Asimetrik savaş karşısında çöken büyük jeopolitik hesaplar

Nurşin Ateşoğlu Güney/İstanbul Nişantaşı Üniversitesi
10.10.2023

Hamas saldırılarının İsrail'e kendisini toparladıktan sonra topraklarını Filistinliler aleyhine genişletmek için meşru bir zemin sağladığını söyleyenler var. Söylediklerinde bir gerçeklik payı olabilir ve İsrail sertleşebildiği kadar sertleşebilir. Ama İsrail'in bu vurulabilir olma travmasını üstünden atması o kadar kolay olmayacaktır.


Asimetrik savaş karşısında çöken büyük jeopolitik hesaplar

Hamas'in 7 Ekimde düzenlediği sürpriz saldırı 1973 Yom Kimpur Savaş'ından 50 yıl sonra Israil'e yönelik en kapsamlı saldırı oldu. Bölgenin en yüksek teknolojisi ile donanmış en güçlü ordusuna sahip Israil'in sınırlarının (ki bu sınırlar bir kale savunması oluşturuyordu) aşınmazlığı miti böylece yerle bir oldu. Dünyayı şoke eden bu kara-deniz-hava saldırısının hazırlık aşamasının, Hamas'ın geliştirdiği kabiliyetlerin Israil istihbarat teşkilatının nasıl gözünden kaçabildiği hala belli değil. İronik bir biçimde Hamas'ın düzenlediği bu kapsamlı asimetrik saldırı şimdilik Netanyahu hükümetini içeride kendisine yönelik eleştirilerden de kısmen kurtardı, daha önemlisi- ve yine şimdilik- mevcut İsrail hükümetinin Biden hükümetiyle var olan sorunlarını da rafa kaldırdı. Söze ironik diye başladık çünkü Israil'in içinde Netanyahu'nun yargı reformu nedeniyle uzun zamandır yaşattığı kaosun ülkenin savunma alanında bir zafiyet yarattığı görüşü dillendiriliyordu, yani ülkenin bir kısmının gözünde İsrail'in içine düştüğü durumda Netanyahu'nun payı var.

İçerideki bölünmenin bugünkü güvenlik zafiyeti üzerinde bir etkisi olduğu görülüyor, güvenlikçi politikaları uygulamak çelik gibi bir irade ve en önemlisi bütünleşmiş bir insan kaynağı gerektirir -ki Tel Aviv'in kendi içinde yaşadığı kargaşa buna engel olmuş, anlaşılıyor. Ancak bundan öte İsrail'in sadece güvenlikçi politikalarının değil güvenlik politikalarının da başarısız olduğunu gözlemliyoruz. İsrail güvenlik politikalarını değişen bölge konjonktürüne uydurmak için neler neler yapmadı. Hatırlanacaktır, 1948 yılından itibaren etrafının düşmanlarla sarılı olduğu varsayımıyla hareket eden Israil'in Ben Guroin zamanında geliştirdiği ünlü bir Çevre Doktrini vardı. Bu doktrin İsrail'in düşmanlarıyla arasına tampon dost ülkeler yerleştirme stratejisini anlatıyordu. Zaman içinde, İsrail çevrede kalan rakiplerinin serbestçe hareket etmesini engellemek için Ters-Çevre Doktrini denilen bir yaklaşıma yöneldi. Bu doktrin de rakiplerinin etrafında İsrail'e dost bir ülkeler/aktörler yaratma stratejisiydi. İsrail'in "dostluk" kurarken, önerirken eline tuttuğu en önemli motivasyonun da barışın yanında savunma ve güvenlik iş birlikleri olduğu hatırlanmalı. Önce 1979 Camp-David sonra 1994 tarihinde Ürdün ile yapılan barış anlaşmaları ve askeri teknolojide yakalanan açık-ara üstünlük 1990'ların sonundan itibaren Israil'e aşırı bir özgüven sağladı. Bu özgüvenin İsrail'i (devleti ve toplumu) bir yenilmezlik/saldırılmazlık algısına sürüklediği, Filistin direnişinin ve direnişin radikalleşmesinin maliyetini düşürdüğünü de söyleyebiliriz. Sonuçta, uluslararası toplumun da konuya ilgisini yitirmesi, Avrupa'nın kendisini Filistin davasından uzaklaştırması ile İsrail-Filistin meselesinde çözüm arayışları rafa kalktı; bu mesele sadece kontrollü tırmanma (saldırı-karşı saldırı) retoriği içinde hatırlanır oldu.

Filistin'in görünmezliği, Hamas'ın mesajı

Netanyahu dönemi ise tırmanma ve provokasyonun iç içe geçtiği bir dönemdi. Al Aksa ve Kudüs üzerinden gerçekleşen provokatif strateji hem içeride bölünmüşlüğü aşmak için araçsallaştırıldı, hem de İsrail'in işgal altında topraklar ve yerleşimciler üzerinden BM kararlarının uygulanamaz hale getirme stratejisini Netanyahu'nun radikalizminin bir parçası haline getirdi. Böylece Filistin direnişinin varlık sebeplerinden biri -İsrail'in 1967 sınırlarına geri çekilmesi- basit bir Netanyahu sorununa indirgendi. Uluslararası toplumun -niyet edilmiş ya da edilmemiş fark etmez- bu küçültme, önemsememe halini güçlendiren bir tutum takındığını görüyoruz. Trump yönetimi Golan ya da Kudüs ile ilgili kararlarını açıklarken ve bir yerler "güvenlik" adına İsrail'e verilirken mesele bir Trump-Netanyahu hoyratlığı olarak bile-isteye basitleştirildi. Aslında Körfez ve Afrika ülkeleriyle Israil'in İbrahim Anlaşmaları imzalamasının önü açılıyor, İsrail ve bazı Arap devletlerinin normalleşmesi ile İran ve Rusya gibi bazı ülkelerin Akdeniz'de rahatça hareket etmesinin önüne bir tıkaç koyuluyordu. Bu jeopolitik haritaya hayran hayran bakan Batı ve Batı'nın bölgedeki müttefikleri, İsrail'in zaten arzu etmediği Fillistin'in de bağımsızlık kazanabileceği iki devletli çözüm modelinin çöpe atılmış olduğunu yüksek sese söylemediler. Filistin'in esamesinin özde değil sadece sözde kaldığı bu gelişmelere önemli bir halkanın ekleneceği Suudi Arabistan-İsrail normalleşme sürecinde ortaya çıkmıştı. Müzakerelerde Prens Salman Filistinlere bazı tavizler verilmesi gerektiğini söylüyorsa da Riyad'ın güvenlikle ilgili diğer talepleri karşısında bu isteğin bir şarttan çok bir temenni haline dönüştüğü görülmekteydi. Bölgeye bir çeşit istikrar, dışarıdan enjekte edilen bir "barış" öneriliyordu ve süreçte pürüz çıkartabilecek Filistin meselesi yerine müzakereler "daha önemli konularda" dönüyordu- ki bu konuların ne olduğunu merak edenler geçen haftaki yazımızı okuyabilir. Hamas saldırısından daha iki gün önce Suudi Arabistan Velihat Prensi, Riyad'ın İsrail'le anlaşmasına çok az kaldığını belirtiyordu. Demek, önemli konularda müzakereler iyi gidiyormuş ve muhtemelen bu normalleşmenin Filistinlilerin hayatını kolaylaştıracağı umudu dışında Filistinli Araplara vaat ettiği bir şey olmayacaktı.

Öte yandan İsrail-Suudi Arabistan-ABD ittifakının gerçekleşmesi demek İran'ın bölgede hem ciddi olarak kuşatılması hem de dengelenmesi demekti. Bu nedenle, yani Hamas'ın saldırılarının Riyad-Tel Aviv normalleşmesine vurduğu darbe nedeniyle, saldırının arkasında İran'ın elini arayan çok. ABD'nin İran'ı sınırlama araçlarını hiç elinden bırakmaması elbette Tahran'ı rahatsız ediyor, bu nedenle İbrahim Anlaşması ve benzeri normalleşme süreçlerinin çelişkisini (örneğin Filistin hiçe sayılıyor) ortaya dökmek İran'ın işine gelir. Aslında, ABD'nin Israil-Suudi yakınlaşmasında ısrarının tek nedeni Tahran'ın hırslarının önüne set çekmek değil. Washington, Çin aracılığıyla gerçekleşen Riyad-Tahran anlaşmasını da dengelenmek istiyor. Bu amaç elbette dillendirilmiyor ve normalleşme kelimesi barış, barış, barış mottosu ile beraber heceleniyordu. Bu sayede Washington aslında İsrail'i Çin'in yörüngesinden uzaklaştırmayı hedefliyordu. G20'de ilan edilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridorunu, Suudi-İsrail yakınlaşması için bir yem, Avrupa-İsrail-Körfez hattının Washington kontrolünde (Çin, İran, Rusya etkisinden uzakta) kurulacağı sözüydü. Bu nedenle Demokrat Parti destekçileri, hem Netanyahu hem de Salman konusunda söylediklerini yalayıp yuttular. Filistin konusu açılınca da tavana bakmayı tercih ettiler. Hamas'ın 7 Ekim saldırısı, tüm bu planları en hazırlıksız ve ahlaki olarak en sorunlu yerinden, Filistin üzerinden vurdu. Böylece, a-Filistin meselesi çözülmeden sadece normalleşmeler ve İsrail-Arap Devletleri müzakereleriyle bölgeye barış gelmeyeceği mesajı verildi, yani Filistin sorunu gündemden düşemez dendi. b- Bölgeye dışarıdan empoze edilen çözüm önerilerinin işlemeyeceği mesajı iletildi. Burada (b) şıkkında bahsedilen mesaj açısından küçük bir sıkıntı var. İran-Suudi Arabistan yakınlaşması, buna bağlı Yemen meselesi Çin aracılığı ile kotarıldığı ve şimdilik bir sorun olmadığına göre birileri, ABD eliyle çözümlere "güle güle" demiş gözüküyor.

Mesaj ile bölgede değişenler

Bu mesajın Hamas'ın boyunu aştığını düşünenler o kadar çok ki. Keza Hamas'ın böyle bir çapta askeri operasyon yapmasının mümkün olmadığını ve başka güçlerin mutlaka desteğini aldığını söyleyenler de sıklıkla duyuluyor. Nitekim saldırıdan sadece 2 gün sonra Al-Kassam Tugayları'nın Abu Obaidah isimli sözcüsünün 2014'de yaptığı açıklamalar sosyal medyada geniş yer buldu. Sözcü kendilerine İran tarafından verilen para, silah ve teçhizat desteği için teşekkür ediyordu. Tahran hükümetinin Hamas saldırısı sonrası Filistinlilerin başlattığı operasyonu ve meşru savunma haklarını desteklediklerini açıklaması da sürpriz değil, fakat Tahran saldırının sorumluluğunu üstlenmek -ki arkasında olup olmadığını bilmiyoruz-, faturanın kendisine kesilmesini de istemiyor görünüyor. İranlı yetkililerin Amwaj Medya'ya yaptıkları açıklamaya göre, Tahran, özellikle Kuds Güçleri iddia edilenlerin aksine Hamas'ın 7 Ekim saldırısında yer almamıştır. İran'a göre Hamas saldırısı tamamen Hamas'ın ve karar vericilerinin iradesinde gerçekleşmiştir. İranlı yetkililerin şu iddiası da oldukça mantıklı: Tahran'a göre İsrail ve Batı bu saldırının suçunu özellikle İran üzerine yıkıyor ki Hamas gibi bir örgütün İsrail savunmasında açtığı zafiyet görünmesin. Ayrıca olayı İran-İsrail mücadelesi eksenine kaydırmak başta da bahsettiğimiz Filistin meselesini, Filistin direnişini görmezden gelme, küçümseme yönelimine uygun. Ama İran'ın operasyon kabiliyetlerini de küçümsememek gerek.

İran'ın 1980'lerden sonra geliştirdiği İleride Savunma stratejisi sınırlarının ötesinde bir direniş ekseni geliştirmeye, var olan direniş hatlarını İran ile irtibatlandırmaya dayanıyordu. Hizbullah, İslami Cihat, Hamas vb örgütler kendi gündemleri olsa da direniş ekseni prensibi çerçevesinde İran ile de temaslı hale geldiler. Hatta kendi yerel gündemlerinin dışına çıkıp İran'ın bir dış politika aracı olarak hareket edenler oldu (Lübnan Hizbullah'ı). Kısaca Tahran'ın rakipleriyle kendi sınırlarının ötesinde desteklediği yerel milislerle, sınırlarının dışında asimetrik savaş sürdürme taktiği Hamas'ın 7 Ekim saldırısının biçimiyle örtüşüyor. Ayrıca Tahran yardım etmiş olsun, olmasın Hamas'ın 7 Ekim Operasyonun başarısı sayesinde bir taşla iki kuş şansı İran'ın eline düştü. Tahran, bir yandan, Suudi-ABD-Israil Anlaşmasının-ve dolayısıyla Riyad'ın ABD/İsrail eliyle nükleer olma kapasitesinin gelecek baharlara kaldığını görüyor ve muhtemelen ellerini ovuşturuyor. Öte yandan, faturanın kendisine kesilmesini istemese de Hamas saldırılarının olağan şüphelisi olarak görüldüğünü biliyor. Operasyon yeteneğinin nelere kadir olarak algılandığını dost-düşman görüyordur. İsrail'in askeri-istihbarat zafiyetini tüm dünya tarafından görüldüğü de Tahran tarafından biliniyor. Bu durum özellikle İsrail'in savunma yeteneklerinden faydalanma arzusundaki devletlere bir uyarı niteliğinde. Zaten ister İran bu saldırıya duhul olsun ister olmasın ortaya çıkan bu algının kimleri nasıl rahatsız edebileceğini bilen ABD, uzaktan dengeleme araçlarını (filo ve hava gücünü) karaya yakın bir yerlere getirdi.

Ortadoğu büyük güç rekabetinin süregeldiği bölgelerden biriydi, hala da öyle. Bu bölgede zafiyet gösterme ve aşırı özgüven tuzağına düşme riski büyük güçler tarafından kolayca manipüle edilebilir. Bu yüzden Ukrayna'da Batı ile savaşan Moskova'nın acaba bu saldırılarda parmağı var mı diye soruluyor. ABD'nin İsrail-Filistin mevzusu ile uğraşmak zorunda kalması, Washington'un 2,5 savaş ile sınanması hem Rusya'nın hem Çin'in işine gelir. Böyle bir 2,5 savaş senaryosunun (iki cephede Rusya ve Çin, bir yerlerde bölgesel küçük bir savaş) ABD için en kötü senaryo olarak Realistler tarafından 2021'den beri dillendirildiğini de söyleyelim. Ayrıca nasıl oldu da ABD, müthiş istihbaratını çalıştırıp müttefikini uyarmadı. Demek arada bir hata yapıp, zafiyet sergileyen bir tek Moskova değilmiş duygusu Kremlin için bir artı. Ama Rusya, sürdüregeldiği İsrail-Arap dengesini bozmak istemez. Bu nedenle Putin, çatışmanın sonlanması ve 1967 barış koşullarına dönülmesi açıklamasının yanında, İsrail-Filistin çatışmasının ABD başarısızlığı olduğunu söylemeye devam edecektir.

Ne olur?

Hamas saldırılarının Israil'e kendisini toparladıktan sonra topraklarını Filistinliler aleyhine genişletmek için meşru bir zemin sağladığını söyleyenler de var. Söylediklerinde bir gerçeklik payı olabilir ve İsrail sertleşebildiği kadar sertleşebilir. Ama İsrail'in bu vurulabilir olma travmasını üstünden atması o kadar kolay olmayacaktır. İsrail'e rakip ve dost olmayan devlet ve devlet dışı güçler son saldırıdan ciddi bir moral buldu, bu husus unutulmamalı. Filistinliler hep kötü koşullar altında, normal olmayan bir hayat yaşıyor, bir hayalet muamelesi görüyorlardı. Bir hayaleti öldürmekle tehdit etmek, hatta tekrar tekrar öldürmek ne kadar işe yarayabilir. O hayalet korkutucu bir geceyi tekrar bulacaktır. Bu anlamda ve negatif bir anlatı üzerinden de olsa Filistin direnişi kendini yeniden gösterdi. Üstelik İsrail içeride bölünmüştü, bütünleşecektir ama başına gelenin neden geldiğini İsrail halkı da soracaktır kendi kendine. Ahlaki ve siyasi derinliği olan soruları bir yana bırakıyorum. Netanyahu hükümeti ve Biden yönetimi İsrail'i daha güvenli hale getiremediler. İsrail halkının kafasında yönetime ve askeri zafiyetlere karşı bir sürü soru işareti oluştu. İsrail varoluşsal bir tehlike ile karşı karşıya değil ama varoluşsal bir sorgulama ile ve toplumlar arası iki tarafın da kanayabileceği gerçeği ile(1948'e giden yolun hatırlanması bu yüzden) karşı karşıya. ABD'nin Vietnam yenilgisini üzerinden atması çok uzun bir süre almış, ABD stratejik doktrinini ve angajman biçimini yenileyerek ve ancak Soğuk Savaştan galip çıkarak Vietnam hayaletinden kurtulmuştu.

Bu tür bir paradigma değişikliği, barış odaklı bir yönelimden çok uzaktayız. Bir tarafta intikam ve cezalandırma yeminleri duyuluyor. Ki bu toplumlar arası hıncı alevlendiriyor. Diğer tarafta çatışmanın sınırlı kalma arzusu var. ABD'nin bile umudu mümkünse çatışmanın direniş hattı unsurlarını kapsayacak şekilde kalması ve bölgeye yayılmasını engellemek. Bu nedenle Washington, hem Israil'in savaş ilanını meşru savunma hakkı olarak gördüğünü açıkladı, hem de müttefik ve ortaklarına araya girip çatışmanın Gazze ile sınırlı kalmasını sağlamak için ricacı oldu. Washington, İsrail'in Hamas asimetrik saldırısı karşısındaki yaralanmış/zarar görmüş caydırıcılığının onarılması gerektiğini de biliyor. Bu zorunluluğun Tel Aviv'i çığırından çıkartmasını ve hata yaptırmasını da istemiyor. Sonuçta çatışmalarda gerçeklik ve algı arasındaki fark ortaya çıkıyor ve İsrail kalesi mitinde olduğu gibi mitler zarar görebiliyor. Yarayı dikmek, caydırıcılığı sağlamak lazım daha da açmak değil. İşte, bu nedenle ABD deniz kuvvetlerinin önemli bir kısmı Israil sahiline geldi, park etti. Buradan ABD donanması gemileriyle verilmek istenen mesaj hem devlet-dışı hem de bölgesel-küresel güçlere. Washington şunu söylüyor: denizden Israil'e yönelik olası bir saldırı karşısında ABD kuvvetleriyle cevap verilecektir. Böylece, ABD Israil'in denizden olası vurulabilirliğine karşı durarak Netanyahu hükümetinin caydırıcılığına katkı sunmaktadır. Bu yazı kaleme alınırken Israil'in yoğun Gazze bombardımanı devam etmekteydi. Israil'in olası bir kara harekâtı ise gerek çok sayıda rehinenin varlığı gerekse de Israil'in askeri teçhizattaki eksikleri nedeniyle beklemede.

7 Ekim saldırısı hem ABD hem de Israil'in askeri ve savunma doktrinlerini yeniden yazmasına neden olacak. Sonuçta normalleşme ittifakları olsun Ters Çevre doktrinleri olsun son 10 yılda izlenen stratejiler Hamas asimetrik savaş taktikleri karşısında başarısız oldu. Demek ki, bugün gelinen noktada Ortadoğu'da askeri olarak, teknolojik olarak çok güçlü bir orduya sahip olmak tek başına asimetrik savaşı caydırmak için yeterli değil. Kaybedeceği bir şeyi kalmayan Filistinli grupların savaşma kapasitesi ve azmini günlük hayatı çekilmez kılarak ve sürekli tehdit ederek kırmak mümkün olmadı, olmayacak gözüküyor. Ayrıca demir kubbe (iron dome) ve Israil hava kuvvetleri donanımı ne kadar kuvvetli olursa olsun, İsrail'in rakibi devlet veya devlet dışı aktörlerin geliştirdiği roketlerin menzilleri de gün ve gün hızla artmaktadır. Silahlanma ve şiddet sarmalı yerine bölgede barış tesis edilmek isteniyorsa uzun bir zamandır göz ardı edilen Filistin-İsrail probleminin ivedilikle masaya yatırılması, çözüm yolları üzerinde samimiyetle düşünülmesi gerekmekte. Bu da büyük güç rekabetinin getirdiği kutuplaşma ve karşıt ittifaklara dayalı parçalı barış önerilerinin yerini kapsayıcı kazan-kazan mantığının almasıyla gerçekleşebilir.