Babil’de hasta, şifasını sokakta dilenirdi

Koray Şerbetçi/ Tarihçi-yazar
16.03.2019

Şifa aramanın tarihine bakmak için insanlığın medeniyet iklimlerine dolaşırken Antik Yunan’ın uygarlık bahçesine uğrarsanız birbirini iten iki iddia karşınıza çıkar. Bunlardan birisi Heraklitos’un “Her şey değişir” iddiası iken bir diğeri ise Parmenides’in : “Hiçbir şey değişmez” ısrarcılığıdır.


Babil’de hasta, şifasını sokakta dilenirdi

İnsan yaşamını nitelikli kılan en büyük etken kuşkusuz sağlıklı bir bünyeye sahip olmaktır. Tarih boyunca insanoğlu da sağlığını korumak yani hasta-lıkları kendinden uzak tutmak için türlü çarelere başvurmuştur. Basit bir yaşam süren kabilelerdeki şamanların pastoral uygulamalarından günümüz modern hekimlerinin bilimsel yöntemlerine kadar hastalıkları tedavi etmenin de uzun ve ilginç bir hikayesi vardır. Bu hikayenin kahramanları olan hekimlerin tarih boyu hastalıklara karşı uyguladıkları stratejiler de değişmiştir elbette.

Türkiye’de Tıp Bayramı, 14 Mart tarihinde kutlanmaktadır. Bu özel günün tarihçesine bakıldığında; bizdeki pek çok modern uygulamanın baş-latıcısı Sultan II. Mahmut döneminde modern sağlık eğitimi veren Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’nin 14 Mart 1827’de açılmasını görürüz. Bu tarih Türkiye’de modern tıp eğitiminin başladığı gün olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle okulun kuruluş tarihi olan 14 Mart, Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Şifa aramanın tarihine bakmak için insanlığın medeniyet iklimlerine dolaşırken Antik Yunan’ın uygarlık bahçesine uğrarsanız birbirini iten iki iddia karşınıza çıkar. Bunlardan birisi Heraklitos’un “Her şey değişir” iddiası iken bir diğeri ise Parmenides’in : “Hiçbir şey değişmez” ısrarcılığıdır. Baştan söylemek gerekirse bu iki büyük söz karşısında kafanızı karıştıran  “Peki biz şimdi hangisine inanacağız?” çaresizliği aşılmayacak bir bariyer değildir. Her ikisi de doğrudur. Zira insanoğlu hem değişir hem de aynı kalır.

Bu noktada tarihin sayfalarını çevirdiğimizde ilginç levhalar çıkar karşımıza. Evet, tarihte insanlar hastalanmıştır. Bu değişmez. Ama hastalıkla-ra karşı mücadele tutumları değişmiştir. Bu farklılıkların renkleriyle tıbbın tarihine baktığımızda ilginç bir tablo çıkar meydana. Şimdi insanın hastalık-lar karşısındaki bu farklı tutumlara bir göz atalım.  

Hastalık aktarma

Heredot’un bize anlattığına göre Babilli biri hastalanınca soluğu hastanede ya da hekimde almazdı. Nereye mi giderdi? Babil kültüründe hasta-lanan kişi kent meydanına getirilirdi. Çünkü Babil’de kurumlaşmış bir hekimlik yoktu. Meydandan gelen geçen ve hastayı gören herkes, zavallı insana hastalığı üzerine bir takım öğütler verirdi. Kimi kendi başından geçen süreçten çıkardığı dersi anlatır, kimi de komşusunda ve yakınında tanık olduğu tedaviyi aktarırdı. Herkes deneyimlerini ve fikirlerini söyler ve zavallı hastaya kurtuluş reçeteleri verirdi. Hatta bu iş o denli önemsenirdi ki hastayı orada görüp de ona bir tavsiyede bulunmadan öylece geçip gitmek de yasaklanmıştı.

 Sonuç mu? Bilmiyorum. Yani kaynağımız bundan ötesinde susuyor. Kim bilir kaç Babilli şifa bulayım derken yanlış tedavi sonucu öldü ya da sakat kaldı.

Ama Sümer, Babil ve Asur gibi kadim Ön Asya toplumları hastalığı özünde tanrıların insanlara bir cezası olarak gördüklerinden tedavi için tıl-sımları, muskaları ve kurbanları tedavinin ayrılmaz bir parçası kılmışlardır. Tıpkı Ortaçağ Avrupa’sında papalık makamı gibi. Papa III. Innocent de bu fikirde olduğundan, hekimlerin hastayı günah çıkarılmadan tedavi etmesini yasaklamıştı. Bu sebeple vebalı hastaya bir hekimle birlikte bir rahip de gitmek zorunda kalıyordu. Bu nedenle 14. yüzyıldaki büyük veba salgınında en çok kayıp verenlerin başında hekimler ve rahipler geliyordu.

Bunun yanında halk hekimliğinde hastalıkların nesnelere aktarılması yöntemi de ilginç tedavi yollarından birisiydi. Siğillere sürülüp sonra yol kenarına savrulan taşlar mı dersiniz, bir kurbağayı canlı canlı ağzınızda tutup ona ülserinizi aktardıktan sonra dereye salıvermek mi dersiniz daha neler neler. Daha da ilginci hastalık ve renk arasında bir bağlantı olduğu inancıydı. Anadolu halk hekimliğinde yaygın olan,  kızamık ve kızıla yaka-lanan çocuklara kırmızı giysiler giydirilmesi ciddiye alınan bir tedavi yöntemiydi.

Tavana asma yöntemi

Çin Hanedanı döneminde (M.S. 265-420) Lushan Dağı’nda yaşayan ve yetenekli bir hekim olan Dong Feng hastalarından ücret almaz, bunun yerine ciddi hastalıkları tedavi olanlardan beş tane, hafif rahatsızlıkları tedavi olanlardan ise bir tane kayısı ağacı dikmelerini istermiş.

Ama belki de en tuhafı Avrupa’da yaşanan ve tarihi kayıtlara da geçmiş bir olaydı.    Habsburgların ilki, Kral I.Albrecht, bir gün sofrasına ku-rulmuş av etlerini ve balıkları afiyetle yerken birden bire fenalaştı. Bu hali hasımlarının kendisini zehirlediklerine yordu. Haksız da değildi hani. O dönemde zehirlemek, siyasi rakipleri ortadan kaldırmak için çok sık başvurulan bir yöntemdi.

Kral derhal hekimleri çağırttı. Hekimler muayeneden sonra macunlar ve şuruplar hazırlayıp kralı tedaviye koyuldular. Ama ilaçlar kâr etmedi. Kral daha da kötüye gitti.  Bu sefer işin uzmanı olan hekimler zehrin göz, kulak, burun ve ağız yoluyla vücuttan dışarı akması için koskoca kralı, kasap vitrinindeki koyun misali bacaklarından bağlayıp tavana astılar. Ölüm korkusu her bir yanını sarmış olan kral, bu öneriyi çaresiz kabul etti. Ama iyileşmek şöyle dursun, saatlerce ayaklarından tavana asılan kralın bir gözü kör oldu ve kral bu tuhaf uygulama sonucu akıl sağlığını yitirdi.

Tabii herkes zehirlenmeye odaklanınca, kralın sofrasının hazırlanmasından sorumlu zavallı iki hizmetkar da baş şüpheli oldular. Bu iki zavallı adam korkudan, masum olduklarını kanıtlamak için masada ne var ne yok yediler ki kralı kendilerinin zehirlemedikleri meydana çıksın. Ama iki hizmetkara bir şey olmadı. Çünkü masadaki yemeklerde zehir yoktu. Mesele kralın basit bir mide bozukluğuydu.

Belki de böyle bir durumu yüzlerce yıl önce hissettiğinden, Pontus kralı Mitrades, zehirlenme korkusu bir takıntıya dönüşünce kendi işini kendi görmek istemiş, kendisince bir tedavi yöntemi belirlemişti. Takıntılı kral, her gün çok küçük miktarda zehir alarak bünyesini zehire karşı korunaklı hale getirmişti. Gerçekten de Romalılara mağlup olunca kahrından intihar etmek istediğinde çok güçlü bir zehir içmesine rağmen zehir kendisine öldü-rücü bir etki yapmamıştı.

‘Zıddıyla tedavi etmeli’

Başka bir kafa karışıklığı da tıbbın büyük üstatlarından ileri gelir. Zira tıp deyince ortalama her insanın da bildiği isim Hipokrat’tır. Hipokrat’ı önemli kılan, hastalıkların sebebinin, kötü ruhlar, tanrılar, günahlar olmayıp, vücudun içindeki bir değişikliğin neticesi olduğunu vurgulamasıydı. Ama zamanla işler yine karıştı. Çünkü Hipokrat “benzeri benzeriyle tedavi etmeli” derken, tıp kurucu babalarından Bergamalı Galenos ise “zıddıyla tedavi etmeli” ilkesini getiriyordu. O zaman soğuk aldığımızda sıcak bir fincan ıhlamur mu yoksa buz gibi bir bardak limonata mı içmek faydalı diye de düşünmeden edemiyor insan.

Son olarak tedaviye başka başka yaklaşımın bir örneği de Ortaçağ Ortadoğu’sunda yaşanır. Devir Haçlılar devridir. Batı’dan İslam beldelerine akan Haçlılar Kudüs başta olmak üzere belli yerleri ele geçirir ve feodal devletçikler kurar. İslam beldelerindeki bu politik Hıristiyan adacıkları ile İslam emirlikleri arasında kah savaş kah ticaretle inişli çıkışlı bir ilişki ağı kurulur. Olay bir Haçlı kalesinde geçer. Kalenin feodal beyi, İslam tıbbının ileri düzeyini bildiğinden komşu Müslüman emirden kalesine bir hekim göndermesini ister. Teklif kabul edilir ve hekim Haçlı kalesine gider. İşte tam bu noktada İbni Munkız, o hekimden bizzat dinlediği şu olayı aktarır:

“Bana, bacağında büyümekte olan bir çıban bulunan bir savaşçı, bir de delimsek, kuruluk hastalığına yakalanmış bir kadın getirdiler. Savaşçıya çıbanı açıp iyileştirecek bir merhem uyguladım, kadına da tabiatını nemlendirecek bir perhiz verdim. Derken Frenk hekim geldi ve onlara ‘Bu adam tedavi konusunda hiç bir şey bilmiyor’ dedi. Sonra savaşçıya, ‘Tek bacakla yaşamak mı istersin, yoksa iki bacakla ölmek mi?’ diye sordu. Adam, ‘Tek bacakla yaşamak isterim’ diye cevap verdi. Hekim, ‘Öyleyse bana güçlü bir asker, bir de keskin bir balta getirin’ dedi. Bir savaşçı, elinde baltay-la geldi. Ben de yanlarındaydım. Hekim, hastanın bacağını bir kütüğün üzerine koydu ve askere, baltayla bacağa vurup bir defada kesmesini emretti. Gözlerimin önünde asker baltayla vurdu, ama bacak kopmadı. Adam bir daha vurdu. Bu vuruşla bacağın iliği çıktı ve savaşçı oracıkta öldü.

Sonra kadını muayene etti. ‘Bu kadının başında şeytan var, ona sahip olmuş. Saçını kazıyın’ dedi. Saçını kazıdılar ve kadın yeniden onların hardal ve sarımsaktan ibaret olan perhizlerine devam etti. Kuruluğu daha da arttı. Bunun üzerine hekim ‘şeytan onun başının içine girmiş’ dedi. Bir ustura aldı ve kafa derisini haç şeklinde çizdi. Çiziğin ortasından itibaren kafatası ve kemiği açılıncaya kadar deriyi soydu ve orayı tuzla doldurdu. Kadın ruhunu hemen teslim etti.”

Yazılanlar, tarihte yaşanmış ve daha yüzlercesini anlatabileceğimiz ilginç tedavilerden küçük bir bukettir. Ne diyelim; sağlık olsun!

@koray_serbetci