Aydınlar aslında kimden nefret ediyor?

Hasan Hüseyin Öz / Araştırmacı Yazar
7.07.2019

Yarı aydının en önemli özelliklerinden biri bu topraklara karşı duygularıdır. Sait Başer Hoca, Türk aydınının düşmanlık psikolojisinin ontolojik bir zorunluluk olduğunu söyler. Çünkü der, “Batılılaşmayı ideal alan modern Türk aydını, Grek-Roma-Hristiyanlık terkibi o dünyanın Türk’e düşmanlık algısı temelli evrensellik tezleri ile bize ‘oryantalist yaklaşımı’nın dışında bir ‘hakkı teslim’ insafıyla bakmayışın getirdiği ‘barbarlık’ ithamlarını da benimsemeye mecburdular!”


Aydınlar aslında kimden nefret ediyor?

Kimlik, şeyi özne kılan esastır” der Yalçın Koç Anadolu Mayası kitabında ve ekler: “bir şeyin kimliği, kimlik verdiği şeyin asli vasıflarının tamamını eksiksiz olarak kuşatır. Bazı asli vasıflar kuşatılamıyorsa, bu şeyin kimliği oluşmamıştır- bu durumda, ‘kimlik’den değil de sadece bir ‘kısmi belirlenim’den söz edilebilir. Kısmi belirlenim vasıtasıyla şey, özne kılınamaz ve bu yolla şey hakkında genel neticelere ulaşılamaz.” 

Son iki yüzyıllık tarihimizin en önemli gündem maddesi “kimliğimiz”. Yekpare bir dünya varmış gibi müptela olduğumuz ideallerin(!) peşinde değişen her konjonktüre göre kimliğimiz hakkında köksüz ve kısır kelimelerle örülmüş yeni tanımlar yapıyoruz. 

Dalkavuklar geçidi

Doğrudur son iki yüzyıllık tarihimiz kimlik bunalımımız tarafından belirlenmektedir. Çünkü gerçeklerden kaçıyoruz son iki yüz yıldır. Efsanelerle çevrili bir dünyada, yarım yamalak hayatların hikayesini yazmak zorunda kalıyoruz çoğu zaman. Her işimiz yarım yamalak. Onun için doğurmayan metinler, ruhsuz eserler ortaya çıkıyor. 

Oğuz Atay, 5 Eylül 1976 tarihinde günlüğüne düştüğü nokta bu çaresizliğin altını çiziyor: 

“İnsan yarımyamalakların hikayesini ömür boyunca anlatabilir mi? Bu, belki de dayanılmaz bir gerginliği ömür boyunca yaşamakla mümkün olur. Böyle bir sinirliliğe ne kadar katlanılabilir? İnsan her an kendini parçalayacak, kendi etinden kanından vererek yaşayabilir mi? Gerçeği aramak bu mudur? Böyle olanları görünce; bu sinirin insanı nasıl dondurduğunu gözledikçe, dehşet içine düşüyorum. Her şeyi yarım yapmış olmanın dehşeti de var bunun içinde. Yeni bir şık belki de tam bilmemekle mümkün olur.” 

Türk entelijansiyasının hali pür melali bu. Yeni bir şık belki de tam bilmemekle mümkün olur. Fakat ne tarih bırakır insanın peşini ne de kavramlar. Menfada dahi yüzleşmek zorunda olduğumuz hakikat bu. Siz ne kadar kendinizden kaçarsanız kaçın, ne tarih bırakır yakanımızı ne de tarihinizden süzülüp bugüne ulaşmış kelimeler.  

Konjonktürden beslenen, her devirde varolmayı becerebilen yarı aydınların cehenneme çevirdiği yazı hayatımızda, kimliğimiz için yine yeniden bir yol arıyoruz şimdilerde. “Herkesin haklı olduğu ve fakat bu hakkın başkalarının haksızlığı üzerine inşa edildiği bir zeminde” kimliğimize ilişkin hakikatlerin üzeri, yine bu çete tarafından üretilen efsanelerle örtülüyor. 

Kırk yıl önce kırk yıl sonra başlıklı bir hikaye bu. daha önce Attila İlhan üzerinden bu ifadeyi kullanmıştım. Şimdi de Oğuz Atay üzerinden kullanacağım. Çünkü kırk yıl önce aynı dertten muzdaripti “NAMUS”:  

“...İlerici, gerici her türlü akımların tekelini ellerinde tutan bir küçük yarı-aydın çetesi, yıllardır kendini yenileme gereğini duymadığı için bugün artık yerini kaybetmemek için ancak bezirgân oyunlarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır./... Üç kağıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmet-i islâm kurtulur. Bunlar ‘çürüyen et, dökülen diş’ gibidirler. Bayrak yaptıkları inançlarına rağmen, aslında inançsızdırlar. Kim hangi kapıdan ekmek yiyorsa, o kapının kulluğunu etmektedir. Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının kötü bölümü olan kapıkulu kurumunun temsilcileridir.” 

Oğuz Atay bu güruha “kültür gangsterleri” diyor. Her devirde varlar. Her olayda bu gangsterler konuşur. Hakikat adına konuşmaya kalkan namusu gürültünün içine hapsedip boğarlar. Onun için bu evrende “namus ve kimlik” ebedi sürgündür. 

1975 yılından yani bundan tam 44 yıl önce Oğuz Atay “Türk halkı bu insanlardan bir şey beklememeli” diyor. Fakat nafile! Aynı köksüz ve kısır kelimeler, aynı yabancılık ve garbın afakını her dem yeniden saran çirkefin laciverdiyle milletin üstüne abanmaya devam ediyorlar. 

Kim nereye kapılandı 

İnsan alışkanlıklarıyla milletler tarihleriyle var. Temerküz kampında deprenişleriyle varoluşunu ispat etmeye çalışan yığınlara inat, milletin tarihini omuzlamış ferdi birey yani ferdi vahid anın vacibinde fikri takibin de öznesidir. Aslında dünden bugüne yaşayan ve geleceği bu miras üzerine inşa eden ruh alışkanlıkları aşan ruhtur. Ne var ki, yarı aydınlardan oluşan gangsterler çetesi kapılandıkları yerin sözleriyle bu asil ruhu boğmaya çalışır. 

Çünkü, Sait Başer hocamın dediği gibi, “kimlik algısının tahakkümüyle kişiliğini kuramamış kimseler; muhâsebesi yapılmamış egolarının vahşetine de esir olduklarından, eğer güçleri egoizmlerini tahakkuk ettirmeye yeterse özendikleri sistem uğruna ZÂLİM, yetmezse özendikleri o dış algının hizmetkârı, hattâ kölesi olurlar.” 

Temel bir konunun altını çizelim... Modern düşünce, tamamen stratejidir. Biraz daha ileri giderek söylemeliyim ki, Grek Latin Kilise diyarında düşünce değil strateji vardır ve modern zamanlarda bu strateji kendini kapitalizm olarak göstermiştir. Yani, kölecilik müktesebatı yeni mevzuatlarla kendini kapitalizm olarak göstermiştir. Bugün dillerde pelesenk olan küresel yönetişim kavramı işte bu köleci düzene intisaptan başka bir şey değildir. 

Kim nereye kapılandı sorusu, bu gerçekler yani bu fikir diye sunulan mevzuat yığını ortaya konulduğu zaman cevaplanmış olur. Bizim Türkiye’de siyaset sorunu yoktur, Türkiye’de düşünce sorunu vardır deyişimizin sebebi de budur. Menfada yarımyamalak hayatların oluşturduğu deprenişleri, yine kölecilik müktesebatının kılıfı mevzuatlarla “özgürlük” diye kutsarsanız, milleti de kölecilik müktesebatına kul yaparsınız. 

Düşmanlık psikolojisi 

Yarı aydının en önemli özelliklerinden biri de bu topraklara karşı duygularıdır. Sait Başer hoca, Türk aydınının düşmanlık psikolojisinin ontolojik bir zorunluluk olduğunu söyler. Hoca, “Aydınlar Türk’e neden düşman” diye sorduğu yazısında çünkü der, “Batılılaşmayı ideal alan modern Türk aydını, Grek-Roma-Hristiyanlık terkibi o dünyanın Türk’e düşmanlık algısı temelli evrensellik tezleri ile bize ‘oryantalist yaklaşımı’nın dışında bir ‘hakkı teslim’ insafıyla bakmayışın getirdiği ‘barbarlık’ ithamlarını da benimsemeye mecburdular!” 

Tipik bağımlı davranışıdır bunlar. Robert Musil’in dediği gibi bağımlı birey, sırtını bir yere dayamayı, kabul görmeyi, yönetilmeyi arzular. Tipik geri kalmış aydın tipolojisidir bu. Fakat özgürlük fıtridir ve insanı zorlar. İşte şiddetin bir başka kaynağı… Kelimeler şiddetin aracıdır artık, içinden çıktığı topluma karşı. 

Gerçekten de nefret ederler bu ülkeden gangsterler çetesi. Her iki laflarından biri bu millet adam olmaz, bu ülkede yaşanmaz vs. Yeri geldi Cemil Meriç’in o meşhur analizini buraya alalım da konumuza devam edelim: 

“Türkiye’yi yaşanmaz bulanlar, Türkiye’yi yaşanmazlaştıranlardır. Yani aydınlar, karaborsacılar. Bir kelimeyle tesadüfün başlarına bir ikbal tacı veya imtiyaz miğferi oturttuğu şuursuz ve mesuliyetsiz herifler. Çağdaşlarına küfredince yükseldiklerini, günahlarından kurtulacaklarını vehmeden bir alay hergele. Bu memlekette yaşanır. Ama mülevves, fesatçı güruhunu İsrail’in “bouc émissaire”i (günah keçisi)  gibi, çalıp çırptıkları servetten tecrit edip sınırlar dışına dehledikten sonra.” 

Cemil Meriç’in analizini beynimize kazısak yeridir. “Aydınlar, karaborsacılar”; bu ülkede yaşanmaz derken aslında aynada kendi suratıyla kavga eden şizofrenin hikâyesi. Nefret kendindendir yarı aydının aslında. Çünkü yarımyamalak bilgilerin cangılında yarımyamalak bir hayattır onun hayatı. Namusunu bu yüzden çok kolay feda ediverir. Yani bir yere kapılanıverir ve bunun bedelini, içinde büyüdüğü topluma ve üzerinde yaşadığı vatana ödetmeye kalkar. 

Ama; hakikat hep galip gelecektir. Yeter ki, rasyonel yeti denilen bindiğimiz dalı keselim ve gönlümüze yönelelim. Bu gangsterler çetesinin bir türlü yol bulup çıkamadıkları alan gönlümüzde gizlidir. Biz kuşatıp aşanlarız. Reddimiz değil kimliğimizin zemini esastır. Son iki yüzyıllık menfada yaşadığımız gurbetten sılaya dönüş hikayesinin kodları işte burada gizlidir. 

[email protected]