Aydın devşirmek

ERCAN YILDIRIM / Yazar
3.10.2015

İster Cumhuriyet’in erken dönemlerinde isterse 60’lardan itibaren olsun aydın “toplum mühendisliği”ni, “yeni insan yaratma” hedefini, verili güç istenciyle birleştirmeye çalıştı. Aydının melankolisi, güç vehmini epistemolojisinde, müktesebatında görmesindeydi. Sistem, egosu, birikiminin çok çok önünde olan okuryazarları aydınlaştırırken, kadim ilmi gelenekle bağını kesmeyenleri dışta tutmayı sürdürdü.


Aydın  devşirmek

II. Abdülhamit, döneminin muhalefetteki aydınlarını, Avrupa’ya geçtiklerinde bile “maaşa bağladı”. Hayır, kendi iktidarını parlatacak yazılar yazsınlar diye değil, “köpeklik yapacaksanız bile gâvurun parasını yemeyin” diye. “Gâvurun ekmeğini yiyen, gâvurun kılıcını sallar” deyişinin altında yatan bize özgü biriciklik kaygısı nicedir düşüncemizden çekildiği gibi gündelik hayatımızda da yok oldu gitti. Bize özgü hayat algısını idame ettirecek bir aydın, entelektüel taifemizin olmadığını görmek hüzünlendirse de, bu talebi dillendirecek millet gerçekliğini de yitirmek üzereyiz. Hiçbir yazı ve düşünce özgün değildir; olamaz da... Hiçbir hayat kendilik bilgisi üzerine yaşanamaz ama kendi biricikliğine sürekli alçaltıcı gözle bakmak Türk modernleşmesinin hastalığı olarak devam ediyor. Aydına yüklenen olağanüstü misyonlara rağmen, aydınların bir millet gerçeği içinden çıkıp geldiğini unutmamak gerek.

Cumhuriyet kurulduğunda çok güçlü bir mirası devraldı. Öncelikle, dünyanın en büyük devlet teşkilatını, gelenekleri, deneyimli askeri birlikleri, her türlü vartayı görmüş, yenilmiş ya da atlatmış bürokrasi ve devlet adamlarına sahipti. Yine hâlihazırda, Batılı felsefecilerle mukayese edilemeyecek derinlikteki ulema hatta aydınları da bünyesinde taşıyordu. Dönemin ulemasının Batıyı takip etmediği yargısı oldukça problemlidir. Gazete ve eğitim aracılığıyla aydınların Batıyla dinamik ilişki kurdukları düşünülürse, ulemanın dahi Batılı felsefeyi bilmedikleri söylenemez. Burada ulemanın onları değerli, yeterli ve kendinden üstün görmediğini farketmek gerek. Cumhuriyet işte böyle zengin bir miras ve en önemlisi “asalet” sayesinde kuruluverdi.

Cumhuriyetçiler, devlet örgütlenmesinden, yönetim geleneğine kadar tüm gücün bu zengin ilim geleneğinden, dilden ve eyvallahı olmayan ulemadan geldiğinin farkındaydı. İktidarı elinde tutanlar, modernleşme dönemi aydınlarının ciddiye alınmayacağının farkında oldukları için, aydınların tüm “numaralarını” açığa düşüren ulema geleneğini kesip atmayı gerekli gördü. Takriri Sükûn ile gazetecilere ve aydınlara ayar vermek çok kolaydı; öyle de oldu zaten. Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılananların af dilekçesini Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemali hariç Eşref Edib’ten Ebul Ula Mardin’e kadar herkes imzaladı. Gazeteciler “özgür”lüğüne kavuşurken, Abdülkadir Bey iki yıl hapis yattı. Gazeteci - aydınlar özgürleşmişti; ABD’nin Irak’ı, Afganistan’ı özgürleştirmesi gibi... Fakat hala zengin birikime sahip ulemayı dize getirmek o kadar da kolay değildi.

Mustafa Sabri Efendi gibi ulemadan, Akif gibi ulema-entelektüel sınıftan değerler yurtdışına çıkabildi.

Sonraki yıllarda Mahir İz’i tasfiye etmek için, maaş veremeyeceklerini söyleyenlere merhum, “eğitimi para için yapmadığı”nı söyleyerek onları bîçare bırakmıştı. Şapkayla dışarıda gezmek yasa güvencesine alındıysa Elmalılı merhum gibiler, yıllarca dışarı çıkmamayı göze alabilmişti. Şapkayı muhalefet de etmek için yamuk takan Süleyman Nazif gibiler olsa da genel eğilim “itaat etme”yi uygun buldu. Çünkü 1928’de en büyük dayanakları olan dilleri elinden alınmıştı. Direnişi kesen, ulema geleneğini bitiren işte bu devrim oldu. Dil devrimi olmasaydı, Babanzade’yi kapı dışarı bırakan 1933 üniversite tasfiyesi ulema-ilim geleneğini kesebilir miydi? Muhtemelen kesemezdi. Güneş Dil Teorisi değil, Türk Tarih Tezi de tasfiyelerle kabul ettirilemez; Fuat Köprülü,  “ben kitaplarımı Zeki Velidi Bey gibi kolayca sırtımda taşıyamam”  diye bir söz edemezdi.

Cumhuriyet idaresi sadece ulemayı değil; vasıflı saydığı, muhalif olsun olmasın müktesebatı olan aydını da kolayca gözden çıkardı. Cumhuriyet, aydınların üzerinden gerçekleştirdiği tasfiyeyle aslında yeni bir yola girerken, bu yolda siyasal devrimlerin altını dolduracak değil onları topluma sunacak ve kabul ettirecek aydın-gazeteci arası bir kuşağı devreye soktu.

Türkiye’nin meseleleri

Cumhuriyet idaresi, Osmanlı döneminin iyi yetişmiş aydın kuşağını peyderpey gözden düşürürken yine Osmanlı’da esamisi okunmayacak muhabir-gazeteci takımından bir aydın sınıfı imal ve icat etti. Falih Rıfkılar, Ruşen Eşrefler, Behçet Kemaller bu dönemin gözdeleri olarak gazetelerde, siyasetin tam ortasında yer aldı. Oysa Ziya Gökalp, devrimlerin hepsinin arkasındaki en önemli “beyin” olarak, yazılarıyla, kitaplarıyla Cumhuriyet’e yetişmişti. Fakat, kırmadan dökmeden 1923 yılından sonra kendi kabuğuna çekilmesi sağlandı; sadece kendisi bile kamuya çıkamadı, kitapları ancak 1939 yılında yayımlanabildi. Aynı şekilde, Batıcılığıyla, Batıcı fikirleriyle Cumhuriyet idaresinin faydalanabileceği Meşveret sahibi Abdullah Cevdet Kürtçülüğü de dikkate alınarak gözden düşürüldü. Aynen Ahmet Rıza Bey gibi. Yine Türkçü isimlerden Yusuf Akçura atılım yapmaya çalışsa da Türk Yılı’nı yazdıktan sonra ancak tarih kongrelerinin taşıyıcı unsuru olabildi. Ağaoğlu Ahmet, siyaset vasıtasıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın etkisi sonucu “yüceltilerek tasfiye” edilenler arasında hizmetini yerine getirdi. Cenab Şehabettin gibi Türkiye’de batılılaşmanın önemli adımlarından Servet-i Fünun’un temel ayaklarından biri İstiklal Harbi’ne muhalifliğinden dolayı ne devletin sahiplerine müracaat etti ne de muhalefete geçti; köşesinde beyaz lerzeleri seyretmeyi tercih etti.

Cumhuriyet bunlarla beraber 150’likler vasıtasıyla da, aydın üzerinden muhalif operasyonu yaparken bir bakımdan da gelecekte de etkileri fazlasıyla görülecek bir “seviye”nin de inşasını gerçekleştiriyordu. Aydınları, okuryazarları, edebiyatçıları, muhalifleri devletin ve sistemin içine dâhil ederek dönüştürmek iktidarın doğasında bulunur. Fakat Cumhuriyet idaresi bunu “düşük seviye”dekiler üzerinden gerçekleştirdiğinden kötü bir geleneğin başlamasına sebep oldu. Arkasında sağlam bir ulema ve ilim geleneği bulunan Cumhuriyet yöneticileri “diş geçiremeyeceği” hali hazır mirası yok sayarak, icat ettiği zayıf birikimi yüceltme söylemi içine girdi. Eğil Dağlar’daki, Aziz İstanbul’daki metinlerin yüksek niteliğine karşı Cumhuriyet idaresinin elçisi unvanıyla Behçet Kemal seviyesini kabul eden Yahya Kemal vakıası bu dönemin kısa bir özeti gibidir.

1939, sadece Türk siyasi hayatının değil aynı zamanda Türk düşüncesinin ivme kazandığı tarihlerden biridir. 150’liklerin affedilmesi kadar, ülke içindeki sindirilmiş siyasilerin de taltif edilmeye başladığı 1939 Türk düşüncesi, İslamcılık hareketi kıpırdamaya başladı. Hareket Dergisi 1939, Büyük Doğu 1943’te ilk sayılarını yayımladı. Sosyalizmin güçlenmesiyle, sistem içi dengeler farklılaşmaya başladıkça, aydın sınıf “entelektüel” kimlik kazanır gibi oldu. Akis, Forum, Ant gibi dergilerin yanında Yön, Türkiye’nin meselelerine eğilir, yeni arayışlara girerken tarihsel temellere de bakan yeni bir gelenek uç verme emaresi gösterdi.

Uzman aranıyor!

Aydının iktidarı, aydının iktidar hevesi, Tek Parti Dönemi sonrası “düşünce Sahrası”nda ideolojik güç üstünlüğünü kısa yoldan sağlayacak unsurlarla birlikte olmayı getirdi. Osmanlı sonrası şartlarda aydın, milletinin ve ülkesinin meselelerine ideolojisinin kurgusu ve diliyle baktı.

27 Mayıs sonrasında Türkiye’de iktidar ve ideoloji için aydın aranıyordu; 2000’lerin Türkiyesinde ise uzmanlar aranmaya başladı. Sistemin aydın üretimi, 80’lerle birlikte farklı boyutlara geçti. Aydın kavramının içi farklı meslek grupları, epistemik cemaatlerle doldu. Çevreden merkeze doğru seslenen ve kendini entelektüel bir farklılık olarak sunan aydın kesim, 2000’lere doğru sistemin taşıyıcısı durumuna gelirken, elinden ideolojiyi de, söylemi de, milleti de çıkarmış olarak temayüz etti.

Cumhuriyet idaresi, İslamcılık, Komünizm ve etnik milliyetçiliklerden soyutlanmış ve kariyerizme kendini teslim etmiş okuryazarlardan bir aydın kitle imal etti.

İster Cumhuriyet’in erken dönemlerinde isterse 60’lardan itibaren olsun aydın “toplum mühendisliği”ni, “yeni insan yaratma” hedefini, verili güç istenciyle birleştirmeye çalıştı. Aydının melankolisi, güç vehmini epistemolojisinde, müktesebatında görmesindeydi. Sistem, egosu, birikiminin çok çok önünde olan okuryazarları aydınlaştırırken, kadim ilmi gelenekle bağını kesmeyenleri dışta tutmayı sürdürdü.

“Aydın devşirmek” Cumhuriyet’in temayülü haline geldi; devşirilmiş aydının, iktidar ve sistemle ilişkisi, “organik aydın”dan çok daha ileri, kullanışlılığı çok daha etkiliydi.

Bugün artık televizyona çıkmayan, televizyondan geçmeyen fikir adamının, akademisyenin karşılığı hem okur nezdinde hem kamuda bulunmuyor. 90’lardan 2000’lere sarkan dönemde “akademi”den devşirilen aydının, Zürcher’den tarih, Foucault’tan iktidar, Weber’den sosyoloji, Watt’dan İslam aktarmayanın geçerliliği bulunmuyordu. Bugün, muhabirlikten bir anda köşe yazarlığına geçenler, kamuoyu araştırma şirketlerinin başındakiler aydın olarak taltif ediliyor. Dipte bir avuç isim tarihi millet varlığıyla ünsiyet geliştirerek çalışmalarını sürdürüyor. Aydın devşirmek kısa vadede geçerli, makbul ve etkili gibi gözükse de uzun dönemde sisteme, kendi camiasına zarar vermektedir. Düzeysizlikteki işlevsellik, Cumhuriyet idaresinin mirası olarak nesilleri teslim almayı sürdürüyor.

[email protected]