Avrupa Hitler'ini arıyor-II

Prof. Dr Kudret Bülbül / AYBÜ, TBMM Dış İlişkiler Başkanı
27.01.2023

Uzak Doğu'da, Afrika'da, Latin Amerika'da ya da bir İslam ülkesinde insan haklarına aykırı, başkalarının değerlerine açıkça saldırı niteliğindeki bir eylemin Batılı herhangi bir merci tarafından, "O ülkede suç değilse sorun yoktur" yaklaşımı ile değerlendirildiğini gördünüz mü? Mesela Afganistan'da Buda heykellerinin kırılması, Afganistan'ın iç meselesi olarak mı görülmüştü?


Avrupa Hitler'ini arıyor-II

"Nazi bağlantıları yüzünden ırkçılık suçlamasıyla daha önce ülkesi Danimarka'da hüküm giyen"(T24), aşırı sağcı Sıkı Yön Partisi (Stram Kurs) lideri Rasmus Paludan'ın, İsveçli aşırı sağcıların desteğiyle, Türkiye'nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kur'an-ı Kerim yakma talebi, İsveç makamlarınca uygun bulundu ve hemen ardından eylem gerçekleştirildi. Bu alçakça eyleme tüm dünyadan akıl, vicdan, izan, insaf, adalet duygusunu kaybetmemiş, çoğulcu, demokrat ve özgürlükçü herkes haklı olarak tepki gösterdi.

Olayın ardından gösterilen tepkiler üzerine İsveç Başbakanı Ulf Kristersson şu açıklamada bulundu: "İfade özgürlüğü demokrasinin temel bir parçasıdır. Ancak bir şeyin yasal olması mutlaka uygun olduğu anlamına gelmez. Pek çok kişi için kutsal olan bir kitabı yakmak son derece saygısız bir davranıştır. Bugün Stockholm'de yaşananlardan incinmiş olan tüm Müslümanlara sempatimi iletiyorum"

İsveç Başbakanının sosyal medyadaki bu açıklaması ve bu eyleme taraftar olanların bu açıklamaya gösterdiği aşağıdaki tepkiler esasen Avrupa'yı nasıl bir karanlığın beklediğini ortaya koyuyor:

İfade özgürlüğü olarak görenler

Ulf Kristersson ve Avrupa'daki önemli bir kesim bu eylemi ifade özgürlüğü olarak görüyor. Böyle görmeleri bile Batı iki yüzlülüğünün, zayıf gördüklerine karşı kibrinin, çifte standardının açık bir göstergesidir. "Ermeni soykırımı" yoktur demek bile pek çok ülkede ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmeyip cezalandırılıyor. Avrupa'nın pek çok ülkesinde, anti-Semitist yasalar nedeniyle İsrail'e karşı sıradan eleştirilerin dahi yapılamadığını biliyoruz. Kur'an-ı Kerim yerine o meydanda Neo-Naziler Tevrat yaksaydı(elbette böyle bir eyleme de şiddetle karşı çıkılmalıdır) bu alçakça eylemi ifade özgürlüğü olarak görenler, yine aynı şeyleri söyler miydi? Söyleyebilirler miydi? Kuşkusuz ifade özgürlüğü hassasiyetle savunulması gereken bir değerdir. Ama başkalarının en temel inancına saldırmak ifade özgürlüğüyse ırkçılık, nefret suçu, hakaret ve aşağılama suçları hangi kapsamda değerlendirilecek? Kaldı ki pek çok Avrupa ülkesinde cami yakmalar, Müslümanlara ait ev ve iş yeri yakmalar, hatta bazen diri diri insan yakmalar sıklıkla görülen olaylar haline dönüşmüşse, Kur'an yakmak şiddeti, nefreti, farklı yaşam biçimlerini ortadan kaldırmayı körükleyen ve bu boyutlarıyla insanlığa karşı ağır bir suç, insanlığa karşı açık, gerçek ve yakın bir tehdit demektir.

İsveç kanunlarına göre suç olmadığı için meşru görenler

Bu bakış açısı da yine Avrupa kibrinin, üstenci bakışının bir yansıması. Uzak Doğu'da, Afrika'da, Latin Amerika'da ya da bir İslam ülkesinde insan haklarına aykırı, başkalarının değerlerine açıkça saldırı niteliğindeki bir eylemin Batılı herhangi bir merci tarafından, "O ülkede suç değilse sorun yoktur" yaklaşımı ile değerlendirildiğini gördünüz mü? Mesela Afganistan'da Buda heykellerinin kırılması, Afganistan'ın iç meselesi olarak mı görülmüştü? İnsan hakları evrenseldir, ülkelerin iç meselesi olamaz. Bu nedenle Avrupa'da yükselen ırkçı, dışlayıcı, farklı yaşam biçimlerini ve en temel hak olarak yaşam hakkını tehdit eden ihlaller Avrupa'nın iç meselesi olarak görülemez.

"İsveç Kanunlarına göre suç değilse sorun yoktur" yaklaşımını Türkiye'de de bazıları dillendiriyor. Batı karşısında ne özgünlüğünü ne özerkliğini ne de özgürlüğünü koruyamayanların tam bir eziklik hali. Bu tipler tam da Attila İlhan'ın "Türk aydını dediğimiz kişi Batı'nın manevi ajanıdır" sözünü hatırlatmıyor mu?

İslam'ı terörizmle ilişkilendirenler

En tehlikelisi ve Batı'yı ateşe atacak olan bakış bu bakıştır. Bu bakış açısına karşı tarihte Müslümanların hüküm sürdüğü coğrafyalarla Endülüs'te, Amerika kıtasında veya başka yerlerde gayri Müslimlerin hüküm sürdüğü yerler arasında bir kıyas yapmanın, savunmacı bir refleks geliştirmenin anlamı yoktur. Bu bakış açısındakiler için mesele esasen ne Müslümanlar, ne göçmenler ne de yabancılardır. Mesele içerisine girdikleri bağnazlık, önyargı, zihniyet körelmesi, farklılıklardan korku, nefret girdabı ve ötekini yok etme krizidir. Bu nedenle bu bakış aşısının nesnesi, müşahede altına yatırılması gereken Müslümanlar değil bizatihi bu bakış açısının sahipleridir.

Avrupa'nın geleceği terörize ediliyor

Müslümanları güvenlikleştiren ve onların gündelik hayat içinde varoluşlarını güvenlik politikaları bağlamında değerlendiren yukarıdaki yaklaşım bugün maalesef Batı'da ana akım haline gelmiştir. Bu durumun pek çok vahim örnekleri vardır. Bir örnek vermek gerekirse, Fransa'da 2020'de çıkarılan, "Fransız İslam'ından bahseden, Fransız Cumhuriyet ilkelerinin ve kurallarının Müslümanların tüm dini değerlerinden üstün olduğunu da içeren "Fransa İslami Prensipler Tüzüğünün imzalanması tüm Müslüman kuruluşlara dayatıldı. Oluşturulan baskı ve tehditlerle IGMG, DİTİB ve Tebliğ Cemaati dışında tüm kuruluşlar bu dayatmayı imzalamak zorunda kaldı. Ortada bir suç varsa elbette tüm devletler gerekli önlemleri alabilir. Ama Fransa örneğinde görülen ve diğer pek çok Avrupa ülkesinde var olan Fransa İslamı, Almanya İslamı, Avrupa islamı vd yaratma çabaları, ülkelerinin kanunlarının farklı yaşam biçimlerine sahip olanların değerlerinden daha üstün olduğu dayatmaları esasen Avrupa'daki ırkçılığın, içe kapanmanın, zihniyet daralmasının/körelmesinin kişisel tercihlerin çok daha ötesinde kurumsal uygulamaya dönüştüğünün apaçık kanıtıdır. Meselenin daha iyi anlaşılması için bir an için tersinden düşünelim. Fransa'daki Macron yönetimi gibi, örneğin Türkiye'de bir yönetim benzer uygulamalarda bulunsa, Türkiye Hristiyanlığı, Türkiye Yahudiliği projeleri geliştirse ve Türkiye'deki tüm farklı inanç sahiplerinin inanç biçimlerine ve değerlerine müdahale etse, gösterilecek tepkiyi ve oluşturulacak havayı hayal edebiliyor musunuz? Elbette böyle bir bakış, İslam'ın farklılıklara dair koruyucu yaklaşımını, Pax Ottomana geleneğini, Türk-İslam uygulamalarını bilen hiçbir yöneticimizin ne dün, ne bugün ne de yarın aklından bile geçmez.

İnananların inancını kendilerine bırakmayıp, onun dışında ve üstünde bir Fransız/Alman/Avrupa İslamı oluşturma çabaları, Hristiyanlığı da benzer şekilde değiştirmiş, dönüştürmüş bir Batı genetiği içerisinde belki çok korkunç, totaliter bir girişim gibi görülmeyebilir. Keza rejimlerin kural ve uygulamalarının farklı düşünce ve inançlardan üstün olduğu dayatmaları da. Ama devleti ve onun ilkelerini kutsamanın ötesinde bunları insanların inançlarına, düşüncelerine, vicdanlarına dayatmanın nasıl korkunç sonuçlar üretebildiğini ve bugün de üretebileceğini görmek için Avrupa tarihine biraz bakmak yeterlidir. Fransız aydınlanmasından sonra "aydınlanmamış" olduğu düşünülen ve eski rejimin insanları olarak görülen milyonları giyotine gönderen zihniyetin köşe taşları acaba bugün döşenmekte olan zihniyetin köşe taşlarından çok mu farklıydı? Bir an için hayal edelim: Devletin ilkelerinin ve uygulamalarının farklı inançlardan üstün olduğunu dayatan bir mevzuat Hitler Almanya'sı döneminde çıkmış olsaydı, toplumun geri kalanına Nazi olmanın dışında, Mussolini İtalyası döneminde çıksaydı, toplumun geri kalanına faşist olmanın dışında bir alternatif bırakmış olur muydu? Bir devlet, bireylere sanat, edebiyat, estetik, zarafet ya da dini inanışlarıyla çeliştiği durumda, yasalarının üstün olduğunu dayatırsa bu açık bir jakobenizm ya da diktatörlük olur. Her devlet elbette mevzuatını uygulayabilir. Suçluları cezalandırabilir. Vatandaşlar kurallara uymak durumundadır. Ama hiç kimse uymak durumunda olduğu ilke ya da uygulamaları üstün görme zorbalığına mahkum edilemez.

Avrupa'daki bireysel insan hakları ihlalleri, yabancılara, Türklere, Müslümanlara saldırılar kuşkusuz vahim boyuttadır. Ama daha vahim olanı, artan aşırı sağ ve aşırı solu önleme bahanesiyle Avrupa ülkelerinin içine girdikleri kurumsallaşmış ırkçılık, dışlama ve faşizm uygulamalarıdır. Kurumsallaşmış içe kapanma, farklı yaşam biçimlerini daha fazla tehdit olarak görme her geçen gün artmakta. Kriz bu nedenle Türklerin, Müslümanların ya da yabancıların krizi değil, Avrupa'nın krizidir. Çünkü Türkler, Müslümanlar ya da yabancılar 30 yıl öncesine göre içinde yaşadıkları ülkelere daha uzaklaşmış değil, daha fazla entegre olmuş durumdalar. Oysa Avrupa 30 yıl öncesine göre zihniyet, ilke ve uygulama olarak çok daha fazla daralmış durumdadır. Avrupa'nın içine girdiği bu krizin siyasal, ekonomik, psikolojik, kültürel, genetik, küresel, stratejik birçok boyutu vardır. Bütün bunlar başka yazıların konusudur. Ben de birçok yazımda bunlara işaret ettim.

Çanlar kimin için çalıyor?

Birkaç yıl önce yine Star Açık Görüş'te "Avrupa Hitler'ini Arıyor (https://www.star.com.tr/acik-gorus/avrupa-hitlerini-ariyor-haber-1583931/) başlıklı bir makale yazmıştım. İsveç'teki bu alçakça eylemi meşrulaştırma çabalarından, Avrupa'daki gelişmelerin iyiye gitmemesinden ve o yazımdan bugüne Avrupa'nın çağdaş Hitler'ini bulmaya doğru hızla ilerlemesinden son derece üzgünüm. Çünkü Avrupa'daki zihniyet, ufuk, ilke, uygulama daralması sadece kendisi için değil tüm insanlık için tehdittir. Çanlar şimdilik Avrupa'daki yabancılar için çalıyor gibi görünüyor. Avrupalı faşistlerin, neo-nazilerin önüne, onları teskin edeceği sanılarak, şimdilik yabancılar atılıyor. Ama, bu durumun Avrupa'yı gittikçe esir alan ırkçılık, bağnazlık, dışlama, düşmanlaştırma, farklı yaşam biçimlerini yok etme canavarını teskin etmeyip daha da azdıracağı, bu canavarın sonra 2. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi önce Avrupalı çoğulcu, demokrat, özgürlükçü kesime oradan da tüm dünyaya yöneleceği aşikardır.

İnşallah yanılırım.

[email protected]