Avrupa için ‘makbul’ İslam

Dr. Ahmed Bakcan / Paris
10.11.2018

“Hiç şüphesiz bu asrın sonunda en büyük gündem konusu din olacaktır”. André Malraux’nun 1945-1946 yıllarında çıkan Conditions Humaines dergisine verdiği mülakatta söylediği bu söz Nostradamus kehânetinin bir parçası mıdır bilemeyiz ama, İslam Dini bu asırda kendinden çok bahsettirecektir.


Avrupa için ‘makbul’ İslam

Bir ucu İskandinav ülkelerinden Tarifa açıklarına kadar giden, diğer ucu da Ural dağlarına kadar varan ve bugün 27 ülke ilâ 512 milyon insanı barındıran Avrupa kıtası, diğer adıyla ihtiyar kıta, tarih boyunca, çok kültürlü ve çok çeşitli dinlere ev sahipliği yapsa da Hıristiyan ve Musevî değerlerine göre lâik bir çerçevede düzenlenmiş bir topluluktan oluşmaktadır.

Bununla birlikte, içinde yaşadığımız Avrupa ve Batı, kendi tarihinde her türlü dini önyargıları yaşamış, baskı ve zulüm görmüş bir Avrupa’dır. Ancak bu baskı ve zulümler, herşeyden önce kendilerinden geldi, dışarıdan gelmedi. Orta Çağ’ın eklesiyastik yapısı, bu baskıların sebeplerini oluşturmaktaydı. Ne zaman ki kendilerinin gelişmelerine engel teşkil eden unsurları birer birer ortadan kaldırdılar, fizîkî bir ilerlemenin içine girdiler. Bu unsurlar Aydınlanma döneminde din ile devletin, yani kilise ile kraliyetin biribirinden ayrılmasıyla oldu.

Bu sebeple, Avrupalının her türlü dine karşı bir rezervi vardır. Umûmî manada, bu önyargıyı değiştirmek, dinin insan hayatından koparılamaz bir esas parça ile insanlığın ihyâsı için vazgeçilmez bir temel unsur olduğunu, hususi manada ise İslâm’ın din olarak bir tehlike değil, bir saadet vesilesi olabileceğini ispat etmek gibi bir misyon ve görev hasıl olmuştur.

Endülüs deneyimi

Dolayısıyla, dikkat edilmesi gereken hususların en başında içinde bulunduğumuz toplumu, her türlü sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan bilmek, tanımak ve bu toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmak târîhî bir sorumluluktur. Tarihe bir göz attığımızda, Avrupa toplumlarının İslam ve Müslümanlarla olan ilişkilerinin çok eskilere dayandığını görmek mümkün olacaktır. 

Bundan yedi asır önce, Fransa’nın komşusu olan, bugünkü adıyla İspanya olarak anılan bu ülkede, bir İslâm medeniyeti var idi. Bu medeniyet Endülüs medeniyetiydi. Yedi asır boyunca birlikte yaşamın en güzel örneklerini veren bu medeniyet; her çıkışın bir inişi olduğu gibi, iç çekişmelerin, İslâm’ın ana hatlarından uzaklaşmanın neticesi olarak 1492 yılında tarih sahnesinden silindi. Bu, Avrupa‘nın İslâm’la ilk tanışması ve ilk tecrübesi idi. Tarifi imkânsız bir acı ile nihayet buldu. İkinci tecrübe ise Balkanlarda, Osmanlıların gelişiyle yaşandı ve 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti.

1930’lu yıllar ise dünyamızın en kritik sosyal ve ekonomik krizlerinin yaşandığı tarihler oldu.

Bu krizler, Avrupa‘nın göbeğinde, Almanya’da ırka dayalı bir ayrımcılığın doğmasına ve  II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebebiyet verdi. Nazi Almanya’sı bu yıllarda başlattığı ayrımcılık politikasının neticesi olarak insanlığı, bu dünya savaşıyla büyük bir felakete götürdü: 60 milyon insanın telef oldu, 6 milyon Musevî katledildi.

1945 yılında, içinde yaşadığımız ihtiyar kıtanın manzarası ise insanlık açısından kabul edilmesi zor bir manzara. Savaşın akabinde bütçeleri sıfırlanmış ülkeler, açlık ve yokluk içinde bir toplum, milyonlarca anasız babasız çocuk, evsiz barksız bir millet! Ama, aynı zamanda sanayileşmenin gereği olarak iş ve işçi ihtiyacının hat safhaya çıktığı, Türklerin Almanya’ya, Cezayirlilerin de Fransa-Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın neticesinde Fransa’ya göç etme zorunda kaldığı bir dönem... İşte bu dönem, Avrupa Müslümanlarını hassaten ilgilendiren bir dönemdir.

Üçüncü dönem

Avrupa, bu dönemle, Müslümanlarla ilişkileri açısından tarîhî üçüncü dönemini yaşamaktadır.

Yarım asırdan fazladır devam eden bu ilişkiler, ve sayıları her geçen gün artan bu mevcudiyet, Avrupa’nın her yerinde, farklı anlayış ile inanışa sahip yepyeni bir toplum gerçeğini ortaya koymaktadır. Bundan 50-60 yıl öncesine gittiğinizde Avrupa’da Müslüman varlığı parmak ile gösterilirken, bugün Müslümanlar, Avrupa nüfusunun yüzde 7-8’ine tekabül etmektedir. Böyle giderse, 2050 yılında Avrupa’da Müslüman nüfusun  yüzde 15’lere varma ihtimali çok yüksek. Bu minvalde, 21.yüzyılın sonundaki rakamı artık siz hesaplayınız. İslam ve Müslümanlar ile iştigal eden bütün müsteşrikler, sosyologlar, antropologlar, politikacılar ve psikanalistler her geçen gün nitelkli bir şekilde artan bu nüfus karşısında ne yapacaklarını bilememektedir.

Ortaya atılan politikalar, yol haritaları, kanunlar bu gidişata dur demekte yetersiz kalmaktadır. “Entegrasyon politikaları ile başlayıp asimilasyon metodları ile kontrol altına alınmaya çalışılan bu nüfus Avrupa için bir tehdit midir yoksa Avrupa’nın geleceği için bir nimet midir?” tartışmaları, sorunun temelini oluşturmaktadır.

Bu sebep ile konuyu tahlil ederken üç ana eksen üzerinden hareket etmekte fayda var. Birincisi güvenlik ekseni. Fransa örneğinden hareketle ilk defa 90’lı yılların başında Cezayir’deki hükümet değişikliğinin arefesinde cuntanın müdahalesiyle siyaset dışına itilen İslami Selamet Partisi’nin Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya yönelik tehditleri çerçevesinde ele alınan güvenlik ekseni, Fransa ve Avrupa’da yaşayan Müslümanları, İslam ve terör kelimeleri ile karşı karşıya getirmiştir. Dinini yaşamaya çalışan sade Müslümanlar terörist töhmeti altında kalmıştır. Bu sebeple, İslam ve Müslümanlar hakkında takip edilecek tüm siyasi yol haritaları bu minval üzerine belirlenmiştir.

İkinci olarak antisemitizm eksenini tahlil etmemiz gerekir. 20. yüzyılın başlarında Dreyfus Davası ile hortlayan ancak II. Dünya Savaşı arefesinde ayyuka çıkan Yahudi düşmanlığının menbaının yer değiştirdiği tezinden hareketle son 20-25 yıldır Yahudi düşmanlığının kaynağının İslam ve Müslümanlar olduğu üzerinde durulmaktadır.

Medeniyet ekseni

Sonuncusu medeniyet eksenidir ki bu eksenin ilk iki eksene göre orta ve uzun vadede Avrupa için en çok tehlike arzeden eksen olabileceğini kestirmek Katolik ve Musevi itikatlar üzerine bina edilmiş bir Avrupa ve Avrupalılar için hiç de zor olmasa gerektir. Avrupa’nın dini ve kültürel mirasına bakacak olursak Avrupalıların bu miraslarına ne derece az sahip çıktıklarını görebiliriz. Hal böyle olunca yeni yetişen Avrupa nesli kendi miraslarından ziyade sosyal hayatlarına sonradan dahil olan islam ve Müslümanlar ile haşır neşir olmaya başlamıştır. Bu etkileşim ise bir taraftan kayıp, diğer taraftan kazanç olarak telakki edilmektedir.

Yazımızın başında ifade ettiğimiz üzere bu etkileşimin neticelerinin 50 veya 100 yıl sonra bize nasıl bir Avrupa manzarası göstereceği gayet açıktır: Avrupa nüfusunun en az dörtte biri Müslüman nüfustan oluşması kuvvvetle muhtemeldir. İçtimai hayatta Müslümanlar her alanda söz ve yetki sahibi olmaya başlayacaktır. Dolayısıyla Avrupa, Yahudi-Hıristiyan-Müslüman bir topluluk haline gelecektir.İşte bu manzarayı görmek istemeyen bazı cenahlar Avrupa’da İslam, Avrupa İslam’ı veya Batı tarzı İslam tartışmalarını başlatmak suretiyle bu etkileşimi nasıl asgariye indirip etkisiz hale getirebiliriz düşüncesindedir.

Bu tezimizi geçerli kılacak elimizdeki delillere bakacak olursak yukarıdaki üç eksen ve ortaya çıkacak üç manzarayı bertaraf edecek politikalardan bahsedebiliriz. Bunlardan ilki Avrupa’nın bir çok ülkesinde Müslüman kadınların birçok kurumda başörtüsü yasağı ile toplum dışına itilmesi; Müslüman erkeklerin iş hayatında ayrımcılığa maruz kalması; genel manada Müslümanlara karşı içtimai hayatın her merhalesinde çifte standart uygulanmasıdır. İkinci olarak, sözde aydınlarca İslam’ın Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi reforme edilerek “güvenlik” gerekçesiyle Kur’an’daki cihad; “antisemitizm” gerekçesiyle de Kur’an’daki Yahudiler ile alâkalı ayetlerin çıkartılmasına dair manifestoyla meseleyi ne kadar önemseyip üstüne gittikleri görülmektedir. Sonuncusu, İslam ve Müslümanlara karşı takınılan tavırdaki tarihsel benzerliklerdir: Yahudi düşmanlığının İslam düşmanlığına devşirilmesi, üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gereken bir husustur.

Vicdandaki din

Peki, nasıl bir İslam isteniyor ? Bütün bu müsteşrik, sosyolog, antropolog, politikacı ve psikanalistlerin üzerinde mutabık kaldıkları çözüm veya yol haritası şudur: Müslümanlar Avrupa’da yaşamak istiyorsa, İslam bir Avrupa dini olmak istiyorsa, 2 bin yıllık Yahudi ve Hıristiyan toplum düzenine göre kendini reforme ederek, yine Batılıların deyimiyle bir Ortodoks İslamı, toplumda alâmet-i fârikası olmayan, hazmedilebilir bir İslam; vicdanlarda ve özel alanda yaşanan bir İslam haline dönüşmek zorundadır.

Cihan şümûl bir din olan İslam ve müntesipleri böyle bir değişimi kabul eder mi? Fıtraten bunun mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Ancak, cihan şümûl ve kıyamete kadar varlığını sürdüreceğine inandığımız bir dini biz 21. yüzyılın Müslümanları olarak nasıl okumalı ve anlamalıyız?

Bunun için tarihsel süreç içinde İslam ve Müslüman imajını tekrar gözden geçirmemizde fayda olacağı kanaatini taşımaktayım. Fransa Eski Kültür Bakanı ve şimdiki Arab Dünyası Enstitüsü Başkanı Jacques Lang bu hususta 12 şubat 2015 tarihinde Humanité gazetesine verdiği bir mülakatta, “Arap dünyası üzerine acilen toplantı, sergi, konferans ve benzeri etkinliklerle tanıtım, keşif, bilgilendirme çalışmaları yapılmalı ki bunlar üzerindeki önyargılar kalksın. Arap dünyasından bahsederken hep şiddetten bahsedip bu dünyanın bize kattığı aydınlanma, sanatsal katkılarını unutmaktayız” demektedir.

Bu tespitten anlaşılacağı üzere, bu sorunlara, Hıristiyan veya Musevî gözüyle bir bakacak olursak: İslâm ve Müslüman tarifinin hiçbir formata uymadığını görmek mümkündür. Buna göre, İslâm ve Müslümanlar bir problematik olarak ortaya konulmakta, bir başka deyişle; İslâm, Avrupa›da, cumhuriyet içinde bir kara kedi gibi algılanmaktadır.

Bunun içindir ki bu ihtiyar kıtada Müslümanların kendilerini kabul ettirebilmeleri noktasında bir hayli ve ciddi çaba göstermek zorunluluğu bulunmaktadır. Netice itibariyle, İslam ve Müslümanların 50- 60 yıldır süregelen Avrupa’daki varlığında Hıristiyan ve Yahudi Batı toplumunda örnek bir Müslüman modeli verebildik mi? Müslümanlar olarak bu soruya cevap verdiğimiz gün İslam’ın kurumsallaşma, yani Avrupalılaşma, Avrupa’nın bir değeri olma yolunda bir adım atılmış olabileceğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde, Batı mirasının temelini oluşturan Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısında Samuel Huntington’un iddia ettiği ‘medeniyetler çatışması’nın önüne geçilemiyeceği aşikârdır. Bu refleks ile Batı dünyası, Endülüs’te olduğu gibi ya Müslümanları kendine benzetip yutacak veya sistematik olarak tanımama, blokaj, sindirme, bıktırıp usandırma ve nihayetinde neşter vurma suretiyle İslam ve Müslüman varlığından kurtulma yollarını arayacaktır.

@ahmedbakcan