Avrupa siyasetinin sınırları

Doç. Dr. Bünyamin Bezci Sakarya Üniversitesi
3.06.2017

Siyaset felsefesinin en önemli ayrımlarından bir tanesi Kıta Avrupası düşüncesinin farklılığının altının çizilmesidir.


Avrupa siyasetinin sınırları

Gerçekten siyaset felsefesindeki bu ayrıma denk gelen bir siyasi strateji farklılığı da var mıdır? Son günlerde Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Trump’ın Amerikasına ve AB’den ayrılmak isteyen İngiltere’ye karşı güvensizlik belirten sözleriyle tekrar su yüzüne çıkan bir farklı politik tahayyüller mümkün müdür? Yoksa Almanya Prostanlarının meşhur Kiliseler Gününde Berlin’de halk önünde beraber poz verdikleri Obama’nın Amerikası, Avrupa siyasetinin bir devamı mıdır? Bütün bu soruları hemen cevaplamak zor olsa da bu sorulardan yola koyularak bazı konuları anlaşılır kılmak olanaklıdır.Yaklaşık üç yıl önce ABD istihbaratının NSA yoluyla Almanya’yı ve özellikle Merkel’i dinlediği Snowden tarafından ortalığa saçıldığında Almanya’nın tepkisi dostların birbirini dinlemeyeceği yönündeydi. Hatta sonrasında Almanya’nın Türkiye’yi dinlediği ortaya çıktığında NATO partneri olan iki ülke arasında da kısa sureli bir kriz baş göstermişti. Dahası Alman hükümet yetkilileri el altından pişkince Türkiye’nin müttefik ama dost olmadığı mesajlarını verebilmişti. Açıktan ise Türkiye’nin politikaları ile uzlaşmaşlık içinde olduklarını ve yükselen Türkiye’nin siyasi etkisi karşısında tedbir almak zorunda olduklarını itiraf etmişlerdi. Hatta Alman Yeşiller Partisinden Cem Özdemir Türkiye’yi dinlememek sorumsuzluk olurdu diye hükümete açıktan destek vermişti.

Her ne kadar Merkel o gün ABD’nin güvensiz tavrı karşısında hayal kırıklığına uğrasa da Türkiye konusunda mahcubiyet de yaşamamıştı. Bu iki olay aslında bize Kıta Avrupası siyasetinin sınırlarını gösterme yeteneğine sahiptir. Kıta Avrupası bir taraftan Atlantiğin batı yakası ile dengeli ve yakın ilişkiler talep etmekte diğer taraftan da kendi politik sınırlarını Balkanlardan daha doğuya kaydırmamaya çalışmaktadır. Kıta Avrupa siyasetinin beklentilerinin tersine Trump sonrasında Atlantiğin diğer yakasından Avrupa siyasetine hiç de olumlu sinyaller gelmemektedir. İklim değişikliğinin engellenmesine dönük rasyonel Kıta Avrupa zihninin ABD siyasetinde karşılık bulmaması bu uzlaşmazlığın en önemli göstergelerden biri sayılabilir. Diğer taraftan Avrupa siyaseti en büyük bütünleşik güçlerinden biri olan İngiltere’yi de kaybetmek üzeredir. Dahası uzun zamandır ambargoyla terbiye etmeye çalıştıkları Rusya konusunda da içerideki çatlaklar büyümektedir.

Behemont ve Leviathan’in mücadelesi

Kıta Avrupa felsefesi Alman felsefesi ve ona karşı tepkisel ve tamamlayıcı görev üstlenen Fransız felsefesinin bir karışımıydı. Bu felsefenin ikincil tartışmalarını da İtalyanlar ve Orta Avrupa yapmıştı. Bugün Avrupa siyasetinin stratejisi de farklı işlememektedir. Siyasal olanı Almanlar belirlemekte, Fransa tepkisini göstermekte ve İtalya/İspanya ile Orta Avrupa belirlenen siyasetin peşine takılmaktadır. Fransa’da Cumhurbaşkanlığının güçlü adayı Le Pen ironik bir şekilde ülkesini mutlaka bir kadının yöneteceğini söylerken açıktan kendisi ile Merkel arasında bir seçimden bahsetmekteydi. Almanya’nın Avrupa siyasetindeki belirleyiciliği aslında siyasal olanın kendisini sınırlamaktadır. Tevrat’tan bildiğimiz kara canavarı Behemont ile deniz canavarı Leviathan arasındaki mücadele bir kez daha başlamak üzeredir. İkinci Dünya Savaşı’nda sadece faşist İtalya’yı yanına çekebilen Almanya bu kez son virajlarda yan çizmezse Fransa’yı da kendi siyasetine ram kılmayı başarabilmiş gözükmektedir.

Güçlü bir üretim ve ticaret hacmiyle desteklenen Avrupa siyasetinin en büyük sınırlılığı da ekonomik bağlamda derinleşmektedir.

ABD ekonomisinin bilişim sistemleri üzerinden ulaştığı yeni büyüklükleri sadece konvansiyonel sanayi üretimine dayanarak yakalamak mümkün gözükmemektedir. Dahası halen sahip olunan üretim ve ticaret hacminin çeşitlenen dünya üretici güçleri arasında korunup korunmayacağı da açık değildir. İnşaat, kimya, otomativ ve makina alanında güçlü olan bu tür konvansiyonel sanayinin en rafine çıktısı ve aynı zamanda girdisi nükleer enerjiydi. Nükleer enerji dahil bütün konvansiyonel sanayi alanları rekabetin kızıştığı alanlar haline gelmiştir. Bu kadar rekabete sömürgeci Avrupa ekonomisi dayanmakta zorlanacaktır. Dünyanın yeni üretim güçleri olan Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelere Meksika, Türkiye ve Endonezya gibileri katılmakta diğer taraftan Rusya gibi üretim güçleri de yeni nesil yolcu uçağı üretiminde olduğu gibi köhnemiş ekonomisini yeniden yapılandırmaktadır. Bugüne kadar Atlantiğin batısından aldığı güvenlik desteği ile ekonomik mucizeler yaratamamış olan Avrupa siyaseti hem doğudan hem de batıdan sıkışmaktadır.

Kıta Avrupası AB dolayımıyla bir türlü kuramadığı orduyu Almanya önderliğinde daha sınırlı bir bağlamda realize etmeye çalışsa da NATO’daki sorumluluklarını hatırlatan ABD karşısında tercihi açıklamak zorunda kalma tehlikesi altındadır. Şimdiye kadar biraz da güvenlik konularında rahatlık Kıta Avrupasının ekonomiye odaklanmasını mümkün kılmıştı. Fakat güvenlik konularında daha fazla önlem almak zorunda kalan bir Avrupa’nın diğer konulardaki fokusu da zayıflayacaktır. Dahası son yıllarda yaşanan göç dalgalarının yarattığı sosyo-ekonomik huzursuzluğa terör de eklenince Avrupa’yı zor günler beklediği aşikardır.

İkinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa için uzakta olan öteki/düşman, savaş sonrası piyasanın yarattığı özgürlük ortamından yararlanarak Avrupa’nın bir parçası olmuştur. Kendi içinde kavimsel kavgalara, mezhepsel mücadeleye ve ulusal savaşlara alışkın olan Avrupa siyaseti Kant’ın hayalini kurduğu evrensel ebedi barışı en azından Avrupa içinde realize etmişti. Fakat ekonomik ve siyasi göçlerin yarattığı yeni karmaşık ve çok kültürlü toplumsallık Avrupa’ya beraberinde güvenlik zaafiyetlerini de taşımıştır. Bir taraftan Avrupalıların iş güvenliğini tehlikeye attığı düşünülen göçmenler, diğer taraftan da yeni şiddet dalgalarının müsebbibi olarak görülmektedir. Avrupa halklarında biriken göçmen karşıtlığını siyasiler de takip etmek zorunda kalmaktadır.

Avrupa burjuva-bürokratik rasyonalitesine bıraksak ekonomi için vazgeçilmez olan yeni göçmenlere karşı halklarda biriken tepkiyi siyasilerin kontrol etmeye çalışması aynı zamanda tehlikeyi de büyütmektedir. Zira hakların tepkisini de seçimlerde hesaba katmak zorunda kalan Avrupa demokrasisi çok kültürcü söylemlerinden çoktan vazgeçmiştir. Kendi içindeki aşırı sağ populist söylemleri aşmaya çalışırken bizatihi ayrımcı söylemleri içselleştirmektedir. Sandıkta başarılı gözüken aşırı sağa karşı Avrupa çok kültürcülüğünü koruma kaygısı söylemsel düzlemde iflas etmiştir. Bugün Avrupa merkez sağı, neredeyse tamamen aşırı sağ söylemlere sahiplenerek ırkçı partileri sandıkta başarısız kılmaya çalışmaktadır. Thatcher’ın 80’lerin başında kendi milliyetçilerine karşı onları da anladığı bağlamında masumane tavizi bugün her Avrupa seçiminde kendini gösteren ayrımcı sloganların sıradanlaşmasına varmıştır.

Tarihsel düşmanlık ve Erdoğan miti

Avrupa siyaseti kendi içindeki farklılıkları dışlayarak aslında bindiği dalı kesmektedir. Bir taraftan bu tür dışlama politikaları Avrupa’daki terörü beslemekte diğer taraftan da Avrupa’ya gelebilecek olan nitelikli göçü engellemektedir. Avrupa’nın ayrımcı politikalarından nitelikleri dolayısıyla çabuk kaçabilenler ayrılırken geriye kalanların önemli bir kesimi sorunlu toplumsallıklar olmaktadır. Diğer taraftan Avrupa’yı tercih eden göçmenlerin önemli bir kesimi de nitelikli değildir. Amerika halen nitelikli göçmenler için efsanevi bir fırsatlar ülkesidir. Avrupa ise savaştan kaçan Suriyeliler, fakirlikten kaçan Afrikalılar ve daha zengin olmak isteyen Doğu Avrupalılar ile dolmaktadır. Ekonomik olarak bakıldığında bu göçmenlerin ancak ikinci nesillerinden olası verim alınabilir. Bu ise uzun ve masraflı bir süreç olarak Avrupa siyasetini sınırlamaktadır.

Avrupa siyasetinin sınırlılıklarını aşma çabası ise bir başka açmazı beraberinde getirmektedir. O da Avrupa siyasetinin etik sorunudur. Siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlarını aşmaya çalışan Avrupa bizatihi kendi yarattığı değerler sisteminden uzaklaşmaktadır. Özellikle göçün engellenmesi için Türkiye’ye dayattığı anlaşma taslağı, Avrupa anayasalarında karşılığını bulan değerler sistemine bile aykırı olabilmektedir. Dahası Avrupa gelen göç dalgasını kontrol edebilmek için bütün dünyaya gelişmişlik örneği olarak sunduğu kendi değerlerini kendinden saymadıkları için askıya alabilmektedir. Bir nevi aydınlanmacı evrensel değerler sistemi halen aydınlanmacı ve ilericidir ama sadece Avrupa’ya özgüdür, evrensel değildir denebilir. Oysa bütün halklar başta insan hakları olmak üzere hümanist değerleri evrensel saymış ve kabullenmişti. Avrupa’nın kendi değerlerine ihaneti dünya halklarını Avrupa siyasetinden uzaklaştırmaktadır. Dahası Avrupa kendi içinde tam da bu değerler tartışmasını yaşamaktadır. Etik anlamda inandırıcılığını yitiren bir siyasallık sadece güçle ayakta durmakta zorlanacaktır. Avrupa siyaseti bu tür etik tartışmaları şimdilik kendi dışındaki otoriterlik ve sefaleti göstererek aşmaya çalışmaktadır. Bu anlamda “Erdoğan miti” gibi olmayan otoriterlikler yaratmaktan da geri kalmamaktadır. Zira tarihsel düşmanlık Avrupa halklarında Türkiye hakkındaki her söylemin inandırıcılığını artırmaktadır. Fakat bütün bu çabalar Avrupa siyasetinin krizini geciktirmeyecek ama gizleyecektir.

[email protected]