Azgın kibir ve zayıf mahcubiyet

Dr. SEDAT RAHMİ YILMAZ/Sosyolog, Yazar
8.12.2012

Kürt sorununa yönelik cepheleşmede sıcak çatışmanın içinde olanlar bir tarafa bırakılırsa olayın sıra dışı analizlerinde konuşlananlar da konuyu sürekli bir hayıflanma edebiyatı çerçevesinde tartışıyorlar.


Azgın kibir ve zayıf mahcubiyet

Sorunun sınır ötesi dikkatlerle kontrol altında tutulan yapısını sık sık ihmal eden bu zayıf dil akışı, kolaycı analizlere fırsat veren kimi ögelerden hareketle gelişmeleri tanımlıyor ve aradığı adresi kestirmeden göstermeye hevesleniyor.

Son günlerde Kürt sorununun etnik ve ayrılıkçı milliyetçiliğin sınırlarını çoktan aşan boyutları hakkında pek çok yaklaşımla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı değil. Sorunun müştemilatını, müktesebatından bağımsız bir şekilde ele almanın mümkün olmayacağından hareketle Cumhuriyet’in kuruluş iklimine sık sık atıfta bulunulurken, devletin otoriter ve tektipçi müdahaleleri canlı tutulmakta ve mevcut durumun kadim bir Türkleştirme politikasının doğal sonucu olduğu, dolayısıyla bu ateşli kalkışmada karşı tarafta yer alanların insani bir özden hareket ettiklerine sık sık vurgu yapılmaktadır. Yanı sıra bu analizlerin şehvetine katılanların pek çoğu da Kürt sorununun oldukça ayartıcı/yakıcı sürekliliği karşısında anlaşılması güç bir utanma ve hayıflanma edebiyatıyla konunun daha da karmaşık bir hal almasına destek oluyor. Bu çerçevede din de Türklük de, hatta kendi varoluşsal kimliğini İslam imanıyla bütünleştiren Kürtlük de bir utanç vesilesi olarak lanse ediliyor. Daha da ileri gidilebiliyor ve bu coğrafyanın farklılıkları tolere eden dünyasının bir yanılsama olduğu sözümona kanıtlanabiliyor; aidiyet ve referans dünyası belirsiz bir gelecek adına “itinayla” çökertilebiliyor. Başlangıçta Cumhuriyet’in kurucu politikalarına eleştirel bir çıkıştan beslenen bu dil, sorunun envanteri ve maliyeti hakkında mevcut tarafgirliklerin ya da saplantılı analizlerin dışında kalarak yeni bir dil kurma heyecanı taşıyan hemen her sesi takbih etmekte, küçümsemekte ya da şeytanlaşması için telkinlerde bulunmaktadır.

Dinin yeri neresi?

Hiç kuşkusuz bu bağlamdaki değerlendirmeler içinde “din”in yeri, önemi, etki ve katkısı da aynı şekilde dışlayıcı bir muameleye tabi tutulmaktadır. Kürt sorunundaki cepheleşmede sorun üzerine kafa yoran hemen herkesin eninde sonunda taraflardan birinin diline tabi olmaya mahkûm olması sanki bir kaderdir. Böylece şu ya da bu şekilde verili çatışma zemininde karar kılan paydaşlar karşısında ortalığı sakinleştirici açılımların, durumu düzeltme iradesi taşıyan müzakerelerin, sorunu soğutma ya da yumuşatma niyeti taşıyan reflekslerin, kafa yormaların, vicdani adanmışlıkların hiç mi hiç anlamı yoktur.

Arka planda olup bitenler dert sahibi pek çok kimseye karanlık gelse bile bu cephede gizli saklı pek çok dolabın döndüğünden sonuç olarak hiç kimsenin kuşkusu yok. Kirli, akçeli işlerin kıyısında bir istismar sermayesi olarak Kürtlük daha da sorunsallaştırılırken Türklük ve İslamlık her türlü muzırlığın mazeret kaynağı olarak sigaya çekiliyor. Böylece Kürtlüğün dışına savrulan her şey kendini savunmaya muhtaç bir karakter derekesine düşürülüyor.

Kürt aktivistler, yüksek insani kriter ve hedefler söz konusu olduğunda başka herkes kadar konuşabilmeleri, başka herkes kadar dertlerini ifşa etmeleri pekala mümkünken bugün artık her ses çıkarışlarında kendi mevzilerini kazmaya zorlanan karşı bir dili de palazlayıp örgütlediklerini fark etmiyorlar. Sonuçta bu simetrik yapıya dahil edilen yeni aktörler de çoktan mevcut tarafgirliklerin kıyısında kalan bir insaf, adalet ve vicdan desteğine ihtiyaç duymuyor. Bu dilin beslendiği kaynaklar, bu dilin geliştiği ortamlar da giderayak reddediliyor. Nihayet “vicdan hangi vicdan”, “adalet hangi adalet” çıkışlarıyla sorun insani duyarlılıklar temelinden hızla uzaklaştırılıyor. Savaş makinesi insani arayışları, muhasebe ve mükaleme olanaklarını bir bir yutup bitiriyor.

Ne var ki bütün bu keşiflerin giderek daha da yalnızlaşan, birbirine sırtını dönmeye hazır bir kitlenin insani ve ahlaki sınırlarını çoktan taciz etmeye başladığını da vurgulamak gerekir. Kürt kalkışmasını ağır insan hakları ihlalleri bağlamında değerlendirmekten hızla uzaklaşan yeni bir dil giderek Türklüğü, İslamlığı ve bu çerçevede ele alınabilecek pek çok değer ve hasleti de Kürtlüğün geleneksel muarızları arasında “saydırmaya” yöneliyor. Etnik ayrımcılığa öteden beri mesafeli durmuş ve bu duruşlarını kendi sabitelerinin güçlü birer önkabulü olarak görmüş bir geleneğin bu saate kadar gösterdiği özen ve dikkatin bugün azgın bir kibirle sorgulanması dikkat çekicidir. İşin daha da ilginç tarafı sorunu dinsel ya da ahlaki, felsefi ya da ideolojik perspektifler marifetiyle anlamaya, empati kurmaya, ötekinin dünyasıyla hemhal olmaya çalışanlar çatışma zemininin herhangi bir ucuna ilişmeye çağrılıyor, gerilimin parçası olmak için diri kalmış tüm değerlerin heba edilmesine ortak ediliyor.

Basında birkaç haftadır devam eden yeni bir tartışma periyodunda Türklüğün ya da İslamlığın mevcut sorunların esaslı bir parçası olarak ne vaat edebileceği noktasındaki arayışları üstünkörü bir edayla reddeden çığırtkan seslere karşı oldukça derinlikli birtakım analizler de yayınlanıyor. Bunlar uyarıcı, hafıza tazeleyici, silkeleyici özellikleriyle dikkat çeken, muarızlara adalet telkini yapan, aktivistleri epeydir ihmal edip açıkça kaytardıkları insanlık dersine çağıran yazılardan oluşuyor. Ne oldu da Türklük bu cepheleşmenin müzmin bir fenomeni haline getirildi? Ne oldu da İslam bütün bu olup bitenlerin temel kaynağı olarak “ti”ye alındı.

Öteden beridir bir iftihar vesilesi olarak Türklüğü de Kürtlüğü de kendi etnik ve kültürel kabuklarının içine çekmeye yol açan bu gidişat karşısında her zaman bütün bu kabuller dünyasının dışında kalmayı başaran İslam nasıl olup da zulme tavassut eden herhangi bir yönelimin parçası olarak tanımlanabilir? Her zaman fıtratın çizgisini güncelleme iddiasıyla varlığını sürdüren İslam hemen her bağlamda değerler dünyasının yeni skalalarını belirlerken bugün ne oldu da çoktan harcanmış Türklüğün “kötücül” bileşenleri arasına dahil edilerek teşrih ve tecrit edilmeye başlandı?

Türklük ve Kürtlüğü İslam’la olan organik bütünlüğü içinde mahkûm eden ve birbirinden yalıtılmış kuru birer etnik âbideye dönüştürmeye çalışan müdahale o kadar güçlü ilerliyor ki kendini İslam görenler de Türk ve Müslüman sayanlar da sonuçta âbidevi Kürtlük imgesi karşısında zaafa düşüyor, hidayeti yeni teslimiyetlerde aramaya başlıyorlar. Bu zayıf mahcubiyet bir aczi mi yoksa derin bir kopuşu mu ima ediyor?

[email protected]