Avrupa’nın korkuları ve medeniyet içi kutuplaşma

Doç. Dr. Mehmet Akif Okur/Gazi Ünv. Ankara Strateji Ünv.
31.05.2014


Avrupa’nın korkuları ve medeniyet içi kutuplaşma

“...Batılılar, dört yüz yıl önce Türk olmak tehlikesine maruz kaldıkları gibi bugün de komünist olmak tehlikesiyle yüz yüzeler...”

Arnold Toynbee, Civilization on Trial, 1948

Toynbee, II. Dünya Savaşı’nın ardından yayınladığı ünlü eserinde kapıdaki acil tehlike saydığı komünizmi; Batı için yeni bir imana, dünya görüşüne, siyasi ve ekonomik sisteme bağlanmak, yani medeniyet değiştirmek anlamına gelen Türk olma/Türkleşme “tehdidi” ile kıyaslamaktadır. Avrupa’nın Türkleşmemek uğruna verdiği uzun asırlara yayılmış büyük kavgasının ana stratejik sac ayaklarıyla 20. yüzyıla damgasını vuran komünizme karşı mücadelesinin temel sütunları arasındaki bazı genel nitelikli benzerlikler/devamlılıklar, bu tespiti üzerinde yeniden düşünülmeye değer kılıyor. Her iki örnekte de, önce düşmanın şeytanlaştırılması yoluyla Avrupa’daki hakim düzene ait akidevî/felsefî sınırların etrafına ilk taarruzu göğüsleyecek zihni savunma hatları kurulmuştur. Bu aşamada devreye girip Türk korkusunu ve antikomünizmi besleyen propaganda mekanizmalarının mantıki kurguları da dikkate değer düzeyde ortaklıklara sahiptir.

İkinci adımda ise Avrupa, savunamayacağı zihni siperlerde can çekişmemek için meşakkatli dönüşümleri göze almıştır. Reformasyon, Rönesans ve kapitalizmin güçlü sosyal politikalarla ehlileştirilmesi çabalarının motivasyon kaynakları arasında “öteki” karşısında kuvvet kazanma umudunun ciddi bir yeri vardır. Bu süreçlere, durdurulup püskürtülen hasımlara yöneltilmiş ekonomik, siyasi ve askeri hamleler eşlik etmiştir. Güvensizlik psikolojisine dayalı teyakkuz halleri, tehdit kaynaklarının reforme edilmiş yeni Avrupalı zihniyete entegrasyonu ve hasımlara ait maddi yeteneklerin dağıtılması gerçekleşmeden ortadan kalkmamıştır. “Zafer sahnelerinde” ise karşımıza dünya sistemi içerisindeki varlığını hakim özne olarak tahkim edip mağluplara doğru yaymış, ancak mücadele öncesindeki vaziyetiyle kıyaslandığında da kendisini bazen tanınamayacak kadar dönüştürmüş bir “yeni” Avrupa imajı çıkmıştır.

 

İngiliz tarihçiyi AP seçimlerinin tetiklediği son “tehdit” tartışmaları vesilesiyle hatırlamamız sebepsiz değil. Avrupalı bilgenin, mücadele sırasında keşfettiği kendi zayıflıklarını kimi zaman doğrudan hasmından ilhamlarla gideren, düşmanını da bu sayede bertaraf edebilen Batılı akla, mirası sayabileceğimiz altın bir öğüdü var. 20. yüzyılda medeniyetler tartışmasının kapısını açan Toynbee, Batı medeniyetinin bir türlü tedavi edemediği kronik iki hastalığından şikayetçiydi. Irkçılık bunların en önemlisiydi ve geçmişte yalnızca artık durdurularak tarih dışına itilmiş olan İslam tarafından tedavi edilebilmişti. Toynbee, gelecekte ırkçılığın kara bulutlar halinde yaşlı kıtanın üzerine yeniden çökeceğini tahmin ediyordu.

Avrupa’ya önerisi, aslında daha önce başarıyla uyguladığı zafer stratejisini tekrarlaması ve kendisini “öteki”sindeki üstünlüklerle etkileşime sokarak yenilemesiydi. Şöyle diyordu: “...Eğer insanlığın mevcut durumu bir ırk savaşına doğru sürüklenirse, İslam, tarihi rolünü tekrar oynamak üzere harekete geçirilebilir...” Toynbee, İslam’la yalnızca her zaman ve mekanda âmir dini ilkeler bütününü kastetmiyordu. En yakın örneği Osmanlı asırlarının Türklüğü olan, somut problemleri bir devlet sistemi ve medeniyet çevresi içinde söz konusu ilkelere referansla çözerek ciddi tecrübe birikimi üretmiş tarihli Müslümanlığa işaret ediyordu. Batılı akıl bakımından ironik olan şey, Toynbee’nin hatırda tutulmasını vasiyet ettiği panzehirin Osmanlı ardılı coğrafyalardaki tahribine Batı’dan verilen doğrudan/dolaylı destektir. İslamofobiye gerekçe gösterilen radikal akımların ve terör örgütlerinin kök salma dönemlerinde buldukları mümbit zeminin oluşumunda Batı’nın katkısı neydi sorusu cevaplanmadan bugünleri hazırlayan faktörlerin gerektiği gibi tahlili imkansızdır. Nitekim, ırkçılık krizine deva olabileceği düşünülen İslam’ın terör vb. dehşet imgeleri üzerinden karalanmasıyla sürdürülen söz konusu yanlış politikalar, Avrupa’da ırkçı hareketlere malzeme ve mazeret üreten sonuçlar ortaya çıkarmış vaziyette. Bu radikalleşme sarmalının ortasında, bir zamanlar nasıl “Türk olunduğunu” ise İngiliz tarihçinin övdüğü çözümleri doğal hayatlarında ete-kemiğe büründürenlerin torunları bile ancak hayal-meyal hatırlamaya çalışıyor.

Oysa Avrupa, henüz yeterince farkında olmasa da, emareleri seçim sandıklarında da gözüken değer krizinden kurtulabilmek için yeni bir medeniyet sentezine, bunun için de geçmişte mağlup ettiği medeniyet merkezlerinden yayılacak taze hayat enerjisine ihtiyaç duyuyor. Bu doğrultuda gerekli iletişimi kurabileceği kadim medeniyet havzaları ise 19 ve 20. yüzyıllarda zirveye ulaşan emperyalizm çağında yedikleri ağır darbeleri hâlâ telafi edemediler. Eski medeniyet merkezlerinde gözlemlenen ve aslında pek çok bakımdan Batılı modellerin farklı çehrelerde tekrar üretiminin ötesine henüz geçemeyen maddi gelişmeler, değerler planında insanlığın yüz akı pırıltılarla at başı ilerlemiyorlar. Gerçek dünyayla ilişkisi koparılmış ilkelerin tekrarlandığı nutuklarla bunu başarmaları da mümkün değil. “Gelenekli yenilenme” diye ifade edebileceğimiz yönelişlerde ısrarcı davranmaları, hem katı gelenekçiliğin hem de kimlik travmalarının girdaplarından sıyrılıp hayat dolu etkileşimlerle/yüzleşmelerle özgün varoluşlarını inşâ etmeleri gerekiyor. Bu yoldaki başarıları da başarısızlıkları da yalnızca kendilerini etkilemeyecek. Batı, derinden hissettiği değer krizini herkesi dönüştürüp tek tipleştirerek yalnızlaşması sebebiyle aşamazsa, insanlık tarihinde benzerine az rastlanır biçimde geçmişteki zaferlerinin mağlubu olacak.

Sebep ekonomi mi?

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin önümüze koyduğu tabloyu, yukarıda özetlemeye çalıştığımız çerçevenin içinden okuduğumuzda şu tespitleri yapmamız mümkün hale geliyor. Avrupa, farklı ara renkleri saklı tutarsak, iki ana hat etrafında medeniyet içi kutuplaşma dönemine giriyor. Bir tarafta, ulus üstü düzeyde AB kurumlarını ve inşa etmeye çalıştığı Avrupalı kimliğini reddeden Avrupalılar var. Bu kesimler, Avrupacı kozmopolitizm karşısında üstün tuttukları ulusal aidiyetlerini başta Müslümanlar olmak üzere yabancı saydıkları göçmenleri dışarıda bırakan bir Avrupalılık tasavvuru etrafında tahayyül ediyorlar.

AB’den duyulan hoşnutsuzluk izah edilirken başvurulan demokratik açık, ekonomik kriz, işsizlik, büyürken sıradan insanlarla arasındaki mesafeyi gittikçe açan bürokrasi gibi gerekçeler elbette önemli. Ancak bunlar, Avrupa siyaset sahnesini derinden sarsan tercih değişikliklerinde baş rolü, kimliklerle ilişkilendirilmiş korkuların oynadığı gerçeğini değiştirmiyor. Fransız Başbakanı Manuel Valls’e kulak verelim: “Bir güven krizinin içindeyiz. Ülkemiz uzun zamandır bir kimlik krizinin, Fransa’nın Avrupa’daki ve Avrupa’nın ülkemizdeki yerine dair bir krizin içinde...” Çıkış anketlerinin basına yansıyan sonuçları da Fransa’da Ulusal Cephe’nin yükselişinde ekonomik kaygılardan ziyade göçmenlere duyulan öfkenin etkili olduğunu gösteriyor. Çok sayıda uzman ve kanaat önderinin yorumları, manzaranın Avrupa çapında da benzer nitelikte olduğuna işaret ediyor. Brüksel merkezli Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı isimli kuruluşun başkanı tarafından yapılan açıklama bunlardan biri. Sarah Isal, borç krizi ve durgunluktan kaynaklanan ekonomik sıkıntıların aşırı guruplara mesajlarını yaymaları için uygun ortam sağladığını söylüyor. Ancak, bu gruplara çekicilik kazandıran en önemli sebebin Avrupa çapındaki genel hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığı iklimi olduğunu da ekliyor.

Avrupa içi kutuplaşma

Avrupa yarığının bu yakası, kozmopolit Avrupa tasavvurunu ve Avrupa değerlerini hedef alan saldırıları için gerekli enerjiyi yabancı düşmanlığı sayesinde toplayabiliyor. Bazıları geniş medya ağları üzerinden yürütülen kaba sterotiplere dayalı tartışmalar, başta İslam dünyası olmak üzere, Batı dışı medeniyetlere ait olumsuz tarihi imajları patlatıyor. Müslüman kimliği ile terörü özdeşleştiren kampanyaların yarattığı tahribat, yangın yerine dönen Ortadoğu’dan her gün akan dehşet manzaralarıyla pekiştirilmiş vaziyette. Bunlara göçmenlerin entegrasyonuyla ilgili sorunlar da eklenince kitlesel öfkenin kolayca kabartılabildiği bir iklim doğuyor. Bu öfkeyi arkasına alan aşırı sağ, Avrupa’nın önündeki yeni tehdidin gettolarda yattığını, bertaraf edilebilmesi için ise önce kozmopolit Avrupalı değerleri ve kurumları savunan güçlerin yenilgiye uğratılması gerektiğini söylüyor.

Medeniyet içi kutuplaşmanın diğer hattı üzerinde ise AB projesini savunan yerleşik partiler ve elitler yer alıyor. Bunlar, kabaran öfkeyi göğüsleyebilmek için aşırı sağın söylemlerine yakın bir dil tutturma kolaycılığına saptıkça kısa vadeli kazançlar elde ediyor, ancak kendilerini var eden zemini de aşındırıyorlar. Orta ve uzun vadede Avrupa yarığının Avrupa değerleri lehine kapatılabilmesi için diğer faktörlerin yanında göçmenlerin içine hapsedildikleri olumsuz imajların dönüşümüne de ihtiyaç var. Avrupa evine komşu coğrafyalarda yaşanan çatışmalar nasıl yabancıları hedef alan nefret söylemlerine malzeme sağlıyorsa, bölgenin istikrara kavuşması, hele yukarıda işaret ettiğimiz yenilenme yolunda başarılı adımlar atabilmesi aşırı sağın söylem cephaneliğinin de zayıflamasına sebep olacaktır. Bu yüzden, Avrupalı değerleri önemseyen siyasetçi ve elitler ile Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik istikrara kavuşarak değerlerini güncelleyebileceği bir yenilenme sürecine girmesini arzu edenler, aynı üst çıkarda buluşuyor. Bunu görmezden gelip iç kamuoylarının kısa vadeli tatminini öncelemedikleri takdirde birlikte kazanarak beraber yürüyebilecekleri bir ufku inşa etmeleri hâlâ mümkün.

[email protected]