Asker, siyaset ve demokrasi

Prof. Dr. Kıvanç Ulusoy / İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
13.08.2016

Türkiye, 2010 yılında gerçekleşen anayasa referandumundan bu yana halen çözülememiş bir ‘rejim sorunu’ yaşamaktadır. İşte 15 Temmuz gecesi bu ‘rejim sorunu’ kendini bir ‘devlet krizi’ olarak bir daha gösterdi.


Asker, siyaset ve demokrasi

Eski Genel Kurmay Başkanımız İlker Başbuğ CNN Türk yayınında gazeteci Ahmet Hakan’la yaptığı uzun mülakatında 15 Temmuz’da yaşanan darbe teşebbüsüne ve bugüne Türkiye’yi getiren sürece dair bir dizi kritik değerlendirmede bulundu. Türkiye’de geniş bir izleyici kitlesi tarafından beğenilerek izlenen bu değerlendirmeler içerisinde özellikle iki konu Türkiye’de devlet yapısı ve demokratik rejimin geleceği açısından kritik önemde görünüyor. İlk olarak İlker Başbuğ, 15 Temmuz gecesi yaşananların bir ‘askeri darbe’ değil bir ‘cemaat darbesi’ olduğunu iddia etti. Başbuğ’un bu yorumu doğrudur. Çünkü, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) emir komuta zinciri içerisinde toptan bir kalkışmaya gitmemiş, toplumsal ve iktisadi alanlardaki örgütlenmesiyle adeta bir ‘lobi ağı’ görünümüne ek olarak (sivil ve askeri) bürokraside üslenmiş ve bu sayede silahlı güç sahibi de olan ‘Gülen Cemaati’ bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur.

Fakat, bu değerlendirmede, Türkiye’de asker-sivil ilişkileri üzerine yapılan birçok çalışmada görülen, eksik bir yan var. Şimdiye kadar TSK, içerisinde bölünmeler olmayan, hizipleşmeye müsade etmeyen, bütünsel bir yapı olarak değerlendirilmiştir. Bu görüş aslında 15 Temmuz darbe teşebbüsü dahil bütün askeri müdahalelerin arkasındaki sebepleri net görmemizi engeller niteliktedir. Bununla birlikte, hem Türkiye’de geçmiş dönemlerde yaşanan darbeler ve darbe teşebbüsleri hem de 15 Temmuz kalkışmasında gördüğümüz gibi aslında TSK ciddi bölünmelere maruz kalmıştır. Bu durumun bir sebebi sayıca büyük bir askeri güç olmasıdır. İdeolojik sebepler bir yana, TSK salt kendi iç dinamiklerden dolayı hizipleşmelere açık bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu durum Başbuğ’un da belirttiği gibi aşılmaz değildir. Öncelikle TSK’nın itibarının tesis edilmesi gerekir.

Güven bunalımı

Eski Genel Kurmay Başkanımızın değerlendirmelerindeki bir diğer önemli nokta ise Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) ilişkin görüşleri. Başbuğ, sadece 15 Temmuz kalkışmasıyla alakalı olarak değil aynı zamanda Ordu içerisinde ‘cemaat’e bağlı subayların tesbit edilmesine ilişkin bir istihbarat zaafiyetinden bahsetmektedir. Başbuğ’un yaptığı bu değerlendirmeler ışığında Türkiye’de kritik önemdeki devlet kurumları -TSK ve MİT- arasında derin bir güven bunalımı olduğunu görebiliyoruz. Bu güven bunalımı aslında uzun süredir ülkeyi yöneten siyasi iktidarın TSK’ya duyduğu derin güvensizlikten bağımsız anlaşılamaz ve bir bakıma bunun sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. TSK’nın kendisine Türkiye’de laik Cumhuriyet rejiminin korunmasıyla ilgili atfettiği ‘tarihsel görev’ ve AK Parti iktidarının ilk dönemlerde Silahlı Kuvvetler ile ilgili yaşadığı tecrübeler 15 Temmuz’da karşımıza çıkan durumu daha iyi anlamamıza yarayacak birer veri niteliğindedir.

Bu bağlamda, devlet kurumları arasında bir güven bunalımı sonucunda doğan ve bir ‘devlet krizi’ olarak nitelenebilecek durumun tek sorumlusunun ülkeyi 2002 yılından beri yöneten AK Parti hükümeti olmadığı anlaşılabilir. AK Parti ‘güvenebileceği’ bir TSK yaratabilmek için kurum içinde varolan sadece ideolojik bölünmelerden değil aynı zamanda kariyer hırsından kaynaklanan psikolojik çekişmelerden faydalandı. 2002 yılında kurulan AK Parti iktidarının 2001 yılında yaşanan finansal krize giden süreçte devletin bütün kurumlarındaki derin bölünmeler üzerine yükseldiğini hatırlamak gerekir. Bu açıdan benzer bir durum Dışişleri Bakanlığımız için de geçerlidir. AK Parti iktidarı uzunca bir süre ‘milli çıkar’ kavramının tanımlanmasında TSK ile birlikte Dışişleri üst bürokrasinin tekelini sarsmak için uğraştı. Bu kurumlarla sağlıklı bir diyalog imkanının tükendiği süreçte aslında bu kurumlar içerisinde olan farklı dış politika tercihlerini uyardı ve kullandı. AK Parti’nin ilk dönemlerdeki Avrupa Birliği (AB) üyeliği taraftarı uygulamaları ve Kıbrıs sorunu konusunda aldığı inisiyatif buna örnektir.

Özetle, AK Parti iktidara geldiğinde devletin en kritik üç organı -TSK, MİT ve Dışişleri Bakanlığı-, hem kadrolar hem de politika tercihleri düzeyinde zaten bölünmüş durumdaydı. AK Parti, iktidarını kurmak ve sürdürmek için, bir başka deyişle ülkeyi yönetilebilir kılmak için, bu bölünmüşlüğü araçsallaştırmaktan başka bir çare bulamadı. 15 Temmuz gecesi ve sonrasında yaşanan süreç artık bu sıkıntılı dönemin büyük ölçüde halkın kararıyla sona erdiğini müjdelemektedir. Artık tüm devlet kurumlarının senkronize bir şekilde Türkiye’nin dünyadaki yeri ve milli çıkarları konusunda bir mutabak içerisinde hareket etmesi beklenir. Türkiye’nin çevresindeki akut sorunlara ancak devlet kurumları arasında ciddi bir diyalogla oluşturulacak ve hassas bir diplomasiyle yürütülecek politikalarla cevap verilebilir.

Soylu uzlaşma tablosu

Bitirirken Türkiye’nin geldiği bu noktadan ileri gidebilmek için çok fazla seçeneğimiz olmadığını belirtmek istiyorum. 7 Ağustos tarihinde İstanbul’da Yenikapı miting meydanında siyasi liderler milli birlik ve uzlaşı tablosu ortaya koydu. Bu tabloya halk olağanüstü bir destek gösterdi. Bu tablo aynı zamanda 15 Temmuz tarihinde Türkiye’nin yaşadığı travmayı atlatabilmek ve o gece olanları Türkiye perspektifinden dünyaya anlatmak açısından kritik önemde bir tablodur. Yenikapı’da Türkiye’de uzun süredir ihtiyaç duyulan ‘soylu bir uzlaşma’ tablosu gördük. Bu bağlamda, 15 Temmuz sonrasında Türkiye’de siyaset kurumuna düşen birincil görev etnik, dini, coğrafi farklılıklardan bağımsız bütün vatandaşların paylaşacağı ortak bir gelecek vizyonunu bıkıp usanmadan işlemektir. Buna ek olarak Türkiye’de artık darbelerle kesilmeyen, sürdürülebilir bir demokratik rejim ve darbe korkusuyla yaşamayan bir halk ve gelecek nesiller için siyasal sistemde ordunun yerinin netleşmesi gerekmektedir.

 Demokratik kuram ve gelenek ‘ordu’yu siyasetin dışında kurgulamış ve bu dışlamayı demokratik rejimin istikrarı açısından olmazsa olmaz kabul etmiştir. Bununla birlikte, bu gelenekte demokratik kurumların işletilmesi ve siyasi meşruiyetin sağlanmasında iktidara kritik bir rol atfedilmektedir. Güney Avrupa, Latin Amerika ve Afrika’da birçok ülke örneği hukukun üstünlüğüne dayalı siyasal meşruiyetin kurulamadığı durumlarda iktidarın siyaset dışı müdahalelere karşı ne kadar savunmasız kaldığını göstermektedir. Yakın geçmişte Mısır’da yaşanan darbe bu durumun açık bir örneğidir. 2013 yılında Mısır’da yaşanan darbe sırasında liberal ve demokratik güçler ve kitleler ‘dini tahakkum’ korkusuyla Ordu yanında yer aldılar ve darbeyi sessizce zımni bir kabulle karşıladılar. Türkiye’deyse 15 Temmuz’da kitleler demokrasiyi savunmak için sokaklara döküldü. Fakat, demokratik rejimler, kitlelerin desteğine ihtiyaç duymakla birlikte bunun ötesinde işleyen kurumsal yapıların olduğu rejimlerdir.

Türkiye, 2010 yılında gerçekleşen anayasa referandumundan bu yana halen çözülememiş bir ‘rejim sorunu’ yaşamaktadır. İşte 15 Temmuz gecesi bu ‘rejim sorunu’ kendini bir ‘devlet krizi’ olarak bir daha gösterdi. Geçtiğimiz günlerde bir mülakatta Başbakan Binali Yıldırım darbe konusunda bir istihbarat almadığını belirtti. Bu durum uzun bir süredir anayasal olarak Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki yetki ve sorumluluk paylaşımının netleşmemiş olmasının siyasi bir sonucundan başka birşey değildir. Son zamanlarda başkanlık tartışmaları şeklinde gündeme gelen ‘rejim sorunu’ aslında Türkiye’ye özgü bir yaklaşımla siyasal ve toplumsal gerçekliği ve kurumsal-bürokratik tecrübeleri gözönüne alarak kısa zamanda çözülebilir. Bu, darbe teşebbüsü sonrasında acil bir şekilde ortaya çıkan savunma sektörtünün yeniden yapılandırılması ve ‘devlet reformu’ ile birlikte yapılabilir. Karşılaştırmalı siyaset bilimi böyle sorunlara cevap verecek düzeyde zengin kurumsal tecrübeler ve ülke örnekleriyle doludur. Makalemizin sınırlarını aşan bu konular için şimdilik ancak şunu belirtebiliriz. Türkiye’de siyasal kurumların aşındırılması ve zayıflamasından hepimizin zarar göreceği açıktır. Bu bağlamda gücü elinde bulunduranların Türkiye’nin, dünyanın gelişmekte olan başka coğrafyalarında olmayan, 50 seneyi aşkın demokrasi tecrübesini değerlendirerek, 15 Temmuz gecesi ciddi bir sarsıntı geçiren siyasal kurumlarını yeniden toparlaması ve hasar görenleri ayağa kaldırması beklenir.

[email protected]