Avrupa merkezci tezlerin çöküşü

Ercan Yıldırım / Yazar
20.03.2020

“Küresel Salgın Düzeni” kuran korona, Avrupa merkezci ilkelerin hepsini çökertti. Hele koronanın “laboratuvar mamülü” olmadığına ilişkin araştırmalar artık Avrupa merkezciliğin en bariz tezi olan “doğaya tek taraflı hükmetme” felsefesini tamamıyla sonlandırdı.


Avrupa merkezci tezlerin çöküşü

Ercan Yıldırım / Yazar

Korona virüs ortaya çıkarmadı yalnızca, 2008 sonrasındaki iktisadi ve siyasi gelişmelerin neoliberal düzen ve küreselleşmenin hilafına gelişmesi Avrupa merkezci tezlerin iflas ettiğini gösteriyordu.

Kendi uygarlığını inkar

Korona ile Avrupa kendi “uygarlığını inkar edecek” uygulamalara girişti. Esas mesele Avrupa merkezci tezlerin boşa çıkmasından çok bunu muhaliflerin değil Batı’nın kendi kendine yapması. 2008 krizinden sonra başlayan süreçte zaten siyasi manada bir yıkım uç vermeye başlamıştı; kabul etmek gerekir ki korona aşamaları hızlandırdı, iktisattan psikolojiye, siyasal alandan felsefi düşünceye alt üst olan bir düzen sözkonusu. Burada elbette kavramları belirginleştirmek, anlamlandırmak gerekir.

Çin varoldukça...

Çöken kapitalizm mi, Avrupa merkezcilik mi yoksa Avrupa merkezciliğin savunduğu tezler mi…Çin varolduğu müddetçe kapitalizmin hatta neoliberalizmin kağşamasından söz edemeyiz. İktisadi manada küresel bir bağımlılık zinciri kurdu neoliberalizm; tabii ki üretim gücü yüzünden piyasalar Çin’e bağımlı ama aynı zamanda Çin de ürettiklerini satabilmek için ülkelerin ve piyasaların selametine mahkum! Haliyle çökenin kapitalizm ve Batı merkezcilik olmasından çok neoliberalizm ve küreselleşme olduğu kesin.

Öyle ki bu “bağımlılık zinciri” sadece siyasi ve iktisadi mevzuları küreselleştirmiyordu, kültürden sosyal hayata toplumları ve bireyleri dönüştürecek her etkiyi yeryüzüne ulaştırabiliyordu.

Küresel kültür tam da Avrupa merkezciliğin hayali olarak en geri Afrika ülkelerinden en ileri kıta Avrupası bireyine kadar aynı kültürü “mutlaklaştırıyordu.”

Avrupa merkezcilik modernizmle aslında emperyalizmle, Amerika kıtasının keşfinden sonraki altın ve gümüş temerküzüyle yeni değerler ve anlam öbekleri de kurdu... Bunları evrenselleştirmek için kendi ileri teknolojisini, askeri gücünü mikyas tuttu; kendi uygarlığını ve elbette “ırkî” bakımdan üstün insanını öncü, çalışkan, akıllı, pozitif ilme yatkın, teknoloji geliştiren, sanata ve estetiğe eğilimli, en güzeli-yüceyi-ileri olanı üretebilen, yetenekli görürken dünyanın geri kalanını tembel, miskin, yeteneksiz, asalak, ruhen-ilmen-estetik-ahlak bakımlardan geri diye kodladı.

Halbuki estetik, ahlak, güzel, yüce gibi kavramlar ileri – geri gibi maddi donelerle belirlenmezdi. Avrupa merkezcilik zaten en çok “terakki” kavramıyla varlığını kabullendirdi; Batı, değerleriyle öyle bir dünya kuracaktı ki “kimse arkasına bakmayacak”, sürekli ileri gidecek, geleneği ve tarihi unutacak, “yaratılan yeryüzü cenneti”nde başka arayışlara girişmeyecekti.

Bir ara Türk modernleşmesi de “terakki”ye mutlak inançla bağlandı; geleneği, İslam’ı unutmak istedi, olmadı tabii, aynen Batı’nın da Hristiyan hatta pagan köklerini terk etmediği gibi. Avrupa merkezci bu ilerleme zaman zaman dünya savaşlarındaki gibi çok zayiatlar verdi, çok aksadı, çok kan akıttı. Kimse inanmasa da teknoloji, bilim ve sanayiinin sunduğu imkanlar demokrasiyi, özgürlük, insan hakları gibi anlayışları öteki milletlere sevimli kılabiliyordu.

Kuş gribi, ebola, domuz gribi, Sars aynı etkileri göstermese de “Küresel Salgın Düzeni” kuran korona Avrupa merkezci ilkelerin hepsini çökertti. Hele koronanın “laboratuvar mamülü” olmadığına ilişkin araştırmalar artık Avrupa merkezciliğin en bariz tezi olan “doğaya tek taraflı hükmetme” felsefesini tamamıyla sonlandırdı.

İlk etapta, temizlik, eve kapanma, insanlardan uzaklaşma tedbirleri dışında bilimin, teknolojinin çare bulamadığı korona, doğanın modernizme, Aydınlanmaya, doğayı araçsallaştıran insanoğluna bir hurucuydu.

Darwin’e, PreModern’e dönüş

Modernizm insanlara uzun bir ömür vaat etti… Thomas Malthus nüfusun geometrik artarken gıdanın aritmetik artmasının dengesizlik yaratacağını söyleyerek demografik dengelemenin gerekliliğini dile getirdi. Charles Darwin Malthus’ten esinlenerek doğal seleksiyonu; güçlü olanın ayakta kalacağını böylece genlerin sağlıklı aktarım yapabileceğini teorileştirdi. Bir yönüyle iki kuram da ulus devletlerin yer kapmasında etkili oldu. Bir tarafta mutlak, sınırsız, bireysel özgürlük, sağlıktaki buluşlarla hastalıklara karşı koyma ütopyası öte tarafta farklı türden yıkımlar derken korona ile tüm Avrupa merkezci tezler yerle bir oldu.

Korona tüm sınırları, milliyetleri, koruma kalkanlarını aşarak insanları aynı anda, aynı biçimde korkutan eden en güçlü tehdit. Belki de şu ana kadar dünya savaşları dahil hiçbir güç kutuplardan çöllere kadar herkesi varoluş çıkmazına sokmamış, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakmamıştı.

Dünyada insanların alabildikleri en güçlü tedbir “eve kapanma” yani izolasyon, tecrit, kendi kendini karantina. Halbuki Avrupa merkezci modernite “insanı evinden çıkarmanın” gururunu yaşıyordu. Tekrar eve dönüşü getiren Küresel Salgın Düzeni, aynı zamanda modernin açtığı hayat tarzlarını da iflas ettirdi; dışarıda yeme, içme, geç vakitlere kadar vakit geçirme ve evi yalnız otel gibi kullanma tutumu tersine çevrildi.

Bilgisayarını alıp kafelerde çalışanlar yasaklar nedeniyle eve dönerken evde bile dışarıdan yemek söyleyenler kendi hazırladıklarını tüketmeye, bağışıklık sistemini güçlendirmek için “her şeyi” yemeye başladı. Pek çok etkinliğin durdurulması, sokak karnavallarının iptali, Paris’te Şirinler buluşmasına tepki duyulması, dışarıda yaşamayı seven İtalyanların balkon konserleri bir yanıyla “büyük kapatılma” diye yorumlansa bile aslında “eve dönüş” de içeriyor. Tabii “insana temas”ın yasaklanması yalnız zaman-uzam aidiyetinin yeniden kurulmasını getirirken bir yanıyla da dijitalleşen ilişkilerin sahiden dijital kanala sıkışmasını da zorluyor.

Kapatma, gözetleme, hegemonya…

Şimdiye kadar liberal demokrasi “yasaklama” yerine bireysel gerçekleştirimi ve öznenin aktivitesini söylem bazında dillendiriyordu. Premodern toplumların otoriterliğinden farklı olarak dünya sistemi hegemonyayı tesis etti. Tahakkümü ideolojik aygıtlarla yerine getiren ulus devletler ve küresel kapitalizm, salgınlarla, neoliberal siyasallığın sonlanmasıyla yeni bir “Leviathan” peşinde... Fransa Cumhurbaşkanı Macron kendilerinin sınır kapatmayacağını söylemesine rağmen bir anda ülkesini ve insanlarını evlere “asker marifeti” ile yani militarizmle davet etmesi küreselleşme ve liberal geçirgenliğin virüsleri rahatlattığını kabul etti. Bu bakımdan seyahat, turizm bireyin en temel hakkı biçiminde Avrupa merkezci vaatlerin arasına yerleşirken aynı zamanda ulaşım ve iletişim vasıtalarının hızlanmasıyla bunu rahatça gerçekleştirdiğinden modernizm kendini üst bir konuma da yükseltmişti. Halbuki korona, yeni salgın düzeni serbest dolaşıma, turizme hatta küresel ticarete bile neredeyse izin vermiyor. Küresel dolaşımdaki tek ürün şimdilik sadece korona! Dolayısıyla uçaktan en konforlu turist gemilerine kadar tüm araçlar bir anda boşa çıktı. Michael Foucault’nun kapatma, Antonio Gramsci’nin hegemonya, Zygmunt Baumann’ın Akışkan Gözetim dediği hususların tümünün hem kapitalizme ve modernizme hem Thomas Hobbes’cu Leviathan geleneğine de yaslanan ulus devlet pratiğine dayanması ciddi bir totalitarizmi de doğuracak. Belki de yalnız karar vericilerin değil toplumların beklentisi de daha çok toplumdan daha çok devlete evrildi… böylece radikal demokrasinin koronayı geometrik yayan gevşekliğinden uzak durmak ontolojik emniyet sahasını güçlendirdi.

Avrupa merkezci bireysel ve toplumsal mutlak özgürlük tezi, otoriter, totaliter devlet aygıtı eleştirisini Batı dışı toplumlara yapan modern görüş iflas etti.

Hele Çin’de yaşanan drone ile sokakta gezenleri uyarı, bazı telefonların sahibinin durumunu “merkeze” ikaz etmesi, termal kamera, sokakta kimin nasıl nefes aldığını, öksürdüğünü, hapşırdığını Büyük Göz ile sıradan insanların bile “takip” etmesi “başkasının özgürlüğünü tehdit etmediği sürece” diyen klasik hürriyet tanımına evriltti. Burada ilginç bir tartışmaya İstisna Hali yazarı Giorgio Agamben ile Jean Luc Nancy arasındaki muhavereye değinmek gerek… Agamben’in, devletlerin koronayı fırsat bilip “istisna halini işletip” büyük kapatmayı gerçekleştirdiği eleştirilerine yine Özgürlük Deneyimi’nin sahibi Nancy’nin salgın için kapanmanın gerekliliği ikazı asıl istisnanın hangi hallerde gerçekleşebileceğine dair tecrübi ve pratik bir itiraz.

İngiltere ile birlikte “sürü bağışıklık” sistemi uygulayan Avrupa ülkeleri, mutlak özgürlük fikrini dinamitlerken bir bakıma hem Darwinciliği hem Hitler’in “sağlam gen”lileri yaşatma sistemini de yeniden uyarlıyordu. Burada elbette yaşlıların psikolojisi de mühim. İngiltere’nin sürü bağışıklık sistemi bir bakıma yaşlıları gözden çıkarma demekti; buna İtalya’da üç yüz yoğun bakım ünitesine karşın üç bin hasta arasından “seçme” tavrını da eklemek gerekir. Eşitlik, müsavilik koronanın belirginleştirdiği Küresel Salgın Düzeni ile beraber çöktü. Herkese aynı imkanları sunamayınca “ayrımcılık” bir kurtuluş haline geldiğinde ister istemez Foucault’nun biyo-politikasının yeni bir versiyonu devreye girer. “Kurtarılan”ların, korona tedavisinde tercih edilenlerin sisteme mensubiyeti eskisinden daha fazla olacaktır kuşkusuz; “itaatkâr bedenler”i yeniden üretebilir belki Avrupa Uygarlığı! Bu biraz Heideggervari “saf tin”i arayan “disiplinli” Almanların “hazırlıksız yakalanması”nı da izah edebilir!

Şeffaflık ulusal tehdide karşı

Avrupa merkezci düşünce gelenekselden ve ötekilerden farklı olarak cehaletle savaşı öne çıkarır, eğitimdeki gücüyle varlığını devam ettirir. Korona okulları kapattığı için en azından mekan bazında modern böbürlenmeleri bitirdi; Küresel Salgın Düzeni bir anlamda “uzaktan eğitimi” dayatacak gibi görünüyor. Dijital eğitimin kitlesel etkisi gelecekte görülecek. Koronanın ortaya çıkardığı eşitlik ve adalet arayışları kendini eğitimde nasıl gösterir bu bilinmez fakat “herkese sağlık” sunma idealindeki Uygarlık’ın en azından kendi toplumuna cömert olmadığı da anlaşıldı. Anglo Sakson toplumlarda, ABD ve İngiltere başta, İtalya, Almanya, Fransa’da sağlık sisteminin neredeyse “bulunmadığı” gerçeği Avrupa merkezciliğin en sert kapitalizmi uyguladığını ortaya koydu. “Parası olanın” korona testi yaptırıp kurtulabileceği de yine Avrupa merkezciliğin bir başka göstergesi.

ABD’de “yalnızca ünlülere kit var” açıklaması bir zihniyeti yansıtırken Trump’ın çıkmazı da burada belirginleşti. Toplumun alt kesimindekilerin desteğini alan Trump’ın hiçbir sağlık güvencesi bulunmayan 25 milyonu teorik olarak ölüme mahkum etmesi aynı zamanda Trumpizmin de sonunu getirebilir. Hoş, “parası olanların” da kendini rahatlıkla kurtaramadığı Küresel Salgın Düzeni bu manada bir müsavat getirse de korona aynı zamanda Avrupa merkezci sağlık ve bilim ütopyasını da söndürdü.

İlk etapta ve aylar geçmişken aşının, ilacının bulunmaması bilimin ve tıbbın sorunları kısa sürede giderebilecek düzeyde olmadığını ortaya koydu. Zaten kapitalizmin de her versiyonuyla “açığa düştüğü” bu süreçte görüldü; zaten rekabetçiliği bitiren kapitalizm, aşırı kâr psikozuyla 2008 krizinden sonra toplumlarla, ulus devletlerle karşı karşı gelmişti. Verimliliği zirveye çıkarsa da korona düzeniyle anında tedarik zincirinde çatlaklar belirmeye başladı. Yeni Küresel Salgın Düzeni’nde, yeni makinelerin, yeni teknoloji, bilgi, bilim ve emek biçimlerinin doğacağı şimdiden kendini gösterdi.

Sürecin kapitalizme mi küreselleşmeye mi darbe vurduğu tartışılır, fakat adeta kapitalizmin ütopyası olan küresel iktisadın bu süreçte aynen devam edeceğini fakat buna karşın yeni bir ulus devlet mantığına geçeceğini, yeni bir Westfalia düzeni tesis edeceğini, sınırların daha katı savunulacağını ortaya koyuyor. İtalya’nın, Sırbistan’ın AB yardımını alamamasına devlet başkanları düzeyinde getirilen eleştiri, siyasal dönüşümün işaret fişeği mahiyetinde… Avrupa merkezciliğin en güçlü burçları şeffaflık, küresel entegrasyon, dijital vatandaşlık, dünya vatandaşlığı, AB içinde erime, liberal demokrasi, mutlak özgürlük bu süreçte bir bir yıkıldı. Devleti küçültme, neoliberal dünyanın teziydi, şimdi 2008’de başlayan güçlü devlet retoriği neo faşizme evrilecek dozda.

Yeni anlam yaratan kazanır

“Umut vermek dinin görevi bilimin değil” diyen Paul Feyerabend’e karşın insanlar belki biraz daha sekülerleştikleri için yine bilime, tıbba umutlarını bağlamış durumda. Pagan ve teolojik, metafizik her tür etkiyi korona salgınında göz ardı etmeye meyyal bir “dünya vatandaşlığı”, Müslüman aleminde de etkinlik gösterdi. Avrupa merkezciliğin rasyonalitesi, pozitivizmi, hukuk ve adaletin her şartta ikamesi, mutlak özgürlük, etik tutumun vazgeçilmezliği pek çok katliamda, fiili köleliğin yanında kapitalist köleleştirici emek anlayışında, savaşlarda olduğu gibi bu koronaya bağlı Küresel Salgın Düzeni’nde de çöktü.

Protestan ahlakının “Bu dünyada kazanan öteki dünyada da kazanır” felsefesi kapitalizmi Batı için meşrulaştırmıştı; artık Avrupa merkezci söylem yeni bir anlam, yeni değer yargıları üretemiyor.

Küresel salgınların farklı versiyonlarda yeniden tekrarlanacağı düşünülürse insanlığın yeni bir felsefeye geçeceği de muhakkak. Sadece “hayatta kalma”nın anlamlı hale gelebileceği bu salgın düzeninde Avrupa merkezci ilerleme ilkesi de yeniden Ortaçağ salgın psikolojisine dönüşle etkisini yitirdi. İnsanlık terakki ettikçe, teknik, teknoloji, bilim yenilendikçe hastalıkları bitirmiyor, kendi dönemine özgü yeni hastalık türleri “icat ediyor.” Kanserden, koleradan, sıtmadan, hiv’den ölenlerin sayısındaki yükseklik ilerledikçe aynı kalmanın felsefesini anlatıyor yalnızca. Kapitalizmin yeryüzü cenneti ütopyasının distopyalaşmış halini yaşıyoruz; Avrupa merkezci dünya insana ontolojik güvenlik alanı sağlamıyor artık…

Varoluşu dinginleştirmiyor, dalgalı huzuru da sürekli kaygıya, endişeye, korkuya evriltti, travma, depresyon, stres bozuklukları insanlığın normaline geldi.

Kapitalizm şimdiye kadar “daha iyi bir dünya”, “yeryüzü cenneti” kurmadı, sadece, “insanlara istedikleri tatmini”, “arzularının karşılığını” vererek var kalabildi. Fakat artık o tatmini de karşılayamıyor; bir tatmine karşı üç hayal kırıklığı çöküşün göstergelerinden.

Korona ve yeni Küresel Salgın Düzeni, Avrupa merkezci ideallerin, söylemin sürdürülemeyeceğini, tatmine bağlı yarattığı anlamların da manasızlaştığını ifşa etti; fakat başta İslam ve Müslümanlar olmak üzere dünyada hiçbir din, medeniyet kalıntısı, millet yeni bir anlam ve değer üretebilecek iradeyi gösteremiyor!

Müslümanlar, Türkler İslam’ı, bilkuvve tecrübeyi, Asr-ı Saadet ve Kerim Devlet pratiklerini bilfiile çevirebilirlerse dünyayı yeniden anlamlandırabilirler!

@Ercnyldrm1