daha karmaşık yöntemlerle elde edilebilecek kimi küçük sosyolojik verilerin daha basit yoldan elde edilebileceğini söylüyorum.


“Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyabiliyorum”

Gezi olaylarından beri başta Twitter olmak üzere “sosyal medya” kullanımında artan bir eğilim var. İnternetin yaygınlaşma eğilimine paralel, “Gezi” olmasaydı da yine bir artış görecektik ama elbette ki bu kadar olmayacaktı. Klasik medyanın haber akışı bağlamında Gezi olaylarının ilk günlerinde pek iyi bir sınav verememesi bu artışı “patlama” seviyesine getirdi; Twitter vb. bir tür haber kaynağı haline geldi. Doğası gereği yalan haberler de peşpeşe buralardan yayıldı. Bunun da doğası gereği yalan haberlerin faş edilmesi bir başka kullanım biçimi oldu. Derken kendimizi bir tür dövüşün ortasında bulduk: Yalanla doğru, güzelle çirkin dövüşüyordu, evet, ama hızla dövüş de kontrolden çıktı; yalanla daha büyük yalan, çirkinle daha çirkin dövüşüyor artık çoğu zaman.

Evvelce yazdığım bir yazıda, ÖSYM’nin yıllara yaygın sınav cenderesinden geçen ve benim de mensubu bulunduğum “ÖSS neslini” tarif etmiştim. Bildiklerini yalnızca sınavlarda karşılaşma ihtimaline karşı bilen, ortaöğrenimden akademik kariyere kadar süren sınav maratonunda hep aynı formla karşılaştığı için de, yeteneği hangi bilimsel alanla tekabül ederse etsin, bilmesi gerekenler sınırlı bir dairede ifade bulabilen sıkıcı bir neslin tasviriydi bu (Meğer benim “kayıp nesil” kavramını yerelleştirerek “ÖSS nesli” diye tarif ettiğim şeyin bir adı varmış, şimdilerde “Y Kuşağı” denen şeyden başkası değilmiş.)

Kontrolden çıkma anı

Dövüşün hızla kontrolden çıkmasının temel nedenlerinden biri, yoğunlukla işte bu neslin arasında gerçekleşiyor olması. Atadan kalma ideolojilerin üzerine serpilen “ÖSS birikimi” ile ancak bu kadar... Formül tüm taraflar için aynıyla işlediğinden, İslamcı, Komünist, liberal, milliyetçi... dünyaya hangi pencereden bakıyor olursa olsun dövüşenlerin nitelikleri aynı. Yalanı daha büyük yalanla, çirkini daha çirkinle karşılayan her an her bir tarafta ortaya çıkabilir, çıkıyor da.

Şöyle bir şey: Konu, madenlerin kim tarafından denetleneceği, denetlenmesi gerektiği... Bütünüyle teknik bir sorunsal. Mesafe kat edebilmek için iş hukuku alanında biraz kafa yormuş olmak gerekiyor, hiç değilse sorumluluk kavramına dair olgun bir bakış açısı sunacak temel hukuk bilgisi... Bunlardan yoksun biri de, elinin altındaki internet aracılığıyla yürürlükteki mevzuata bir göz atabilir, Kıta Avrupası’nda, Anglo-Sakson hukukunun uygulandığı ülkelerde, Asya’nın nevi şahsına münhasır kültürlerinde durumun nasıl olduğunu öğrenebilir; edineceği ilk fikirden hareketle nereye yoğunlaşması gerektiğine karar verebilir. Konudan habersiz, fakat internet kullanmayı bilen biri için dahi en fazla iki saat alacak bir ön mesaiden söz ediyoruz... Fakat Twitter’daki bir tartışmada bu bile çok! Tartışma başladıktan sadece birkaç dakika sonra fikirler netleşiyor! Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın denetimi birlikte yapmaları gerektiğini savunan genç, kimya bölümünde okuyor. Son yıllarda Nuri Bilge Ceylan sinemasını Yılmaz Güney sinemasına yamamaya çalışıyor. “Bugün” kelimesini sürekli “bu gün” olarak yazıyor.

Önüne düşen tweet’lerden aklında maden ruhsatını Başbakan’ın verdiğine dair yalan yanlış bir şeyler kalmış öbür genç, denetleme işini Başbakanlığa bağlı bir birim yapmadıkça sorunun aşılamayacağını söylüyor. Hz. Mevlana’ya atfen “paylaştığı” sözlerin aslında Mevlana İdris Zengin’e ait olduğunu bilmiyor. Tarih mezunu. Hızlı yazdığından mıdır bilinmez, bütün ki’leri bitişik yazıyor.

Neden savunmaya geçtiğini kendisi de tam olarak tanımlayamayan öfkeli delikanlı ise ilahiyat son sınıfta, denetim için işçi sendikalarının katılımıyla oluşturulacak yarı-bağımsız bir komisyon öneriyor. Yüce Diriliş Partisi’nde Sezai Karakoç’un konuşacağı toplantıda bulunmak yerine beş kilometre ötede düzenlenen Sezai Karakoç sempozyumuna katılmayı tercih ediyor. Her ihtimale karşı bütün de’leri da’ları ayrı yazıyor.

Şimdi bu üç gencin, Uğur Kurt’un vurulduğu yerde bir araya geldiğini düşünün... Son bir yıldır büyük bir kriz yaşıyoruz. Gezi olaylarıyla başlayıp 30 Mart 2014 seçimlerine ulaşan süreçte krizi idare eden, bunalımı bir ölçüde aşmamızı sağlayan, siyasete de ekonomiye de manevra alanı açanlar biz (ben ve yukarıdaki üç arkadaşım) değildik. Babam, teyzem, onların arkadaşları; yani hem hayat ve hem de siyaset birikimlerini, kolay kolay tarif edilemeyen basiretleriyle yöneten nesil kahraman olarak yine öne çıktı; 80’lerde, 90’larda, 2000’lerin başında olduğu gibi...

Kriz her zaman vardı, kimi zaman daha belirgin hale geldi; kolay değil, milletçe on yılların enkazını kaldırmaya çalışıyoruz. Beri yandan, dünyanın sosyal, ekonomik, politik, kültürel olarak günbegün daha da sıkışacağını, bu yüzden krizin daha sık belirginleşeceğini tahmin edebiliyoruz. Siyasetçisinden esnafına, memuruna, işçisine, emeklisine, bahsi geçen kahraman nesil, bu istikbal tasavvurunda yükleri hafifletecek teknik altyapıyı tamamlamak için gecesini gündüzüne katıyor; tamamlanacak da inşaallah. Fakat bu tahlilde, mesela yirmi yıl sonra, krizi idare etme yükümlülüğü bende ve yukarıdaki üç arkadaşımda olacak. Kimimiz seçen olacağız, kimimiz seçilen, kimimiz atanan... Yöneteni de yönetileni de manipülasyona hayli açık; uzmanlaşma ya da olgunlaşmadan çok bilgilenmeyi amaç edinen, şuursuz, dengesiz, başa dönersek, sıkıcı bir ahali... Dehalar müstesna, böyle bir ahaliden Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan ya da Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin, Orhan Gencebay ya da Cem Karaca gibi müzisyenlerin, Yılmaz Güney ya da Yücel Çakmaklı gibi sinemacıların... ve elbette ki çalışkan terzilerin, ciddi memurların, diğerkam işçilerin zuhur etmesi pek zor görünüyor.

Manipülasyona açık mevzi

“İnternet, sosyal medya, Twitter... bu işin neresinde?” sorusuna gelince... Manipülasyona hayli açık mevzubahis nesil “Teknolojinin sosyo-kültürel alana menfi etkileri” başlığındaki tüm zararlara doğrudan muhatap oldu, oluyor, olacak, haliyle... Fakat bu kez, sair aracın “faydasını” da gördüğümüzü düşünüyorum. Mesela Twitter’ın yazmayı, söylemeyi, yapmayı tahrik eden doğası sayesinde, bir insanın uçlarının nerelere kadar uzanabileceğini görebiliyorum. Gerçek adını kullansın ya da kullanmasın, günlük hayatta “ak” diyen birinin, aslında “kara” düşündüğünü, ama Twitter’da bunu ancak “gri” ile ifade ettiğini fark edebiliyorum (“Karakterizasyon” noktasında sıkıntıları olan senarist adayları için müthiş kaynak!) “Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyamıyorum” cümlesinin aslında “Arkadaşlarımı Twitter’da tanıyabiliyorum” demek olduğunu artık daha iyi anlıyorum. Normalde çok daha karmaşık yöntemlerle elde edilebilecek kimi küçük sosyolojik verilerin daha basit yoldan elde edilebileceğini söylüyorum.

Halihazırda seçen ve seçilen, yöneten ve yönetilen o kahraman nesle arz-ı halimdir: Bir zamanlar “kayıp nesil” adı verilen kalabalık gerçekten kayboldu. Maalesef, bizim kadar bizden sonraki neslin selameti de size emanet.

[email protected]