Avrupa Birliği'nin normatif gücü Siyonizm karşısında çöktü mü?

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı
12.06.2025

Avrupa Birliği'nin Gazze'de soykırıma varan Siyonist politikalara karşı sergilediği suskunluk, normatif gücünün inandırıcılığını yitirmesine ve küresel meşruiyet iddiasının ciddi biçimde zedelenmesine yol açmıştır. Bu çarpıcı tutarsızlık, “Madleen Olayı” ile bir kez daha görünür hâle gelmiş ve Avrupalı devletlerin siyasi yaklaşımları ile toplumların ahlaki duruşu arasındaki derin uçurum, içinde bulunulan değerler krizinin boyutlarını açık bir şekilde yeniden ortaya koymuştur.


Avrupa Birliği'nin normatif gücü Siyonizm karşısında çöktü mü?

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı

Gazze artık insanlık vicdanının sınandığı ve ahlaki değerlerin sorgulandığı bir krize dönüştü. Öyle ki, burada verilen her yanlış tepki ya da sessizlik, gelecekte daha büyük zulümlere kapı arayabilir. Bu nedenle Gazze'deki vahşet yalnızca uluslararası hukuk açısından değil, temel insani değerler açısından da ahlaki bir çöküşün göstergesi haline gelmiştir. Zira Gazze'de yaşanan çatışmalarda en ağır bedeli siviller ödemekte; kadınlar, çocuklar, yaşlılar, hastalar öldürülmekte; okullar, hastaneler, kamplar ve sivil yerleşimler bombalanmakta ve uygulanan ablukayla temel yaşam hakları sistematik şekilde yok edilmektedir.

2007 yılından bu yana Gazze yoğun bir abluka altında can çekişiyor. Bu, bir halkın topluca cezalandırılması anlamına gelmektedir. Elektrik, temiz su, ilaç ve tıbbi malzeme gibi temel insani ihtiyaçlara erişimin sistematik şekilde engellenmesi, savaş hukukunda dahi korunması gereken sivil hakların açık ihlali niteliğindedir. Dolayısıyla söz konusu hukuk dışı uygulama, uluslararası hukukun yanında evrensel insanlık değerlerine ciddi bir meydan okumayı temsil etmek kadar insanlık onurunu hiçe sayan ve vicdanları derinden sarsan açık bir vahşete de çağrıdır.

Kuluçkadaki tehlike

Gazze'de yaşananlar karşısında devletlerin, toplumların, kurumların ve insanların sessiz kalması, çifte standartlı tutumlar sergilemesi; hukukun üstünlüğü ve insan haklarının evrenselliği iddiasını zayıflatmakta, ahlaki bir ikiyüzlülük ortaya çıkarmaktadır. İnsanlığın geleceği açısından oldukça tehdit arz eden bu vaziyetin en tehlikeli yönü, yalnızca Gazze ile sınırlı olmayan çok daha geniş kapsamlı bir ahlaki ve normatif çözülme sürecini tetiklemesidir. Böylece Gazze'deki adaletsizlik karşısındaki suskunluk ya da tarafgirlik, küresel düzeyde cezasızlık kültürünü besleyerek bir taraftan barbarlığı kural haline getirmekte diğer taraftan da eşitlik, adalet ve insan hakları gibi değerlerin yalnızca belirli toplumlar için geçerli olduğu izlenimi güçlendirmektedir.

Genel olarak değerlendirildiğinde Batılı ülkeler ve uluslararası kuruluşlar, hukukun üstünlüğü, insan haklarının evrenselliği ve insani müdahale gibi ilkeleri savunurlar. Ancak bu normatif hassasiyet, Gazze'de görmezden gelinmektedir. Maalesef bu tür çifte standartlar ve tutarsızlıklar, uluslararası hukuk normlarının evrensel ve bağlayıcı olduğu yönündeki inancı zayıflattığı gibi küresel ölçekte yeni çatışma alanlarının doğmasına, uluslararası sistemin istikrarsızlaşmasına ve barışçıl çözüm mekanizmalarının işlevsiz hale gelmesine de kapı aralamaktadır. Rusya'nın Ukrayna'daki işgaline karşı sert tepki gösteren Avrupa Birliği ve ABD'nin, İsrail'in Filistin topraklarındaki işgal ve hak ihlalleri karşısında İsrail'den yana tavır alması, Batı'nın ikiyüzlü yaklaşımına verilebilecek en güncel örnektir.

Belki daha önemlisi, Gazze'deki adaletsizlik karşısındaki suskunluk sadece Filistin halkını değil, tüm insanlığı etkileyen bir sorundur; çünkü insan hayatının ve hukukunun değersizleştirildiği bir dünyada hiçbir bireyin veya toplumun güvende kalması mümkün değildir. Nitekim küresel vicdanda güven erozyonuna yol açan eşitlik, adalet ve insan hakları gibi değerlerin yalnızca belirli toplumlar için geçerli olduğu inancının yaygınlaşması, uluslararası düzeydeki barış, diyalog ve çok taraflı iş birliklerine ciddi zararlar vermektedir. Nihayetinde Avrupa ve ABD'nin bu tutumu, Batı karşıtı söylemlerin güçlenmesini, dünya sathında radikalleşmenin artmasını ve dışlayıcı ideolojilere yönelimi tetikleyerek küresel kutuplaşmayı derinleştirmektedir.

Şurası çok açıktır ki Batı dünyası, normatif liderlik iddiasını sürdürmek istiyorsa, ilkeli ve tutarlı bir dış politika izlemek zorundadır. Aksi halde ahlaki söylemleri ikna edici olmaktan çıkacaktır. Bu da yalnızca Filistin meselesinde değil, tüm dünyadaki krizlerde arabuluculuk yapma yetisini zayıflatacaktır. Ayrıca Avrupa Birliği, dünya genelinde ve bölgesinde hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi korumak ve güçlendirmek istiyorsa; hatta ABD karşısında zayıflayan küresel etkisini yeniden toparlamak niyetindeyse, söylem ile eylem arasındaki uçurumunu kapatmak zorundadır.

Açılan makas ve artan huzursuzluk

Avrupa Birliği'nin Filistin meselesinde sergilediği etkisizlik ve çifte standartlı tutum, yalnızca küresel düzeyde değil, Avrupa toplumlarının iç dinamikleri açısından da ciddi olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Avrupalı hükümetlerin insan hakları ihlalleri karşısındaki seçici tepkileri, kendi vatandaşları arasında devletin adalet anlayışına ve ilkeli dış politika söylemine olan güveni zayıflatmaktadır. Özellikle gençler ve bilinçli seçmen kitlesi arasında siyasal yabancılaşmaya ve hükümetlere yönelik meşruiyet sorgulamasına yol açmaktadır. Daha kötüsü ise Filistin'e verilen desteğin kriminalize edilmesi, barışçıl protestoların bastırılması ya da medyada tek taraflı söylemlerin egemen olması, Avrupa ülkelerinde toplumlar arasında gerilimi artırmakta ve toplumsal uyumu ve barışı tehdit etmektedir. Kaçınılmaz olarak bu gelişmeler, Avrupa toplumlarında çokkültürlü yapının sönümlenmesine, İslamofobi'nin güçlenmesine, yabancı düşmanlığının yaygınlaşmasına ve nihayetinde ayrımcılığın kurumsallaşmasına hızlandırıcı bir etki meydana getirmektedir.

Bununla birlikte, Avrupa'daki Müslüman göçmen topluluklar, Filistin'e yönelik çifte standartlı yaklaşımlar nedeniyle kendilerini dışlanmış ve ikinci sınıf vatandaş gibi hissetmeye başlamışlardır. Haliyle bu psikoloji, toplumsal bütünleşmenin zedelenmesine ve aidiyet duygusunun ciddi biçimde aşınmasına sebebiyet vermektedir. Bu tablonun artarak devam etmesi halinde, Avrupa sathında uzun vadede toplumsal kutuplaşma derinleşebilir, her türlü radikalizm artabilir, toplumda ciddi bir güven bunalımı ve iç huzursuzluk baş gösterebilir. Dolayısıyla Gazze'deki yangının Avrupa'yı sarma ihtimali oldukça yüksektir.

Son dönemde açık bir şekilde görüldüğü üzere, Filistin meselesine ilişkin Batı'daki politikalar, ifade özgürlüğü ve demokratik değerler açısından ciddi tartışmalara ve sorgulamalara yol açmaktadır. Üniversitelerde, medyada ve sivil toplumda Filistin yanlısı tutumların bastırılması, Batı'nın temel iddialarından biri olan ifade özgürlüğü ilkesinin fiilen askıya alındığı izlenimini uyandırmaktadır. Entelektüel alanlarda oto-sansür eğilimini artıran bu süreç doğal olarak akademik çevrelerde ve kamuoyunda ciddi endişelere neden olmaktadır. Filistin meselesinden dolayı Avrupa ülkelerinde eleştirel düşüncenin ve özgür akademik ortamların daralması; daha da kötüsü Siyonizm/İsrail karşıtı toplumsal muhalefetin kriminalize edilmesinin oluşturduğu baskı ortamı, özellikle genç kuşaklarda sisteme karşı güvensizlik ve radikalleşme eğilimlerinin güçlenmesini tetikleyerek demokratik değerlerin içten içe aşınmasını ve sivil itaatsizlik, kutuplaşma ya da sosyal patlamalar gibi istikrarsızlıkları kuluçkaya yatırmıştır.

Avrupa Birliği ve diğer hükümetlerin Gazze'deki vahşet karşısındaki etkisizliği, bu yapıların sadece jeopolitik değil, ahlaki olarak da çözüldüğünü işaret etmektedir. Bu çürümeye bağlı olarak gelişen tarafgirlik, Avrupalı değerlerin evrenselliği iddiasına karşı hem içeride hem de küresel ölçekte artan eleştirel bir muhalefeti beslemektedir. Ayrıca Filistin meselesindeki çifte standart ve sessizlik, Avrupa siyasetinde büyüyen içeriden bir çürüme sürecini de gözler önüne sermektedir. Zira Avrupa Birliği, insan hakları, hukukun üstünlüğü, barışçıl çözüm ve uluslararası meşruiyet gibi kurumsal ilkelere dayalı bir normatif güç olarak kendini tanımlamaktadır. Ancak İsrail'in Filistin'deki sistematik ihlalleri ve Gazze'ye yönelik yıkıcı saldırıları karşısında AB'nin sergilediği edilgen tutum, bu ilkelerin Siyonizm karşısında çürüdüğünü ya da etkisizleştiğini göstermektedir.

Kaldı ki bu çürüme ve yozlaşma, yalnızca Filistin meselesiyle sınırlı kalmamakta; AB'nin Ukrayna başta olmak üzere pek çok bölgesel krizde tutarlı ve kapsayıcı bir çözüm üretememesine de yansımaktadır. Normatif iddialarla gerçekler arasındaki bu derin uçurumun Avrupa toplumlarında ahlaki ve siyasi bir güven krizine yol açtığı bilinen bir gerçek. Nitekim bu vaziyet, göçmen karşıtlığı, aşırı sağın yükselişi ve toplumsal kutuplaşma gibi dinamiklerle kendi rengini belirgin bir şekilde yansıtmaktadır. Buradaki temel sorun, Avrupa'nın iç bütünlüğünü tehdit eden bu çürüyen yapının yapısal bir krize dönüşme potansiyeli taşımasıdır.

Sonuç olarak, Avrupa Birliği'nin Gazze'de soykırıma varan Siyonist politikalara karşı sergilediği suskunluk, normatif gücünün inandırıcılığını yitirmesine ve küresel meşruiyet iddiasının ciddi biçimde zedelenmesine yol açmıştır. Bu çarpıcı tutarsızlık, "Madleen Olayı" ile bir kez daha görünür hâle gelmiş ve Avrupalı devletlerin siyasi yaklaşımları ile toplumların ahlaki duruşu arasındaki derin uçurum, içinde bulunulan değerler krizinin boyutlarını açık bir şekilde yeniden ortaya koymuştur.