Avrupa'da kimlikler yeniden tanımlanıyor

Bülent Güven / Yazar
16.01.2021

Avrupa ülkelerinin İslam'ın Avrupa'da görünür olmasından dolayı kimliklerini yeniden tanımlamaya çalıştığı görülmektedir. Fransız devriminden sonra seküler bir yapıya kavuşan Avrupalıların bir kısmı artık kendilerini Antik Yunan ve Roma'nın mirasçısı olarak tanımlamaktan ziyade Hıristiyan-Yahudi geleneğinin temsilcileri olarak tanımlamaktadırlar.


Avrupa'da kimlikler yeniden tanımlanıyor

Avrupa’nın İslam ile ilişkisi çok eskilere dayanmaktadır. 8. yüzyılda Müslümanların Avrupa’nın güneyinden bugünkü İspanya’yı fethedip, Fransa’nın güneyine kadar uzanmaları ve 15. yüzyılın sonlarına kadar burada hükümranlık sürmeleri Avrupa’nın İslam ile olan ilişkisinin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu ilişkinin belki de en önemli sonuçlarından biri Müslümanların Yunan düşünce birikimini Endülüs üzerinden Avrupa’ya taşımaları olmuştur. Nitekim bu durumun Avrupa’da Rönesans’ın oluşmasında önemli katkıları olduğu bilinmektedir. Ayrıca Endülüs farklı dinlere mensup insanların hoşgörü içinde bir arada yaşamasına da bir model teşkil etmiştir.

Avrupa’nın Müslümanlar ve İslam dünyasının bir diğer ilişkisi ise Bizans topraklarında kurulan Selçuklu ve Osmanlı üzerinden gerçekleşmiştir. Osmanlı’nın Balkanları kontrol edip 1529’da Viyana’yı ilk defa kuşatması ile İslam Avrupalılar açısından yakın bir tehdit olarak algılanmıştır. İslam’ın monoteist bir din olarak kendi dinlerine rakip olarak görülmesi, Hıristiyanlığın Kudüs gibi kutsal mekanlarının İslam coğrafyasında bulunması ve Osmanlı tehdidi nedeniyle güvenlik tehdidinin de mevcut olması, Avrupalıların da İslam dünyasına karşı defalarca Haçlı Seferleri düzenlenmesinin önünü açmıştır.

Diğer taraftan 1683 yılında Osmanlı’nın II. Viyana kuşatmasında başarısız olmasından sonra, Osmanlı süreç içinde Balkanlardaki kontrolünü kaybetmiş ve 18. yüzyıldan itibaren de Avrupa için bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu süreçten sonra özellikle 18. yüzyıldan itibaren Avrupa ve İslam dünyası ilişkileri tersine dönmüştür. Nitekim Avrupa ülkeleri zaman içinde İslam dünyasını sömürgeleştirmeye başlamıştır. Bu durumun neticesinde bu sefer Avrupa İslam dünyası için bir tehdit unsuru olmaya başlamıştır. Keza bu tehdit olma durumu günümüzde dahi başta Irak olmak üzere çoğu ülkede devam etmektedir.

Göç ve yeni ilişki biçimleri

Öte yandan, günümüze geldiğimizde Avrupa’nın İslam dünyasıyla başka bir ilişki sahasının daha ortaya çıktığını görürüz. Bilindiği gibi özellikle 1960’lardan sonra Avrupa’da iş gücüne yoğun bir talep olmuştur. Diğer yandan, İslam ülkelerinde genellikle sömürgeci geçmişin mirası olarak istikrarsız yapılar da ortaya çıkmıştır. Bu iki gelişmenin en çarpıcı sonuçlarından biri Avrupa’ya 25 milyonu aşkın Müslüman’ın göç etmesi olmuştur. Bu rakam Avrupa’nın toplam nüfusunun yüzde beşine tekabül etmesiyle daha da çarpıcı bir görüntü teşkil eder. Yapılan projeksiyonlara göre, bu oranın 2050’lerden sonra Avrupa nüfusunun yüzde 10’nun üstüne çıkacağı da öngörülmektedir.

1960’lardan sonra gelen ilk Müslüman göçmenler Avrupa kamuoyunda görünür olmadıklarından, kendi geleceklerini Avrupa’da görmediklerinden ve toplumsal taleplerde bulunmamalarından dolayı Avrupa ülkelerinin gündeminde bir tartışma unsuru değillerdi. Fakat bu durum 1990’lardan sonra değişmeye başladı.

Bir kısmı Avrupa’da doğan veya küçük yaşta Avrupa’ya gelmiş olan ikinci nesil Müslüman göçmenler kendilerini Avrupalı Müslümanlar olarak görmeye başlayıp kamuoyunda görünmeye başlayınca, Avrupalıların ve Avrupa hükümetlerinin Müslümanlara olan tavırları da farklılaşmaya başladı. Daha önce çoğunluk içinde folklorik bir unsur olarak algılanıp hoşgörü ile karşılanan Müslümanlar sayıları arttıkça ve çok daha önemlisi Avrupa’da kalıcı oldukları kesinleşip görünür oldukça, Avrupa toplumları tarafından kendi kültürlerine karşı risk ve tehdit unsuru olarak algılanmaya başlandılar.

‘Nazi işgali gibi’

Bu algının en uç örneklerinden birini Fransa’daki aşırı sağ partinin lideri Marine Le Pen’in Paris’teki bir camide Cuma namazında camiye sığmayan cemaatin caminin dışında namaz kılmalarına verdiği tepkide görebiliriz. Le Pen’e göre Müslümanların Paris caddelerinde namaz kılmaları İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesi ile aynı şeydir. Unutmamak gerekir ki Le Pen, Fransız siyasetinde marjinal bir unsur da değildir ve son Başkanlık seçiminde yüzde 36 oy almış bir siyasetçidir.

Avrupa’da görünür olan Müslümanların görünürlük sembolleri kadınların başörtüsü ile okula ve iş yerlerine gidip kamusal alanda dikkat çekmeleri ile başladığı düşünülebilir. Yine Avrupalı Müslümanların helal gıda konusundaki talepleri Avrupa kamuoyunda ayrı bir algı da oluşturmuştur. Birinci nesildeki Müslümanların ibadethane olarak kullandıkları fabrika binalarından veya arka sokaklarda bodrum katlardaki camiler yerine, yeni neslin artık daha görünür yerlerde minareli cami yapmak istemeleri Avrupalıların dikkatini çeken bir başka unsur oldu.

Tüm bu İslami sembollere farklı Avrupa ülkelerinde menfi anlamda farklı tepkiler verilmeye başlandı. Minareli camilere verilen tepkiler İsviçre’de referandum konusu oldu. İsviçre’de 2009 yılında minare konusunda yapılan referandumda minare karşıtları minareli cami yapımının İsviçre’yi İslamlaştırmaya götüreceğine vurgu yaparak kampanya yürüttüler. Bu tepkileri İsviçre’de gerçekten böyle bir tehlike olduğuna dair olgulardan ziyade kadim bir İslam karşıtlığından kaynaklandığını verilere bakarak kolayca anlamak mümkündür. 8,6 milyon vatandaşı olan İsviçre’de yaşayan Müslümanların sayısı 400 bindir. 2009’daki referandumun konusu olan minareli cami İsviçre tarihinde dördüncü minareli cami olacaktı. Fakat bütün bu verilere rağmen minare karşıtları referandumda yüzde 57’lik bir oran ile minareli caminin yapımını engelleyebildiler.

İslami sembollerin kamusal alanda görülmesinden sonra İslam’a olan tepkiler sadece aşırı sağ eğilimli kişilerin ve kurumların tekelinde olan bir konu olmaktan ziyade toplumun geneline yayılmış bir “İslamofobi”ye dönüştü. Toplumdaki bu anti İslam dalgasına paralel olarak hükümetler de inisiyatif almaya başladılar.

Dört temel esas

Fransa’da 2003 yılında “uzmanlardan” oluşan bir “laikliği tanımlama komisyonu” kuruldu (Stasi Komisyonu). Komisyondan karar olarak kamusal alanda, okullarda, resmî kurumlarda dini sembollerin yasaklanması konusunda bir öneri çıktı. Bu öneri dönemin hükümet tarafından 2004 yılında hiç değiştirilmeden bir kanun haline getirildi. Kâğıt üzerinde “tüm dini semboller” denilse de bu kanun Fransız kamuoyunda “türban karşıtı yasa” olarak tanımlandı. Laiklik temel alınarak çıkarılan bu yasa, uzmanlar tarafından didaktik, yönlendirici ve yukarıdan aşağıya baskı şeklinde yorumlanmaktadır. Tarihçi Jean Bauberot’a göre laiklik dört temel esas üzerine oturuyor: Din ve devletin ayrışması, devlet otoritesinin farklı inanç guruplarına karşı tarafsız olması, vicdan özgürlüğünün sağlanması ve eşitlik ilkesi. Bauberot’a göre dini sembollerin kamusal alanda yasaklanması devletin tarafsızlık ilkesinin aşırı bir yorumuna neden olmuştur. Anti “türban yasası” ile devletin kendisinin tarafsız olmasından ziyade, dini sembollerin yasaklanması ile birlikte kamusal alan “tarafsız” hale gelmiştir. Laikliğin bu şekilde tanımının farklılıkları dışladığını ve farklı olanlara çoğunluğun yaşam tarzını dayattığını kabul etmek gerekir.

Fransa’nın “Laiklik Komisyonu”ndan sonra da 2006 yılından itibaren Almanya’da “İslam Konferansı” toplandı. Hala belli aralıklar ile toplanan bu konferansta, kültürden veya göçmenlerden sorumlu devlet bakanlarının başkanlığından ziyade, içişleri bakanı başkanlığında toplanmaktadır. Bunun İslam’ın bir kültür veya yaşam tarzı olarak algılanmasından ziyade bir güvenlik tehdidi olarak algılandığı anlamına geldiği açıktır. Ayrıca, konferansın katılımcıları Fransa’daki gibi sadece uzmanlar değil aynı zamanda dini kurumların ve kesimlerin temsilcilerinin de katılımı ile gerçekleşiyor. Fakat katılım o kadar geniş tutuluyor ki, ateistler ve İslam’ı radikal bir şekilde eleştiren kişiler de davet ediliyor. Uzmanlara göre bu konferansın amacı Alman devletinin kriterlerine uyan bir İslam yorumu ve İslami kurumsallaşma gerçekleştirmektir. Konferansta ele alınan din eğitimi gibi konulara bakıldığında bu yönde bir eğilim olduğunu sezmek zor değildir.

Ayrıca, Almanya’da 1998 de Leitkultur” adı ile bir üst kültüre atıf yapılarak Almanya’da yaşayan herkesin bu üst kültürü kabul etmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Kavramı geliştiren Suriye kökenli siyaset bilimci Bassam Tibi olsa da onu “kitlelerin kullanımına sokan”, Merkel-sonrasında Almanya’nın Şansölyesi olma şansı olan Friedrich Merz’tir. Üst kültür ile kastedilenin tümü ile “Avrupa değerlerinden” oluşan bir kültür yapısı olduğunu vurgulamak gerekir.

İsviçre, Almanya, Fransa’da yaşanan bu olaylar benzer şekilde diğer Avrupa ülkelerinde de yaşanmaktadır.

Tüm bu anti-İslam politikalarının nedeni, tartışmalar tüm boyutları ile ele alındığı zaman;

1. Avrupa ülkelerinin İslam’ın Avrupa’da görünür olmasından dolayı kimliklerini yeniden tanımlamaya çalıştığı görülmektedir. Fransız devriminden sonra seküler bir yapıya kavuşan Avrupalıların bir kısmı artık kendilerini Antik Yunan ve Roma’nın mirasçısı olarak tanımlamaktan ziyade Hıristiyan-Yahudi geleneğinin temsilcileri olarak tanımlamaktadırlar. Fakat bu sadece dindar Avrupalıların yaptığı bir tanım da değildir. Nitekim seküler Avrupalıların da kendilerini bu şekilde tanımladıkları görülmektedir. Zira Avrupa’da okuduğunuz herhangi bir gazetede makalelerin çoğunda Avrupa kültürüne vurgu yapılırken, Avrupa’nın Hristiyan-Yahudi kökenine yapılan vurguların hızla arttığı görülmektedir. Bunun Müslümanların Avrupa kamuoyunda kendi sembolleri ile görünmesinden sonra oluşmuş yeni bir “vurgu” olduğu düşünülebilir. Başka bir ifadeyle, Avrupa’da ortaya çıkan farklı yani İslami sembollere karşı kendi dini kimliğini öne çıkaran ve kendini yeniden tanımlamaya çalışan bir istek göze çarpmaktadır.

2. Avrupa’da var olan Müslümanları yaşam tarzları ile olduğu gibi kabul etmekten ziyade, onları “Avrupalı” kriterlere göre yeniden tanımlama isteği de görülmektedir. Bundan dolayı da İslam’ın sembolleri olarak gördükleri değerlere karşı yasakçı bir politika gütmektedirler.

Oysa sosyolog Nilüfer Göle Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaptığı Avrupa İslamı çalışmasında gösterdiği gibi Avrupa’da yaşayan ikinci ve üçüncü nesil Müslümanların Avrupa’ya entegrasyon ile ilgili bir sorunları yoktur. Ona göre bu kişiler kendilerini Müslüman Fransız, Müslüman Alman olarak tanımlamaktadırlar. Fakat buna rağmen Müslüman olduklarından dolayı çoğunluk tarafından kabul edilmeyip bazen çok radikal bir şekilde dışlanmaları yeni nesilleri tabii ki yaralamaktadır ve kendilerini dışlanmış hissetmektedirler. Bundan dolayı yaşadıkları ülkelere aidiyet duygusunu kaybediyorlar.

Konuya somut bir örnek olarak Danimarka’da 2007 yılından sol bir parti olan Kırmızı-Yeşil Birlik partisinden Asmaa Abdol-Hamid isimli Filistin kökenli başörtülü genç bir kadının milletvekili adayı olarak gösterilmesi ile çektiği tepkiyi göstermek mümkündür. Abdol-Hamid’in adaylığına başta feminist çevreler olmak üzere toplumun çok sayıda farklı kesimi tarafından büyük tepkiler gelmişti. Adeta tüm toplum kesimleri ve partiler medya ile birlikte onun adaylığına karşı büyük tepki gösterdiler. Bu tepkiler sonucu Abdol-Hamid seçilemedi.

Hoşgörü sınavı

Asmaa Abdol-Hamid’in seçilememesini yorumlayan bir Danimarkalı gazeteci Toger Seidenfaden şunları yazdı: “Asmaa, genç bir kadın. Entegrasyon sürecini başarı ile tanımladı ve bizi bir hoşgörü sınavına soktu. Fakat hepimiz başarısız olduk.”

Seidenfaden’in Danimarka için dile getirdiği gerçeği, tüm Avrupa için söylemek mümkündür. Avrupa’da Müslümanlara karşı bir hoşgörü sınavını verilmektedir. Bu sınav geçilemediği takdirde, önümüzdeki yıllarda Avrupa’da ciddi sıkıntıların olacağı açıktır. Avrupalılar İslam’a yaklaşımlarını değiştirmedikçe de bu sınavdan geçmeleri çok zordur.

[email protected]