Ayasofya'nın hukuku

Dr. Fatih Okumuş / Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
24.07.2020

Bazı meslektaşlarımız İslam hukukunda iki tür vakıf bulunduğunu, birinin özel (private) diğerinin kamusal (public) olduğunu belirterek Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya vakfının kamusal vakıf olduğunu, gayr-ı sahih vakıflar gibi gelip geçen yöneticilerin oyuncağı olabileceğini güya İslam hukukuna göre öne sürüyorlar. Külliyen yanlış. Ayasofya vakıfları bina ve bir çatı altındaki dükkân, ev gibi mülklerden oluşmaktadır. Bu emlakin gelirlerinin hazineye ait vergilerle uzaktan yakından alakası yoktur. Tamamı vakfın kendi gelirleridir. Onun hakkında vakfeden hazretin bütün şartları hukuken geçerlidir. Asla değiştirilmesi mümkün değildir.


Ayasofya'nın hukuku

Ayasofya Cami-i Kebiri’ni 86 yıllık fetret döneminden sonra yeniden cami hüviyetine kavuşturan Danıştay 10. Dairesi’nin 10 Temmuz 2020 tarihli kararı ulusal ve uluslararası hukuka uygun olduğu gibi, Fatih vakfiyesinin kurulduğu dönemde ülkede mer’i bulunan İslam hukukunun vakıflara taalluk eden hükümlerine de uygundur. Mabedin müze olarak kullanılmasına imkân veren 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını vakıf senedine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal eden, böylece idarenin Ayasofya’yı, “vâkıfın şartına uygun olarak” yeniden cami olarak açmasına mesnet teşkil eden yeni karar mahza ihkâk-ı haktan ibarettir. Biz bu yazımızda Ayasofya Cami-i Kebiri’nin, İslam vakıflar hukuku açısından statüsünü ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.

Vakfın meşruiyeti

Ayasofya vakfiyesininin tesis edildiği tarihte mer’i bulunan İslam fıkhına göre “vâkıfın şartı şâriin nassı/hükmü gibidir.” Bu prensip “vakfı kuran iradenin şart koştuğu şeylerin yasama erkinin koyduğu kanunlar hükmünde olduğunu” veciz bir şekilde ifade eder. İslam hukukuna göre esas kanun koyucu Allah olduğuna göre bir vakfı kuran kişinin (vâkıfın) vakıf senedinde veya vakfiyede belirtmiş olduğu şartlar Allah’ın indirdiği ayetlerin hükümleri gibi bağlayıcıdır.

Vakıflar, kurumun hususiyeti gereği süresiz olarak tesis edildiğinden, vakfedenin en başta ortaya koyduğu şartlar da süresiz olarak geçerli kalır. Tipik bir misal olarak Mülteka isimli meşhur ve muteber fıkıh kitabının medreselere girişinin telif tarihinden yaklaşık 200 sene sonrasına kadar beklemek zorunda kalması zikredilebilir. İbrahim Halebi tarafından eserin telif edildiği dönemde mevcut medreseler vakfedenin hangi kitapların okutulacağını da vakıf senedine kaydetmiş bulunmaları sebebiyle müfredatı değiştirme imkânı bulamamışlardır. Mülteka, yeni kurulan medreselerde ders kitabı olabilmiştir. Ayasofya vakfının da tabi bulunduğu eski hukukumuza göre “vakıf, bir şahsın kendi mülkü olan bir malın aslını hapsederek menfaatini Allah’ın kullarına tahsis etmesidir.”

Başka bir tanıma göre “aslın temlik ve temüllükten men’i (alım satımdan alıkonulması) ve semerenin fakirlere tahsisi” demektir. Vakıfta aslolan hayır hasenat işlerine sarf edilmesidir. İslami bir müessese olarak vakfın meşruyeti Kitap, sünnet, icma’-ı ümmet ve kıyas-ı fukahâ ile sabittir. Kabe-i muazzama bir vakıf mabeddir. Hz. İbrahim tarafından kıyamete kadar içerisinde Allah’ın adı anılmak ve çevresinde tavaf olunmak üzere vakfedilmiş, yani alım satıma konu olması dondurularak, Allah’ın kullarının istifadesine hasredilmiştir.

“İnsanlar için vaz’olunan ilk (ibadete mahsus) ev Bekke’deki (Mekke’nin kadim ismi) o çok mübarek ve âlemlere hidayet olan beyt(ullah)tır.” (Âl-i İmrân, 3/96)

Mekke’nin fethi esnasında Hz. Muhammed Mustafa (sav) Kabe’nin içindeki putları temizleyip yeryüzünde inşa ve vakfedilmiş ilk mabedi asli hüviyetine döndürmüştür. Demek ki vakfetmek sünnet olduğu gibi, kuruluş amacının dışına çıkarılmış vakıfları asli hüviyetine döndürmek dahi sünnettendir.

“En sevdiklerinizden vermedikçe iyiliğe erişemezsiniz” (Âl-i İmrân, 3/92) mealindeki ayet-i kerime nazil olunca sahabe-i kirâm mesajı alarak, bir kısım bağ ve bahçelerini vakfetmek üzere Resulullah’a (sav) başvurmuşlardır. Yani Kitab’ın nazil olduğu dönemde “sevdiği şeylerden vererek takvaya ulaşmak” fikri, vakıf tesis etmek olarak hayata tercüme edilmiştir.

Allah’ın elçisi (sav) kendisi çok sayıda vakıf tesis ettiği gibi arkadaşlarını da bu hususta teşvik etmiştir.

Hadis-i şeriflerde vakıf kurumun ifade etmek üzere “habs”, “hubs” (hapsetmek) va sadaka kelimeleri kullanılmıştır. Vakıf ismi, sonradan şâyi olmuştur. Hanefiler vakıf terimini tercih etmişlerdir. İmam Malik hadis-i şeriflerde geçen “habs” ve “hubs” kelimelerini ısrarla kullandığı için öğrencileri de aynı kelimeyi kullanmaya devam etmişlerdir. İmam Şafii, yine hadis-i şeriflerde geçen “sadaka-i câriye” (devam eden sadaka) ifadesinden hareketle vakıf için “sadaka-i muharreme” (dokunulmaz sadaka) terimini kullanmıştır. Şafii ayrıca “sadaka-i müebbede” ve vakıf terimlerini de dönüşümlü olarak kullanmaktadır.

İcma-ı ümmet, Müslümanların konsensüsü demek olup İslam hukuku bakımından üçüncü kaynaktır. Vakıf müessesesinin meşru bir kurum olduğu hususunda Sünni, Şii ve İbadi tüm Müslümanlar ittifak halindedir.

Osmanlı uygulamasında doktrindeki üç yaklaşımdan, vakfın Allah’ın mülkiyetine intikal ettiğini savunan görüş kabul görmüştür. Buna göre bir mal sahih olarak vakfedilip, tescil işlemi yapılarak kesin şekilde bağlayıcılık kazandıktan sonra vakfedenin mülkiyetinden çıkıp “menfaati kullara tahsis edilmek üzere Allah’ın mülkiyetine geçmiş olur.” Bu durumda vakfedilen ayn bir anlamda kamulaştırılmış olmakta ve tüzel kişilik oluşmaktadır.

İslam hukuku ne diyor?

Vâkıfın şartının yasa koyucunun hükmü gibi olduğunu belirtmiştik. Peki, her kural gibi bu kuralın da istisnası yok mudur? El-cevap: vardır.

İslami vakıf müessesesi Fas’tan Kafkaslara, Hindistan’dan Cava’ya, Anadolu’dan Afrika’ya çok geniş bir coğrafyada ve 15 asırlık uzunca bir tarihi süreç içerisinde olağanüstü bir gelişme göstermiştir. Bu durum, vakıfların çeşitlenmesine yol açtığı gibi, sahih vakıf sayılmadıkları halde devam eden bir ihtiyaca binaen vakfa benzeyen başka hukuki işlemlerin de vakıf adı altında mütalaa edilmesine yol açmıştır. Bu durumun tipik bir örneği, kendi arasında da birçok nev’i bulunan irsadi vakıflardır. Bunlar, özetle beytülmal adı verilen devlet hazinesine girmesi gereken haraç veya öşür gelirlerinin eğitim ve sağlık gibi kamu hizmetlerine genel bütçeye girmeden doğrudan tahsisi mahiyetindedir. Bir vakfa ait belgelerde, şer’iye sicillerinde veya defter-i hâkânilerde “kura ve mezari’” (köy ve mezralar) ifadesi geçiyorsa bilin ki bunlar irsadi vakıflardır. Bu tür vakıflar gayr-i sahih kabul edildiklerinden akıbetleri zamanın sultanının irade-i seniyesine bağlıdır. Mesela Fatih Sultan Mehmed’in ilga ettiği bu tür vakıflar Sultan Bayezid Han devrinde yeniden mütevellilerine tevdi edilerek eskiden olduğu gibi işlemeye devam etmişlerdir.

Sultan-ı zaman

Osmanlı hukuk sisteminin mihenk taşı, ikinci Ebu Hanife sanıyla meşhur Ebussuud Efendi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’da bulunan Sahn-ı Semân Medreseleri, Sultan Bayezid Han’ın İstanbul, Edirne ve Amasya’da bulunan medreselerinin çoğuna vakfedilen arazinin köyler ve mezralar olduğunu belirterek bu tür emlâk ve arazinin gelirlerinin “sultan-ı zamanın” takdirine bağlı olarak tasarruf edileceğini belirtmektedir. Buna göre sözkonusu vakıf arazilerinin gelirleri zamanın idaresi tarafından genel bütçeye alınabileceği gibi, başka cihetlere de sarf edilebilir. Sözkonusu medreselerin de bu gelirlerde hakkı vardır; ancak ne kadar pay alacaklarını “sultan-ı zaman” kararlaştıracaktır.

Demek ki bu tür gayr-ı sahih vakıflar, esasında devletin, kimi vergi gelirlerini eğitim, sağlık ve sosyal ihtiyaçlar gibi stratejik alanlara doğrudan tahsis etmesinden ibarettir. Bu hizmetlerin aksamaması ve devamlılığın sağlanması için bir tedbir olarak vakıf kurumundan yararlanmak istenmiştir. Ancak bunun doktrindeki temeli sağlam değildir. İdare isterse bu tür gayr-i sahih vakıfların geliri olan köy ve mezraların vergisini genel bütçeye alabilir. Bununla birlikte irsadi vakıfları vakıf saymayanlar dahi eğer tahsis edilen cihet zaten vergi gelirlerinden pay alması gereken bir yer ise, bu tahsisi caiz ve geçerli görmüşlerdir. Bu tür tahsislerin geçerli olduğuna dair çok sayıda fetva verilmiştir.

Danıştay’ın Ayasofya kararının Türkiye’de ve dünyada gündem teşkil etmesi üzerine bir kısım İslam hukuku araştırmacılarının, konuyu yeterince incelemeden, genel bilgilerinden hareketle tabir caizse dışarıdan gazel okuduklarına esefle şahit olmaktayız. Sözkonusu meslektaşlarımız İslam hukukunda iki tür vakıf bulunduğunu, birinin özel (private) diğerinin kamusal (public) olduğunu belirterek Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya vakfının kamusal vakıf olduğunu, dolayısıyla az önce belirttiğimiz gayr-ı sahih vakıflar gibi gelip geçen yöneticilerin oyuncağı olabileceğini güya İslam hukukuna göre öne sürüyorlar. Külliyen yanlış. Evet, sayın meslektaşlarımızın mevzuubahis ettikleri türden vakıflar da vardır ve biz bunlardan kısaca söz ettik. Ancak bunların aksine Ayasoyfa vakfı sahih ve lazım bir vakıftır. Bu hususta yine Ebussuud Efendi’in şehadetine başvuracağım:

Adaletin tecellisi

“Ayasofya evkafı ebniye ve müsakkafattır. Onun hâsılına beytülmal-i haracın kat’a alakası yoktur. Cümle vakfın gallesidir. Onun hakkında Hazret-i vâkıfın bütün şartları şer’an muteberdir. Kat’a tağyir kâbil değildir.”

(Ebussuud, Fetâvâ İsmihan Sultan, No: 225. Vrk: 280, nakleden: Akgündüz, A. İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, OSAV, İstanbul 1996, s. 545)

(Ayasofya vakıfları bina ve bir çatı altındaki dükkân, ev gibi mülklerden oluşmaktadır. Bu emlakin gelirlerinin hazineye ait vergilerle uzaktan yakından alakası yoktur. Tamamı vakfın kendi gelirleridir. Onun hakkında vakfeden hazretin bütün şartları hukuken geçerlidir. Asla değiştirilmesi mümkün değildir.)

Ayasofya Cami-i Kebiri’nin 24 Temmuz Cuma günü açılması adaletin tecellisidir. Vakfiyenin bir bütün halinde uygulanması durumunda ise Türkiye ve dünya bir daha Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesini ebediyen konuşmayacaktır.

[email protected]