B planı ABD’nin Bilinçaltı

Prof. Dr. Birol Akgün / SDE & YBU
5.03.2016

11 Eylül sonrasında Bush’un “yeni haçlı seferi” sözünü ağzından kaçırması gibi, Kerry’nin “B planı” açıklaması da bilinçaltının dışa vurumu olarak görülebilir. Bölgede bir harita oyununun nelere sebep olacağını ise ya görmek istemiyorlar ya da her türlü gelişmeyi göze alarak kaos planları için fırsat kolluyorlar.


B planı ABD’nin Bilinçaltı

Artık beşinci yılına giren Suriye krizinde ilk kez ateşkes ilan edildi. BM tarafından desteklenen ateşkesin siyasi çerçevesi, aralarında Türkiye, İran ve S. Arabistan gibi bölge ülkelerinin de bulunduğu uluslararası Suriye destek grubunun 11 Şubat’taki Münih toplantısında kararlaştırıldı. ABD-Rusya öncülüğünde koordine edilen “düşmanlıkların durdurulması” kararı 27 Şubat itibariyle fiilen yürürlüğe girdi. Daha ilk gününde Şam rejimine bağlı güçler ve Rus uçaklarının bombalamaya devam etmesi nedeniyle muhaliflerce ateşkes ihlali yapıldığına ilişkin ciddi uyarılar yapılsa da ilerleyen günlerde çarpışan tarafların karara bağlılık konusunda daha dikkatli olmaya başladıkları görülmektedir. En kritik konu ise Suriye’nin geleceği hususunda bugün ateşkesi destekleyen iç ve dış aktörlerin siyasi yol haritaları ve bunu uygulayacak metotlarıdır. Sadece Suriye’de değil, tüm bölgede kalıcı barış ve istikrar nasıl sağlanacaktır ve bölge ülkelerinin siyasi birlikleri korunabilecek midir?

BM’nin 18 Aralık 2015’te aldığı 2254 sayılı kararda rejim ile muhalefet arasında BM aracılığıyla diyalog sürecinin başlatılması, ülkede çarpışan taraflar arasında ateşkes ilan edilmesi, altı ay içinde iktidar ve muhalefet arasında bir geçiş hükümetinin kurulması ve nihayet 18 aylık dönemde de yeni bir anayasanın yapılarak seçimlere gidilmesi öngörülmektedir. Bu sürecin ilgili aktörlerle işbirliği halinde ABD ve Rusya öncülüğünde yürütülmesi beklenmektedir. BM kararına istinaden Cenevre’de Suriye özel temsilcisi De Mistura’nın arabuluculuğunda başlatılan görüşmeler tıkandığı için 25 Şubat’a kadar görüşmelere ara verilmişti. Özellikle görüşmelerin yeniden başlaması için muhalefet tarafından rejimin ve Rusya’nın bombalamayı durdurmaları, kuşatma altındaki bölgelere insani yardım yapılması ve tutuklu muhaliflerin rejim tarafından serbest bırakılması şartları öne sürülmüştür. İşte Münih toplantısında kararlaştırılan ve uygulamaya sokulan geçici ateşkes antlaşması bir anlamda Cenevre’de başlayacak olan ve Suriye iç savaşının kalıcı biçimde bitirilmesini amaçlayan diplomatik müzakerelerin önünün açılmasını sağlayan bir ara çözüm olarak görülmelidir. Antlaşmayla ilk defa kuşatma altındaki bölgelere Kızılay ve Kızılhaç gibi yardım kuruluşları vasıtasıyla insani yardım ulaştırılmaktadır. Yıllardır bomba altına yaşamlarını sürdüren sivil halk da ilk kez rahat nefes almıştır.

Ancak Suriye halkının en çok merak ettiği şey, ateşkes sürecinin kalıcı olup olmayacağı ve Suriye’nin siyasi geleceğinin ne olacağıdır. Zira beş yıl önce hak, özgürlük ve demokrasi adına sokağa çıkan ve silahlı mücadeleyle ülkedeki diktatör Esed rejimini devirmeyi amaçlayan halk kitleleri bu uğurda inanılmaz maliyet ödemişlerdir. Bazılarına göre çeyrek milyon; bazılarına göre de yarım milyon insan hayatını kaybetmiştir. 5 milyona yakın Suriyeli ülke dışına kaçarak mülteci durumuna düşmüş, bir o kadarı da ülke içinde yer değiştirmiştir. Bu demografik değişiklikler, aynı zamanda Suriye’nin içindeki sosyolojik haritayı da etnik ve mezhepsel temelde yeniden tanımlamıştır. Rejimin kontrolü altındaki bölgelerdeki Sünni nüfus bilerek seyreltilmiştir. DAEŞ’in kontrolü altındaki bölgelerde Nusayri nüfus; PYD bölgesinde ise Marksist düşünceye inanmayan kim varsa göçe zorlanmıştır. Dolayısıyla kadim bir medeniyet merkezi olması nedeniyle antik dönemlerden bu yana çok kültürlü bir coğrafya olan Suriye ne yazık ki mezhepsel ve etnik olarak çoğulcu karakterini yitirmeye başlamıştır. Başta Cenevre görüşmeleri olmak üzere uluslararası toplumun en zor işi bu anlamda Suriye’nin siyasi haritasının bütünlüğünün nasıl korunacağıdır.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, yaptığı bir açıklamayla, eğer Suriye’de ateşkes sağlanamaz ve geçiş süreci ilerlemezse kendilerinin bir “B planına” sahip olduklarını söyledi. Türkiye’de de büyük yankı uyandıran bu açıklama Amerika’nın Suriye’yi siyaseten parçalara ayırma hazırlıkları yaptığı şeklinde yorumlandı. ABD yönetimi ve Batılı güçlerin, Ortadoğu konusunda sicilleri oldukça kabarık. Bölgedeki siyasiler ve entelektüellerin bu tür spekülatif açıklamalara siyasi alerji duymalarını yadırgamamak gerek. Mısır’ın önde gelen düşünürlerinden olan Fehmi Huveydi’nin geçen hafta yayınladığı bir yazısının başlığı tam da bölgedeki aydınların derin kuşkusunu özetler biçimdeydi: “Arap dünyasının sınırları da varlığı da tehdit altında.” Peki nedir bu derin kuşkunun altını besleyen gerçekler?

‘Revizyon’u doğal hak görüyorlar

Öncelikle Arap baharı sürecinin altında yatan bölge halklarının “ekmek, onur ve özgürlük” arayışı hala gerçekleşmiş değildir. Kısmen Ürdün, Fas ve Tunus gibi Arap ülkelerinde halkı rahatlatacak yönde sınırlı adımlar atılsa da, çekirdek Ortadoğu’da maalesef demokratikleşme süreci statüko güçlerinin darbe (Mısır), iç savaş (Suriye, Yemen) ve siyasi oyunlarla (Libya) durduruldu. Ancak değişim ivmesini sokağa taşıyan Arap uyanışının yarattığı toplumsal bilinç ve gençlik enerjisi ortada bastırılm(ış olarak beklemektedir. Bölge ülkelerinde DAEŞ ve benzeri yapılar üzerinden ortaya çık(artıla)n kaotik ortam, Arap ülkelerini bölgesel ve küresel güçler açısından müdahale edilebilecek bir siyasi coğrafyaya çevirmiştir. Suriye, Libya, Irak ve Yemen gibi ülkeler iç bütünlüğünü kaybetmiş, başarısız devletlere dönüşmüş durumdalar. Bazıları bu kırılgan devletler haritasını Pakistan’dan Fas’a kadar uzatmaktadırlar.

İkincisi, stratejik askeri ve siyasi olarak hala güçlü olan Batı dünyası için Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerin sınırları uluslararası sınırlar olarak tanınsa da onlar için kutsal değildir. Zira bu sınırlar 100 yıl önce zaten kendilerince çizilmiştir ve bir asır sonra o siyasi haritalar üzerinde revizyon yapmayı neredeyse doğal hakları olarak görme eğilimindeler. Bugün ABD başkan yardımcısı olan Joe Biden’in 2006’da Leslie Gelb ile birlikte hazırladığı ABD’nin “Irak’tan çıkış” stratejisi raporunda Irak’ın üç federal yapıya bölünmesi savunulmuştu. Yine aynı yıl Askeri bir dergide ABD stratejik aklının üzerinde fikir jimnastiği yaptığı ve pek çok ülkenin haritasında değişiklik öngörülen harita yayınlanmıştır. Benzer haritalar 2012 yılında Atlantik dergisinde de yayınlanmıştır. Phlip Gordon gibi eski ABD diplomatının ülkenin önde gelen düşünce kuruluşlarından RAND için hazırladığı Suriye raporu da üç bölgeli bir Suriye’den bahsediyor. Daha eskiye gidildiğinde Arap dünyasının en çok kullandığı argüman ise 1982 yılında bir İsrail dergisinde yayınlanan meşhur Oded Yinon planına dayanır. Yinon projesi ise, tarihsel Siyonist hafızada var olan Nil ve Fırat havzasındaki ülkelerin, İsrail ve Yahudiler için yaşam alanı haline getirilmesi amacına yönelik olarak etnik ve mezhepsel temelde yeniden inşa edilmesini öngörür.

Direniş hattı kurulmalı

Dolayısıyla Kerry’nin “Suriye’de B planımız var” açıklamaları, özellikle Türkiye gibi tarihsel bir müttefiki ile PYD üzerinden karşı karşıya gelmeyi göze aldığı da dikkate alındığında, küresel aktörlerin, Suriye ve bölgenin geleceğine ilişkin politikalarını geçmişe yönelik olarak yeniden değerlendirme ihtiyacını ortaya çıkartmaktadır. Irak’ın işgaliyle başlayan ABD politikasının, Irak’ta sürdürülebilir bir siyasi ve askeri yapı oluşturmadan neden bölgeyi terk ettiği ve ‘Arap Baharı’ sürecinde neden bilerek perde arkasına saklandığı sorgulanmalıdır. Hatta Rusya’ya Ukrayna ve Suriye konusunda neden bu kadar alan açtığı da... Hülasa 11 Eylül sonrasında Bush’un “yeni haçlı seferi” sözünü ağzından kaçırması gibi, Kerry’nin “B planı” açıklaması da bilinçaltının dışa vurumu olarak görülebilir. Böyle bir harita oyununun nelere sebep olacağını ise ya görmek istemiyorlar ya da her türlü gelişmeyi göze alarak “yaratıcı kaos” planları çerçevesinde harekete geçmek için fırsat kolluyorlar. Türkiye ve Almanya’nın yaklaşan tehlikeyi görerek yakınlaşması boşuna değil. Zira bölge karışırsa Avrupa’ya yılda bir milyon değil; on milyonlarca mülteci akın edecektir. Avrupa bunları sezmeye başladı gibi.  Dahası Türkiye’nin islam dünyası ile son zamanlarda geliştirmeye çalıştığı askeri-stratejik işbirliklerini de bu gözle görmek gerekiyor. Her şeye hazırlıklı olmalıyız. Bunun için de bölgedeki özellikle demografik-askeri ağırlığı olan ülkeler arasında (Türkiye, İran, S. Arabistan, Mısır, Pakistan) acilen güvenlik öncelikli bir siyasi diyalog mekanizması kurulmalı ve dışarıya karşı bir siyasi direniş hattı inşa edilmelidir. Zaman daralıyor.    

[email protected]