Astana’ya yeni ruh ABD’ye son ikaz

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi İİBF Dekanı / CEMES-Akdeniz Güvenliği Merkezi- Başkanı
22.09.2019

Trump’tan korkmamayı Avrupa öğrenirse ya da öğrenmişse PYD için yalnızlık günleri başlayacak. Zaten Astana sürecine dahil edilmesi için davet edilen Irak ve Lübnan’ın meşhur Akdeniz koridorlarındaki konumları düşünülürse Ankara’nın ilmek ilmek terör örgütünü izole etme stratejisinin nasıl işe yaradığı, Ankara Zirvesi’nin bu konuda mihenk taşını nasıl çaktığı daha iyi anlaşılır.


Astana’ya yeni ruh ABD’ye son ikaz

Geçtiğimiz günlerde Çankaya Köşkü çok önemli ve renkli bir zirveye tanıklık etti. Astana sürecinin Çankaya ayağı renkliydi; zira Astana ruhu zorlanıyor mu, provokasyonlara ve ihtiraslara yenik mi düşüyor dediğimiz bir noktada “dondurma diplomasisi” ile başlamış incir ziyafeti ile taçlanan üçlü fotoğraflarla bitmişti. Bir önceki Erdoğan-Putin görüşmesi gibi bu üçlü zirve ve tabi ki ikili görüşmeler yine bir teknoloji, havacılık ve uzay sanayi fuarı ile, bu sefer TEKNOFEST ile çakışmış SU35 ve SU57’ler İstanbul’da meraklı izleyicilerin ilgisine mazhar olmuş, İstanbul semaları Türk ve Rus uçaklarının yaptığı akrobasi şöleni ile coşkulu anlar geçirmişti. Efendim sonra, Ruhani sahnedeydi. Drone ve seyir füzeleriyle Suudi Arabistan kalbinden vurulmuş, Riyad’ın elindeki Patriotlar hiçbir işe yaramamış, petrol fiyatları yükselmiş, tüm Orta Doğu politikası iflas eden ABD, hesabı Bolton’a kesmişti. Ruhani de Yemen’de ilk ateşi kim açtı ona bakmalı mealinde sözler sarf ediyor, kameralara gülümsüyordu. Uluslararası politikada Amerikan caydırıcılığının Orta Doğu’da nasıl çöktüğünü bir gün çalışacak uzmanlar, Astana üçlüsünün (-ki bu üçlü Karadeniz- Türk Boğazları ve Hürmüz’ün güvenliği ve istikrarını da temsil ediyor) tam da bugünlerde dünya kamuoyu önünde tutuşmuş ellerini bir Rönesans tablosu gibi hatırlayacaklar. Ama, tüm bu renkli post-modern Rönesans tablosuna rağmen, siyasi ve/veya popüler analizler Astana üçlüsünün birbirinden farklı bir şey söyleyip söylemediği noktasına odaklandı. Oysa farklılık aranırsa, taraflar arasında farklılığın daima bulunacağı bir süreç Astana. Farklılıklardan asgari bir müşterek (Suriye’nin toprak bütünlüğü) yaratarak doğdu, ABD karşısında ve masada işe yaradıkça azami bir müşterekte (ABD’nin Suriye’den çıkarılması) ortaklığa doğru kaydı. Astana sürecinin bu farklıların ortaklığını yansıtan doğasında bir değişim olmadı, olması da Astana’nın kendi ruhuna çok uygun değildi. Ancak, tüm bu farklılık hassasiyetinin atladığı iki önemli ve yeni husus ortaya çıktı Çankaya Zirvesinde- ki bu iki hususun Suriye’nin geleceğini şekillendirmek için masaya oturup sahaya inenleri tekrar düşünmeye, hesap yapmaya iteceği kesin. 

İlk husus: Yeni ruh  

Farklı pozisyonların yaşatıldığı Astana süreci gibi bir süreci hayatta tutmak, özellikle de masada eli kimi zaman güçsüzleşen aktörler sahada direndikçe oldukça zor. Astana süreci de son toplantıdan bu yana oldukça büyük badireler atlatmış, özellikle sürecin lokomotifi Türkiye-Rusya işbirliği konusunda ciddi şüpheler ortaya çıkmıştı. Hatırlanacaktır, Ankara Zirvesi öncesi İdlib’de Suriye Rejimi’nin Türk gözlem noktasına yönelik saldırgan tutumu nedeniyle, Türkiye’nin tahammül eşiğinde ciddi bir aşınma yaşanmıştı. Türkiye sınırlarının test edilmesine alışık olsa da, Ankara’nın geri adım atması için hem TSK unsurlarının güvenliği üzerinden oluşturulan baskı hem de sivil halkın güvenliği üzerinden oluşturulan göç baskısı Türk karar alıcılarının kaşlarının çatılmasına yol açtı; ancak Ankara gözlem noktası konusunda bir geri adım atmadı. Sahada olumsuz sonuçların Türkiye ile kurulan çok değerli ilişkinin bozulmasına yol açabileceğini gören Moskova, Erdoğan’ın akıllıca masaya sürdüğü dondurma diplomasisine, yani sahadaki sorunları geçici süre için masada dondurma stratejisine evet dedi. Böylece Ankara’nın İdlib ’deki 9 numaralı gözlem noktasıyla Rejim güçleri arasına caydırıcı mahiyetteki Rus kuvvetlerinin konuşlandırması sağlandı. Böylelikle sadece TSK unsurlarının güvenliği değil, Suriye’deki Türk askerinin Rejime yönelik saldırıda bulunma ihtimali de geçici olarak ortadan kalkmış yani sahadaki askeri denge bir süre için dondurulmuş oldu. Bir şekilde caydırıcılık işlemese (Rusya ve Türkiye hem caydırıcılığın işlemesi konusunda istekli hem de sahada kuvvetli oldukları için aslında karşılıklı caydırıcılık güvenli bir biçimde işliyor ama karışık bir sahadan ve İdlib’e sıkışmış üst üste binen ölüm-kalım savaşlarından bahsediyoruz) ve taraflar arasında İdlib çatışmasızlık bölgesi nedeniyle sahada bir çatışma çıksa bu şüphesiz Astana’nın sonu olacak, biz de sahada hem Türk-Rus, hem Türk-İran ilişkilerinin hızla bozuluşuna şahit olacaktır. Sonuçta özellikle Suriye Golan’dan bölünmüşken Astana ortadan kalksaydı artık Suriye’nin toprak bütünlüğünden de kim bahsedebilirdi ki, keza ABD’nin Suriye’deki varlığının gayrimeşruluğundan. Astana üçlüsünün en gönülsüzü, İran’ın bile arzu etmeyeceği bu senaryo siyasi olarak uzak kalınmak istenilen ama sahadaki riskler nedeniyle hissedilen bir senaryo oldu geçtiğimiz aylarda. Bu nedenle, taraflar arası güven tazelemek kadar, dünya kamuoyuna Astana’nın tüm bu risklere rağmen nerede durduğunu hatırlatmak, yani Astana’ya yeniden can vermek siyasi bir gereklilikti. 

İşbirliği için üç mesaj 

Ayrıca, Astana süreci İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin de ifade ettiği gibi, Suriye konusunda bir süredir beklenilen sonucu veremiyordu. Astana, bilindiği gibi sadece sahada ABD’nin Suriye’deki politikasının dengelenmesinin bir aracı değildi, aynı zamanda Cenevre süreçlerinden dışlanan ya da Cenevre’de kendileri için tehlike arz eden gruplarla pazarlığa zorlanan Ankara, Moskova ve Tahran’ın işlemeyen Cenevre süreçlerini işler hale getirebilecekleri siyasi bir alternatif yaratma isteklerinin bir sonucuydu. Kısaca Astana’nın siyasi olarak anlam kazanması, Anayasa komisyonu çalışmalarının başarıyla sürdürülmesine de bağlıydı ki burada hem tarafların komisyon için önerilen bazı adaylar konusunda hassasiyetleri, hem Şam’ın gönülsüzlüğü nedeniyle sorunlar yaşanıyordu. 

Çankaya Zirvesi’nde Astana işbirliğinin derinleştirilmesi, yani Astana’nın yeniden hem masada hem sahada canlandırılması verilen üç mesaj ile gerçekleşti. İlk mesaj Anayasa Komisyonu çalışmalarında adaylarla ilgili sorunun aşıldığıyla ilgiliydi. Putin, hatta, Erdoğan’ı bu konuda gösterdiği çaba nedeniyle överek konuyu kamuoyunun dikkatine sundu. Bu, Ankara’nın sahada Astana ruhunun temel lokomotifi olması gerçeğinden sonra, Türkiye’nin masada da sahada gösterdiğine benzer bir işlev üstleneceği anlamına gelebilir. Gerçi, daha komisyon çalışmaları için usul kurallarının halledilmesi gerekiyor ama taraflar bu konuda- süre vermeden- ümitvar konuştular. Dahası üç liderin Anayasa komisyonu çalışmalarıyla Cenevre süreçlerinin işleyeceğini umduklarına yönelik yaptıkları vurgu, aslında Astana üçlüsünün Cenevre’de farklılıklarına rağmen asgari ve azami müştereklerde ortak hareket edebileceklerini göstermek bakımından çok önemli. 

Astana’nın değişmezleri  

Zaten Çankaya Zirve’sinde de Astana’nın değişmezleri olarak asgari ve azami müşterekler tekrar vurgulandı. Ankara Zirvesi açılışı sırasında yapılan üçlü konuşmada da sonrasında yayınlanan ortak metinde de taraflar Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğü ile ilgili ilke kararlılıklarını yeniden güçlü bir şekilde açıkladılar- ki bu ikinci mesajdı. Daha önceki zirvelerden tek fark ise, ABD ve İsrail’in Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik yaptıkları saldırılar dolayısıyla daha açık bir biçimde suçlanmalarıydı. Nitekim, Ruhani, ABD’nin Suriye’de terörü desteklediğini (yani PYD/SDG unsurlarını terörist olarak değerlendirdi) açıkça ifade etti. Putin de bir adım daha ileri giderek, ABD’nin Suriye’de -Astana garantör ülkelerinden farklı olarak- gayrimeşru bir biçimde bulunduğunu sözlerine ekledi. Suriye’de yabancı kuvvetlerin (yani Astana garantörü olmadığına göre ABD’nin) askeri varlığının kabul edilmeyeceği de bir kez daha vurguladı. Bu noktada Erdoğan ve Putin’in İdlib’e yönelik açıklamalarını karşılıklı okumak son derece önemli. Rusya Devlet Başkanı, İdlib gerilimi düşürme bölgesinde radikal gruplara karşı (örneğin HTŞ unsurları) Rejimin yapacağı operasyonlara Moskova’nın sınırlı destek vereceğini söyledi. Erdoğan da yaptığı konuşmasında sivil halkın ve garantör ülkelerin sahadaki askeri personelinin güvenliği için somut önlemler alma ihtiyacını vurguladı. Bu, Tahran ve Moskova’ya TSK unsurlarının güvenliğinin Astana ruhunun bir parçası olduğunun hatırlatılmasıdır (üçüncü mesaj). Kısaca, Ankara Zirvesi’nde Astana’nın ruhu canlandırıldı. 

İkinci husus: Doğu Fırat

Ankara Zirvesi’nde Erdoğan, Çankaya’da kullanılan sihirli mutabakat fikrini (asgari ve azami kriterlerden farklı yeni bir ortaklık noktası olarak doğan) insani altyapının Suriye’de yeniden kurulması anlayışını Fırat’ın doğusuna taşıyarak söze başladı. Erdoğan, Ruhani ve Putin’e, “Suriye sınırı boyunca terör oluşumuna rıza göstermeden insani alt yapının oluşturulmasının fikrini” aktarırken, “şayet Amerika ile iki hafta içerisinde arzu ettiği sonuca ulaşamazsa Türkiye’nin kendi harekât planını uygulamaya başlayacağını” da söylüyor. Ankara, oluşturulacak barış koridorunun Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan 2 milyon mültecinin geri dönüşü için düşünüldüğünü, hatta bu hattın Deyrizor ve Rakka taraflarına kadar indirilebileceğini de sözlerine ekliyor Cumhurbaşkanı. Zirve’de Putin ve Ruhani’nin ABD’nin varlığını gayrimeşru ilan ettikleri, Türkiye’nin Astana yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün garantörü olduğu bir siyasi süreçte çıkan mesaj çok açık. Keza, bu mesaja siyasi zemin hazırlamak için Zirve’nin hemen öncesinde Esad Rejimi’nin geri dönebilecek mültecileri de ilgilendiren kapsamlı af ilanını da unutmamak lazım. Sonuçta, uzun bir süredir Trump yönetimi ve ABD’deki farklı hatta rakip yapılar tarafından sıkıştırılıp, tehdit edilen üç ülkenin liderinin Suriye’de inisiyatifi ellerine aldıklarını ilan etmeleri, PYD’yi terör örgütü olarak açık veya zimmi olarak nitelemeleri ve askeri olarak şu anda var olamasalar da siyasi olarak Fırat’ın doğusunu Astana sürecine mülteciler üzerinden dahil etmeleri çok açık bir mesajdır. Ankara Zirvesi öncesi Esad Rejimi’nden yapılan açıklamayla Suriye’nin kuzeyindeki PYD varlığının gayri meşru ilan edilmiş ve bu bağlamda BM şikâyet mektubu gönderilmiş olması da tesadüf değildir. 

Riyad’a S-400 teklifi  

Ankara ise, Fırat’ın doğusuna giriyor-girmiyor tartışmasına aslında son verdi.  ABD ile mutabakat uygulanmaya başladığı andan itibaren TSK unsurları o şekilde, bu şekilde bölgeye askeri olarak girmiştir. Bu bir zaman kazanma, oyalama taktiği ise bile, PYD, Türkiye’nin askeri unsurlarla bölgeye girmesini engelleyememiştir. Bu çerçevede Ankara’da verilen iki haftalık süre Pentagon-PYD ortaklığı için hesapların yeniden yapılması gerekliliğini bir kere daha göstermektedir. 

Diyeceksiniz ki, bütün bunlara rağmen Garp cephesinde değişen bir şey yok. Zirveden hemen sonra Pentagon yetkilileri SDG’yi donatmaya devam edeceklerini açıkladılar. Tabii, Garp cephesinde değişim olmadığı doğru da bu cephenin karşısında direnenler için ABD’nin caydırma ve donatma gücünde büyük değişiklik olduğu görülüyor. Bu noktada, Aramco’ya yönelik saldırıların ABD tarafından sürekli donatılan bir ülkeye karşı, büyük baskı altında, petrol piyasalarından dışlanma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış caydırılması kâğıt üstünde çok kolay İran’ın desteklediği unsurlar tarafından yapıldığını hatırlatalım. Üstelik ABD’nin kırmızı çizgisi, bölgedeki Amerikan üstlerinin güvenliği ise kırmızımsı çizgisi Aramco’dur. Burada sayfalar dolusu yazsak da Putin’in konuyla alakalı yakaladığı espritüel ruhu yakalayamayız. Putin Riyad’a isterlerse İran gibi S-300, Türkiye gibi S-400 alabileceklerini söyledi. ABD’den aldıkları onca savunma ve saldırı silahını da artık müzede sergilerler. Kıssadan hisse herkese düşüyordur.  Trump Amerika’sının baskıcı politikalarıyla birilerini kandırması, en azından bölgeden birilerini kandırması artık pek mümkün gözükmüyor. Bugüne kadar gel gitlere gözünü kapatıp Pentagon’dan gelenlerle birlikte anti-emperyalist (!?) hayaller kuran PYD kadroları bu yüzden Aramco saldırılarını dehşetle izliyor, İran’ın bu güçsüz halinde bile nasıl pragmatist olabileceğini görüyorlardır. 

Türkiye, Astana’nın tekrar hayat bulmasından ve buradan belli konularda çıkan üçlü mutabakattan güç alarak enerjisini iki konu üzerine yöneltecek: a)- ABD’ye Fırat’ın doğusuyla ilgili gerçekleştirilen mutabakatın uygulanması konusunda baskı yapmak; b)- İdlib özelinde gelişmeleri takip etmek. Ankara, her iki konuda da diplomasi trafiğiyle kazanımlarını arttırmaya uğraşacak ama işlerin tıkanması halinde de gerektiğinde kendi askeri gücünü devreye sokmak için hazır bekleyecek. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Fırat’ın doğusuyla ilgili olarak müttefikimiz ABD’ne Eylül sonuna kadar müddet vererek Türkiye’nin Washington’un beklentilerine bir an evvel cevap vermesi için ciddi bir uyarıda bulundu. Önümüzdeki iki haftalık süre içinde New York’taki BM Genel Kurul’unda Ankara’nın ABD Başkanı Trump ile konuyu diplomasi yoluyla çözmesi için hala bir fırsat var. Ama, Erdoğan’ın da dediği gibi Türkiye’nin sabrı çoktandır tükenmiştir ve şu an gerçekten icra zamanıdır. Bakalım, şu anda başı İran ile belada olan ABD Başkanı Trump Türkiye’nin araladığı bu fırsat penceresini yeterince değerlendirebilecek mi? 

PYD yalnızlaşıyor

Türkiye, güç projeksiyonuna dayalı bir diplomasiyle varlığını Suriye’de pekiştirmeyi başardı. Bugüne kadar sahada olduğu kadar masada da var olmayı büyük bir başarıyla sürdüren Ankara’nın önümüzdeki hafta ve Ekim ayındaki diplomasi mesaisi oldukça yoğun. Üstelik, bu diplomasi trafiği New York’taki Genel Kurul toplantısı ile sınırlı değil. Bu bağlamda, Ekim ayında Türkiye’nin İstanbul’da AB’nin lokomotif ülkelerinden Almanya ve Fransa ile yapacağı dörtlü toplantı oldukça önemli. Türkiye, Suriye ile ilgili olarak bir süredir haklı olarak AB ülkelerini Suriye iç savaşının bir sonucu olan mülteciler meselesinde sorumluluk almaya devam ediyor. Bu konunun aynı zamanda, Ankara’nın uzun bir zamandır kurulmasını arzu ettiği güvenli bölge ile de doğrudan ilişiği var. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kapıları açabiliriz” ikazı AB ülkeleri için çalan son ikaz sireniydi. An itibariyle, Ankara’nın daha fazla mülteci barındırma kapasitesi kalmamıştır ve bu konuda AB tarafından da yalnız bırakılmıştır. Gerçekte, AB’nin güvenliği Türkiye’nin sınırlarında başladığına göre Brüksel’in bu konuda temsil ettiği normatif değerler bakımından artık harekete geçmesi zorunludur. Bu nedenle, AB’nin Ankara’nın güvenli bölgede mültecilerin gönüllü ve güvenli dönüş planını- ve buraya iskân edilmesi- fikrini ciddiye alması beklenmekte. Brüksel’in, bir zamanlar tıpkı Filistin-Israil meselesinde Dörtlü İnisiyatif (Quartet) içinde uyguladığı normatif yaklaşımı şimdi Suriye’de mültecilerin ülkelerine geri dönüşü konusunda harekete geçirmesi gerekmekte, aksi takdirde Bürüksel, Suriye’den AB sınırlarına yönelecek Suriyeli mülteci akınıyla tek başına başa çıkmak zorunda kalacaktır. Eğer, “tek dişi kalmış canavardan”, Trump’tan korkmamayı Avrupa öğrenirse ya da öğrenmişse PYD için yalnızlık günleri başlayacak. Zaten Astana sürecine dahil edilmesi için davet edilen Irak ve Lübnan’ın meşhur Akdeniz koridorlarındaki konumları düşünülürse Ankara’nın ilmek ilmek terör örgütünü izole etme stratejisinin nasıl işe yaradığı, Ankara Zirvesi’nin bu konuda mihenk taşını nasıl çaktığı daha iyi anlaşılır. Ama elbette farklılıklar baki ve Suriye pilavı daha çok su kaldıracak.      

@nursinguney