Avrupa seçimleri ve yükselen düzen karşıtlığı

Alp Cenk Arslan/ Analist
31.03.2019

AB üyesi ülkelerde giderek etki kazanan düzen karşıtlığı ve buna yönelik bütünleşme adımları arasında bir kavga söz konusu. Mayıs ayındaki AP seçimlerinin bu kavganın bir sonraki sahası olacağı aşikar. Seçimlerin AB için birleşik Avrupa idealini sarsan Brexit’ten sonraki en önemli sınavlardan biri olacağı söylenebilir.


Avrupa seçimleri ve yükselen düzen karşıtlığı

Avrupa Birliği (AB) temel kuruluş niyetleri ve ilkeleri bağlamında insani değerler üzerinden ortak refahı sağlamak adına bir ekonomik birliktelik tasar-ladı. Bunu 1987’den 2007’ye giderek ilerleyen bir siyasal bütünleşme izledi. Zamanla nitelikli oy çokluğuyla karar alma mekanizmasına kavuşan Avrupa Parlamentosu (AP), Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’ndan beri Birliğin en fazla güç kazanan kurumlarından oldu. 2007 Lizbon Antlaşma-sı’yla birlikte AP’ye Birliğin yürütme organı olan Komisyonun Başkanını seçme ve AB bütçesini onaylama yetkileri verildi. Şüphesiz AP’ye zamanla tanınan bu yetkiler seçmen kararının demokratik şekilde AB siyasetine etki etmesi amacını taşıyordu. Ancak yakın tarihte parlamentoda yükselen etkili sesler Avrupa birlikteliğini savunanlardan çok, Avrupa düzeninin karşısında yer alan aşırılıkçı veya avro-şüpheci siyasetçi ve gruplardan geldi. Bugünkü noktada demokratik bir birliktelikten ziyade iç çatışmalarıyla zayıflayan bir Avrupa ve kurumlarıyla karşı karşıyayız. Bu doğrultuda 23-26 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek AP seçimleri arefesinde AB’nin ve üye ülkelerinin içinde bulundukları durumu iyi tanımlamak gerekiyor. Zira Mayıs seçimlerinden sonra oluşacak AP’deki vekil dağılımı, üye ülkelerde yükselmekte olan sağ ve sol popülizm dalgasını yansıtarak Birliğin çatı kuruluşlarından birinde düzen karşıtlığının güçleneceğine işaret ediyor.

Karşıtlık neden yükseliyor?

Avrupa’da Birlik yanlısı siyasetin etki üstünlüğünü düzen karşıtı hareketlere bırakmasının en önemli sebeplerinden biri üye ülkelerdeki iç siyasal çalkantılar ve kriz yönetiminde başarısızlık gösteren politikacılar nedeniyle merkez partilerdeki zayıflama eğilimleri oldu. 2017 Fransa Cumhurbaş-kanlığı ve parlamento seçimi bu trendin en önemli örneğiydi. Uzun yıllar Fransız siyasetinde varlık gösteren merkez partiler güçten düşüp, aşırı sağ ve sol güç kazanırken istikrarı sürdürecek bir figür olarak küreselleşme yanlısı Emmanuel Macron ve yeni partisinin desteklenmesi, AB üyesi diğer ülke-lerde de yıllardan beri süregelen gelenekselleşmiş merkez siyasetten bir kopuş olacağı alarmını taşıyordu. Fransız seçmenlerin Macron’u ezici bir çoğun-lukla Fransa Cumhurbaşkanı olarak seçmesinin ardındaki motivasyon kendisine duyulan güvenden ziyade karşısındaki AB’de düzen karşıtı aşırılıkçı aday Marine Le Pen’in Cumhurbaşkanı olmamasıydı. Geleneksel merkez partilerdeki bu gerileme Avrupa’nın diğer ülkelerinde de bir patern olarak kendisini gösterdi. Aynı şekilde 2016’dan beri istikrarsız koalisyon hükümetleriyle yönetilen İspanya’da güç kazanan solda Podemos, sağda Ciuda-danos, daha sağdaki Vox gibi yeni partiler bugün ülkenin siyasetinde belirleyici olabilecek durumdalar. Diğer yandan Almanya’da Euro ve göçmen karşıtı Almanya İçin Alternatif partisi ve alternatif sol söyleme sahip Yeşiller’in oylarındaki artış geleneksel partiler olan Sosyal Demokratlar ile Hıris-tiyan Demokratlar’da moment kaybına sebep oluyor. Geleneksel siyasi partilerin daha erken bir dönemde etkilerini yitirdiği İtalya ise Haziran 2018’den beri popülist ve göçmen karşıtı söyleme dayalı siyaset üreten 5 Yıldız Hareketi ve Kuzey Ligi Partisi koalisyonu altında yönetiliyor.

Bugün Avrupa’nın doğusunda da düzen karşıtlığının siyasal iktidara evrildiğini belirtmek gerekir. Doğu Avrupa’da özellikle Polonya ve Macaris-tan’da görülen bu tablonun arka planında 2008 küresel ekonomik krizinin etkileri ve Suriye krizinin sonucu olan göç akımının AB kurmayları tara-fından yönetilememesi gibi etmenler yatıyor. Bu doğrultuda AB üyeliği sırasına giren Balkan ülkeleri bir tarafa, bugünün Doğu Avrupa ülkelerinde düzen karşıtlığı ve revizyonizm noktasında Batı ülkelerindeki aşırılıkçılarla aynı motivasyonlara sahip popülist siyasetler göze çarpıyor. Son 10 yılın krizleri sürecinde Avrupa “eurocratlarının” ulusal iktidarların uzlaşısını ikinci plana atarak Brüksel merkezli politikaları üye ülkelere dayatması refah sahibi ülkelerde bir güç mücadelesi olarak kendini gösterirken, Doğu Avrupa ülkelerinde dışlanma hissiyatına sebep olmuş gibi görünüyor.

Birleşik Avrupa kurtulur mu?

Yükselen ulusçu dil ve aşırılıkçılar da dahil revizyonist hareketlerin düzen karşıtı sınamaları devam ederken, Ocak ayında Fransa Cumhurbaşka-nı Emmanuel Macron ve Almanya Başbakanı Angela Merkel Aachen Antlaşması’nı imzalayarak bütünleşmeyi savunan bir gövde gösterisi yaptı. Merkel’in “Böyle zamanlarda dayanıklı, açık, net ve ileri görüşlü yanıtlara ihtiyacımız var” sözleriyle nitelediği antlaşmayla iki ülkenin AB’yi ilgi-lendiren konularda ortak pozisyon alması ve BM’de tartışılan meselelerde tek bir güç olarak hareket etmesi amaçlanıyor. İmzacılar özellikle ABD Başkanı Trump’ın Avrupa’ya karşı söylemleri sonrası AB’yi uluslararası arenada otonom hareket edecek bir hale getirmeye çalışıyor. Fransa ve Al-manya’nın bu girişimleriyle “yeni özgür dünyanın” liderliği iddiasında bulunduklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Zira geçtiğimiz günlerde bu birliktelik iki ülkenin parlamenterlerinden oluşan ortak bir danışma meclisiyle pekiştirildi ve ulusüstü bir politikanın hala varolabileceği mesajı verildi. Ancak gerek antlaşmanın imzacısı iki ülkenin iç politikalarındaki sorunlar, gerekse AB içinden gelen muhalefet düşünüldüğünde, bu girişimin ne kadar sağlıklı olacağı konusundaki soru işaretleri artıyor. Girişime verilen tepkilerden en önemlilerinden biri İtalyan hükümeti koalisyon ortaklarından göçmen karşıtı Kuzey Ligi Partisi’nin lideri ve İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini’den gelmişti. Salvini “Fransa-Almanya eksenine İtalya-Polonya ekseniyle karşı çıkmanın zamanı geldi” açıklamasını yapmış, AB’de düzen karşıtlığının ülkeler arası ittifaklar şeklinde de örgütlenebileceğine yönelik bir ipucu vermişti. Salvini’nin 2018 Ekim’inde Fransız aşırı sağcı Le Pen’le bir görüşme gerçekleştirmesi ve bu görüşmede ortak bir “Avrupa Özgürlük Cephesi” kurulması önerisini de bu haneye yazmak gerekiyor.

İç siyasetteki sorunlar da iki ülkenin liderlerinin çabası haricinde bu birlikteliğin kurumsallaşmasına engel oluyor. Fransa’da altı aydır devam et-mekte olan Sarı Yelekliler protestoları Cumhurbaşkanı Macron’un seçilmesinden bugüne giderek düşen kamuoyu onayına önemli bir darbe vurdu. Macron’un AB’yi önceleyen kişiliğinin böyle bir taban hareketiyle hedef alınması ve bu hareketin diğer ülkelere de sıçrayabileceğine yönelik düşünce-ler Avrupa’nın düzenini tehdit ediyor. Fransa’nın AB düzeni karşıtı politikacıları da durumu araçsallaştırıyor. Protestoların yarattığı etkiyi kendi siyasi ajandasına eklemleme gayretindeki aşırılıkçı Ulusal Birleşme Hareketi lideri Marine Le Pen Sarı Yelekliler’e seslenerek “taleplerini AP seçimlerini Macron için referanduma dönüştürerek ortaya koymalarını” istemişti. Almanya’da ise Suriyeli göçmenlere yönelik politikasını iyi yönetemeyip çeşitli eyalet seçimlerinde ağır oy kayıplarına uğrayan Merkel Hıristiyan Demokrat Parti başkanlığından çekilmiş, 2021 yılındaki genel seçimde Şansölyeliğe aday olmayacağını açıklamıştı. Halefi Annegret Kramp-Karrenbauer’in her ne kadar aynı siyasi görüşlere sahip olduğu görülse de Merkel sonrası Almanya’nın nasıl bir siyaset izleyeceğinin kestirilememesi Aachen Antlaşması’nın istikrarına yönelik şüpheleri artırıyor.

Yeniden devletleşme 

AB’nin güney ülkelerinden İtalya ve İspanya’da yeniden devletleşme pratiklerine dönüş ortak bir patern olarak gözlemleniyor. İtalyan popülist hükümetinin 2018 sonunda AB’yle yaşadığı bütçe krizi bunun en önemli örneklerinden. İtalya son olarak AB’yle bir uzlaşıya varmış olsa da Birlik politikalarını önemli ölçüde sınamış görünüyor. Elbette koalisyon partileri üç ay süren bütçe krizini kamuoyunda destek artırma amacıyla siyasileştire-rek Brüksel ve Roma farkına gitmişti. Koalisyon ortaklarından 5 Yıldız Hareketi lideri Luigi Di Maio “Bu Brüksel’de değil Roma’da yazılan ilk bütçe” sözleriyle bu tabloyu yaratmış, Birliğin ulusların çıkarını değil Brüksel’deki eurocratların çıkarlarını öncelediğini savunmuştu. Bu bağlamda anketlerde oylarını artıran koalisyon partilerinin AP seçimlerinde de temsilci sayılarını artıracakları öngörülüyor. İspanya’nın Katalonya bağımsızlık krizine sert müdahalesi de bir diğer yeniden devletleşme adımı olarak değerlendirilebilir. İstikrarsız koalisyon hükümetleri ve Katalan partilerin merkezi hükümet bütçesini kilitlemesi sonucu Nisan’da erken seçime gidecek İspanya’da genel kanı Katalan krizinden beslenen aşırı sağcı Vox Partisi’nin oylarını yükselteceği şeklinde. Vox’un Nisan’da alacağı muhtemel başarılı bir oran Mayıs’ta AP seçimlerindeki ivmesini artırabilir.

Bu tablo AB üyesi ülkelerde giderek etki kazanan düzen karşıtlığı ve buna yönelik bütünleşme adımları arasında bir kavga olduğunu gösteriyor. Mayıs ayındaki AP seçimlerinin de bu kavganın bir sonraki sahası olacağı aşikar. 2019 AP seçimlerinin AB için birleşik Avrupa idealini sarsan Brexit’ten sonraki en önemli sınavlardan biri olacağını söylemek çok da yanlış olmayacaktır.

@cenkarslan