Ayasofya’ya ‘Müslüman Gezisi’

Bekir L. Yıldırım/Yazar
10.05.2014

Ayasofya’nın statüsü konusunda Hükümet’i içeride ve dışarıda köşeye sıkıştırma gayretlerine ve bilumum Pensilvanyalıların hayaline rağmen “Müslüman Gezisi” türü eylemlere veya bununla Erdoğan’ı sandıkta cezalandırmaya müsait bir ‘sosyoloji’ mevcut gözükmüyor.


Ayasofya’ya ‘Müslüman Gezisi’

Ayasofya 1935 yılında, zamanın ruhuna uygun şaibeli bir kararname ile müzeye dönüştürülmesinden beri, zamanın ifade özgürlüğü nispetinde tekrar İslami ibadete açılması talepleri olmuştur. Son yıllarda bu talebin daha sık ve daha yüksek sesle yapılabiliyor olması da herhalde içerde ve daha çok da dışarıda resmedilen, sesi çıkamayan bir toplum emaresi olmasa gerek.  Yakın zamanlarda bu talepte bulunanlar arasında TBMM’de bu yönde teklif veren MHP’li milletvekili Yusuf Halaçoğlu, SP, BBP’li siyasetçiler ve onlarla bağlantılı gençlik örgütleri ve bundan siyasi çıkar sağlayabileceğini düşünen muhtelif gruplar vardı.  Ama son kampanya arkasındaki aktör(ler), beklenen işlevsellik, iç siyaset-dış siyaset bağlantısı ve kullanılan yöntem gibi birçok zaviyeden mercek altına alınmayı hak ediyor. Bu aktör de artık pek çoklarının tahmin edebileceği gibi Gülen Örgütü (GÖ).

GÖ’nün son Ayasofya kampanyası konusunda takındığı tavra bakıldığında görülüyor ki ya  taktik hataları yapıyor ve geri-pedallamak zorunda kalıyor, ya da örgütün modus operandisi gereği her muhatabın nabzına uygun ürettiği mesaj diğer adreslere de gidiyor yanlışlıkla (!). GÖ yakın zamana kadar Today’s Zaman’da (TZ) ve ABD’deki  temaslarında, konferanslarında  Erdoğan’ın İslamistliği, cihadistliği, “geyler, Yahudiler, diğer dini azınlıklara uyguladığı baskılar”dan bahseder, ABD Kongresi’nde “Ayasofya’nın kilise olması” gayesiyle oturumlar düzenleyen İslam-düşmanı müteveffa Siyonist Tom Lantos’un vakfına  “toplum hizmetine olağanüstü bağlılık” ödülleri verirken, eş zamanlı olarak Türkiye’de “Ayasofya ibadete açılsın” kampanyası düzenliyor, kendilerine yakın vekil  Meclis’te aynı gayeyle teklif ve soru önergesi  veriyor, kampanyanın Twitter’de TT olmasını gazeteleri gururla anons ediyor. Ve ardından da Batı’dan gelen veya gelebilecek tepkilere karşı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) tarafından “biz yapmadık... yapmış olsak da  tavanın yönlendirmesi olmaksızın taban yaptı” mealinde mesaj veriliyor basın toplantısı ile. Ama gel gör ki iletişim çağında, katlanan twitler klavyede durduğu gibi durmuyor. Taban için üretilen mesaj ötekinin tavanına ulaşıyor ve TZ’ı sadece yabancılar okumuyor, Kerim Balcı’nın New York Institute of Technology (NYIT)  konuşmasının metni bu yazar dâhil birçok istenmeyen yere ulaşıyor ve TT olan “Ayasofya Kampanyası”nı elin Yunanlı’sı da okuyor, New Yok’lu gey, Yahudi, Ortodoks da bilumum Haçlı zihniyetli diyalogcular da. Ve soruyorlar: Ne iştir? Bize gelip İngilizce “Tayyip cihadist, biz anti-cihadist liberal demokrat, özgürlük havarisiyiz, sizden farkımız yok” diyor, havralarımızda Şükran Günü şarkıları söylüyor, kiliselerimizde Muhammedsiz ezan okuyorsunuz, lakin Türkler’e “Ayasofya’nın zincirlerini kırma” pozları veriyorsunuz. Bizi mi kandırıyorsunuz, Müslümanları mı yoksa her ikimizi de mi” diyor. GYV’nin acele basın toplantısı ile inkâr gayreti için en mantıki açıklama bu olsa gerek.

Yarım ağız inkar!

Cemaat’in bu yarım ağızla inkâr etmek zorunda kaldığı kampanyasının orijinal motifini anlamak artık fazla zor değil. GÖ’nün Ak Parti’nin muhafazakâr tabanını bölmek ve bu şekilde yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ona darbe vurmak gayesi güttüğü artık sır değil. Muhtelif Cemaat-dışı yazar, konuşur Müslüman’ın da -Ayasofya’nın cami olmasına muhalefet gibi bir konumda görünmeyi kabullenemediklerinden olsa gerek- kampanyaya destek çıkması da kurnaz stratejinin pek de başarısız olmadığını gösteriyor. Bir diğer motif de “Erdoğan bu yılki Fetih yıldönümünde Ayasofya’nın açıldığını ilan edecek” söylentisi. Gariptir, bu söylenti üzerine Erdoğan’ı siyasi fırsatçı olmakla, Ayasofya’nın olduğu gibi kalması, ibadete açılacaksa cami-kilise modeli olması gerektiği savlarını içeren yazılar önce cemaat yayını TZ’ da çıktı (Ör. Orhan Kemal Cengiz, İhsan Yılmaz). İhsan Yılmaz’ın yazısından fazla yoruma ihtiyacı olmayan bir alıntı: Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için Batılıları Judeo-Hristiyan Haçlı düşmanlar olarak göstermekte tereddüt etmeyeceğini belirttikten sonra ilave ediyor: “İddiasını ispatlamak için Batı ile ciddi bir çatışma isteyebilir ve Ayasofya’yı açmaya çalışmak ona bu fırsatı verir. Batı’nın bu teşebbüse tepkilerini mahirce ve şeytanice bu davası için kullanacak”.

Şimdi muhtevaya, yani Ayasofya’nın statüsü konusuna gelelim.

Beynelmilel hukuk -ki buna Türkiye’nin taraf olduğu andlaşmalar, insan hakları, dini hürriyetler konvansiyonları da dâhildir- Türkiye’nin Ayasofya’yı tekrar İslami ibadete açılmasını engelleyen bir hüküm barındırmıyor. Bunu Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi yönünde ABD’de ve Avrupa’da kampanyalar yürüten- ki bu fikirde olan Ayşe Hür, Ali Bulaç, “malum liberaller” gibi pek çok Türk aydını da mevcut- “Türk Hükümeti Ayasofya’yı cami yapmak istiyor” korkuları salarak Türkiye üzerinde baskıları arttırmaya çalışan Yunan ve diğer bilumum anti-Türkiye lobilerinin argümanlarından da anlamak mümkün. Örneğin ABD Kongresi’nde bu yönde teklif veren, Yunan-Amerikan temsilci Chris Spirou önergesinde ancak “Ayasofya’nın kültürel ve dini dünya mirası olduğu”  -ki İslami ibadete açılması bununla çelişmiyor- ve Mabed’in Ortodoks Hıristiyanlar için önemi vurgulanıyor; herhangi bir beynelmilel hukuk, insan hakları sözleşmesinden bahsedilmiyor. Keza Spirou, 2010 yılında Ayasofya’da “hac ve kutsal ayin” (Pilgrimage and Holy Liturgy) yapmaya yeltenenler adına Başbakan Erdoğan’a hitaben yazdığı tehditvari mektupta da ancak BM’in “her türlü dini toleranssızlığın elimine edilmesi”ne yönelik 2003/54 sayılı kararında “devletlerin muhtelif din mensuplarına ibadet yerleri açmalarına müsaade etmesi”nin talep edildiğinden bahsediliyor ama bu kararın Türkiye tarafından ihlal edildiğini dahi söylemiyor. Aynı şahıs gayet kurnazca Yunanistan’ın günahlarını “mütekabiliyet” kavramı dışında tutmak için “bunun Türk-Yunan ilişkileri ile alakası yok” diyebiliyor.  

Zora sokma hamlesi

Evrensel ahlak, teamüller açısından bakıldığında da Türkiye’nin elini bir yönde veya diğer yönde zorlayacak bir durum yok. Bu konuda ne Yunanistan, ne İspanya ne diğer Avrupa ülkelerinin Osmanlı ve bakiyesi olan Türkiye’den iyi bir sicili var. Burada yıkılan, kiliseye çevrilen camiler listesi vermeye hacet yok.  Özet olarak Ayasofya’nın 1453-1935 arasında içinde bulunduğu cami-külliye statüsüne dönmesinde ne ahlaki ne de hukuki engel var. Bunu söylemekle birlikte Ayasofya’nın mevcut statüsünün korunması, Hıristiyan ibadetine açılması veya her iki dinin ibadetine açılmasını engelleyici bir ahlaki veya hukuki hüküm de görünmüyor. Prof. Ahmet Akgündüz dahil bir çok ilahiyatçı, tarihçi Fatih’in Vakfiyesi’nde Ayasofya Camii’nin statüsü ile oynayanlar hakkında “beddua” ettiğini iddia ediyor fakat Murat Bardakçı gibi bazı araştırmacılar ise vakfiye metninde böyle bir şey olmadığını söylüyor. Bazı “kötü komplo teorisyenleri” de “Lozan Andlaşması’nın gizli maddeleri”nde verilen inanılmaz tavizler arasında Ayasofya’nın müze olması şartının bulunduğunu iddia ediyor.

Meselenin esasına tekabül etmeyen “konuları tarihçilere bırakalım” ama şu kadarı tartışmasız: Fatih orayı cami olarak vakfetti. Sonraki padişahlar dönemlerinde orası korundu, restore edildi, yapılar ilave edilerek külliye haline geldi ve Yunanlı dışişleri bakanlarından Pangalos’un 2010’ da kabul ettiği gibi “Hıristiyan-Müslüman” karakteri kazandı. Bağlayıcı bir evrensel ahlak ve sözleşme olmadığına göre Fatih’in vakfiyesine ve daha geniş çerçevede kendi dinimiz, kültürümüz tarihimize sahip çıkmak da bizim kolektif ahlakımızın bir parçası ve hakkımızdır.

Tüm bunlardan anlaşıldığı üzere konu siyasidir ve Türkiye’nin ve Müslümanların dünyadaki yeri, gücü, siyasetinden bağımsız değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nde insanlar dini özgürlükler, kültürel haklar gibi birçok tabii insan haklarından mahrum yaşadı uzun zaman. Başörtüsü zorbalığının son bulması için dahi “toplumsal mutabakat”, “zamana yayma” vb stratejiler, sabır, tevekkül ve vakar ile uzun yıllar beklenildi ve sonuç alındı. Muhafazakâr tabanın bu “gecikmeye” tahammülünün ve bundan dolayı Erdoğan ve Ak Parti’yi sıkıştırmamasının en önemli nedeni, Erdoğan ve partisinin sorunu çözme isteğinde samimi olduğuna güven idi. Bu güvenin dış ilişkileri değerlendirirken kaybolacağını düşünmek mantıki değil. Dolayısı ile konu Ayasofya, Yunanistan, Arakan veya Suriye olsun, halkın çoğunluğu Erdoğan’ın elini zorlayıcı taleplerde bulunmak yerine Hükümet’in inisiyatifine bırakacaktır bu konulardaki kararlarını. Tarihi-dini mirasımız konusunda tez-canlı ama iyi niyetli birçok aydın-yazardan daha sabırlı davranıp Hükümet’e hareket serbestsi tanıyacaktır toplum.   

Hâsılı, Ayasofya’nın statüsünde herhangi bir değişiklik ve zamanlaması konusunda Hükümet’in elini zorlayıcı, onu köşeye sıkıştırıcı bir baskı oluşturma gayretleri veya bilumum Pennsylvanialılar’ın hayal edebileceği “Müslüman Gezi’si” türü bir hareketlenmeye veya bununla Erdoğan’ı sandıkta cezalandırmaya müsait ‘sosyoloji’ mevcut gözükmüyor. Konuyu bir “egemenlik meselesi” yapan aydınların da fazla özgüvensiz ve tepkisel davrandıklarını not etmeliyiz.

[email protected]