‘Bağımsız Kürdistan’ hedefi gericiliktir

ALİ ASLAN / SETA Araştırmacı
1.08.2015

PKK çizgisindeki Kürt hareketi, postmodern bir bölgesel düzene geçişe destek vermek yerine modern dönemde kendilerinden esirgenen bağımsız ulus-devlet hedefinin peşine düştü. Bu siyaseten “gerçekçi” bir adım olsa da, tarihi akış açısından “gerici” bir tercihtir.


‘Bağımsız Kürdistan’ hedefi gericiliktir

PYD lideri Salih Müslim, 22 Temmuz’da Suruç’ta yaşanan bombalama eyleminin ardından Türkiye’nin PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarına yönelik hava saldırısı başlatmasına tepki olarak Londra merkezli Al-Hayat gazetesine bir röportaj verdi. Röportajda Müslim, PYD’nin silahlı kanadı YPG’nin Esad yönetiminin ordusuna katılabileceğini belirtiyordu. Lakin PYD’nin elde ettiği mevcut kazanımların heba edilmeyeceği, yani Kürtler açısından eski Baas düzenine dönülmesinin söz konusu olmadığının da altını kalın harflerle çiziyordu. Bu, bağımsız Kürdistan hedefinden geri dönülemeyeceğinin net bir şekilde ifade edilmesiydi. Müslim’in açıklamalarını daha da ilginç kılan ise, Beşar Esad’ın yerel yöneticilere yaptığı konuşmanın Suriye televizyonunda yayınlanmasından hemen sonra gelmiş olmasıydı. Esad konuşmasında rejime bağlı ‘Suriye Arap Ordusu’nun insan gücü sıkıntısı yaşadığı ve bazı bölgelerde taktiksel geri çekilmelere gidildiğini belirtiyordu.

PYD-Esad yakınlaşması

Her şeyden önce bilinen bir gerçeği hatırlatalım, Esad rejimi ile PYD arasında yakınlaşma ve iyi ilişkiler yeni bir durum değil. Suriye’de Kürt hareketi, Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçradığı 2011 yılı başlarında Suriye muhalefetiyle birlikte hareket etmişti. Ancak sivil gösterilerin aynı yılın yaz aylarında silahlı çatışmaya evrilmesiyle birlikte Suriye muhalefeti içerisinde yer alan diğer gruplardan bağımsız hareket etmeye başladı. Türkiye’nin tüm çağrılarına rağmen Suriye muhalefetiyle arasına mesafe koydu ve kendisine farklı bir yol çizdi. Esad rejimini demokratik reformlara zorlamak ya da silahlı mücadeleyle iktidardan uzaklaştırmak hedeflerinden vazgeçerek, Suriye’nin kuzeyinde otonom bir Kürt bölgesi ve Türkiye sınırı boyunca kantonlardan oluşan bir Kürt koridoru oluşturma hedefine yöneldi. Bunun karşılığında Esad rejimi de bu bölgeyi PYD’ye bırakarak dikkatini diğer alanlara çevirdi. Bunun neticesinde, rejim karşıtı muhalif blok parçalanıyor, bu blok içerisinde yer alan farklı gruplar arasında çatışmaların yaşanmasına zemin hazırlanarak Esad rejiminin ayakta kalması kolaylaşıyor ve aynı zamanda Kürt kartı üzerinden Arap Baharı sürecinde muhaliflere destek veren Türkiye cezalandırılıyordu.

DAEŞ üzerinden meşruluk

Bununla birlikte, Suriye’de iç savaş şartlarının yerleşiklik kazanmasıyla ortaya çıkan otorite boşluğu, DAEŞ gibi bir terör örgütünün büyüyüp serpilmesiyle sonuçlanmaktaydı. DAEŞ zamanla, Esad rejiminden zaman zaman aldığı destek ve ülkede yerli ve savaşan radikal unsurları peyderpey bünyesine katmak kaydıyla bölgede önemli bir siyasi nüfuz elde etmekteydi. DAEŞ’in PKK çizgisindeki Kürt hareketi açısından en önemli işlevi, Batı’da bir çok ülkenin terör listesinde yer alan örgütün “radikal İslamcı terörü”ne karşı mücadele veren seküler bir güç imajı altında tekrardan meşrulaştırılması oldu...

PKK’nın Suriye kolu olan PYD konusunda ise Batı bu süreçte daha ileri bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin DAEŞ ve PKK terör örgütlerine yönelik başlattığı askeri operasyon sürecinde ABD’nin, PKK ile PYD’yi birbirinden ayrıştırma konusunda gösterdiği özende kendini belli etmektedir. ABD’li yetkililer Türkiye’nin PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarına yönelik operasyonlarını ‘öz-savunma hakkı’ başlığı altında kabul ederken, ısrarla PYD’ye yönelik bir askeri operasyona karşı olduklarını vurgulamaktalar.

Peki madem ABD PYD’nin bu kadar arkasında, neden Salih Müslim kendini Esad rejimi ile yeni bir ittifak açıklaması yapmak zorunda hissetti? Bu taktiksel hamlenin birkaç boyutundan bahsedilebilir. Öncelikle, PKK ile PYD arasındaki organik ilişki göz önüne alındığında, ABD’nin Türkiye’yi PKK’ya tercih etmiş olmasının da ürkütücü etkisiyle, Müslim’in ABD desteğinden yeterince emin olmadığını söylemeliyiz. Kürt koridorunu bütünleyecek ve denize taşıyacak son halkanın tamamlanmasına ramak kala, ABD ile Türkiye’nin bölgede ‘güvenli bölge’ inşa etme konusunda anlaşmış (bu konuda halen bazı belirsizliklerin olduğunu belirtmek gerekir) olması da Müslim’in endişelerini güçlendirmektedir. Bu minvalde PYD Rusya, Çin ve İran himayesindeki Esad rejimine yaklaşma sinyali vererek, ABD’ye Türkiye’nin operasyonlarının başlangıcında, “bağımsız hareket edebilirim” mesajı vermek şeklinde yorumlanmalıdır. Ayrıca, bu hamleyle PYD, Türkiye’nin PYD’nin kontrolündeki bölgeye muhtemel bir askeri operasyonunda Esad’a yaklaşarak Türkiye karşısında aktif müttefik kazanma ve iki ülkeyi olası bir sıcak çatışmada karşı karşıya getirme amacı gözetmesini de hesaba katmak gerekir. Aynı zamanda, PYD’yi egemen bir devletin (her ne kadar Suriye’nin mevcut kaotik görüntüsü bunu tartışmalı yapsa da) himayesine sokarak, Türkiye’yi uluslararası hukuk nazarında bir devletin egemenlik hakkını ihlal eden “saldırgan” bir güç olarak gösterip uluslararası toplumla karşı karşıya getirmeyi hedeflediği şeklinde de değerlendirilmelidir.

Endişeye mahal yok

PYD’nin bu ön alıcı hamlesinin somutlaşacağı, yani YPG güçlerinin Esad rejimi ordusuna katılıp katılmayacağını önümüzdeki gelişmeler belirleyecek. Ayrıca, Esad yönetiminden Müslim’e bu konuda henüz bir cevap verilmediğini belirtmek gerekir. Bu durumun gerçekleşmesi için temel olarak ABD’nin PYD’den vazgeçmesi gerekmektedir. Her ne kadar ABD’nin İncirlik üssü karşılığında PKK’ya karşı Türkiye ile hareket etmesi Kürt siyasi hareketi içerisinde moralleri ve dengeleri bozmuş olsa da, ABD’nin PYD’ye kol kanat germesine bir son vermesi ve böylece YPG güçlerinin Suriye ordusuna katılımının gerçekleşmesi mevcut şartlar altında pek muhtemel ve gerçekçi gözükmemektedir. PYD kontrolündeki bölgenin uzunca bir süre daha ABD güvencesi altında kalmasını beklemek gerekir. Bunun sebepleri arasında, ABD’li yetkililer tarafından 10 yılları bulacağı ifade edilen DAEŞ ile mücadele gibi pratik faktörler olduğu gibi, Batı ile PKK çizgisindeki Kürt hareketinin “yeni” bölgesel düzen konusunda genel hatlarıyla aynı çizgide bulunuyor olmaları gibi yapısal faktörler de bulunmaktadır. Hem ABD hem de PKK bölgede egemen ulus-devlet temelinde modern Westphalyan düzenin tesis edilmesi ve sürdürülmesini arzu etmekteler.

Oysa dünyanın birçok bölgesinde modern bir yapıdan postmodern uluslararası düzen yapısına tarihsel geçişler çoktan gerçekleşmiş durumdadır. Amerika çok erken bir tarihte, 1823-1898 yıllarını kapsayan dönemde Avrupa’nın aksi yönünde hareket ederek, Westphalyan düzenden post-Westphalyan düzene evrilmiştir. Kuzey Amerika’nın nerdeyse tamamı devletler topluluğundan oluşan federatif bir yapıda örgütlenmiştir. Dolayısıyla, egemenliğin devletlerden federatif bir yapıya devredildiği ilk postmodern uluslararası düzen Amerika kıtasında, “Amerika Birleşik Devletleri” özelinde tecrübe edilmiştir.

Amerika’yı Avrupa takip etmiştir. Bölgedeki siyasi birimler “organizasyon ilkesi” olarak, yani devletlerin birbirinden nasıl ayrışacağı noktasında anarşiyi değil, postmodern tarzda egemenliğin paylaşıldığı gevşek bir hiyerarşik yapıyı tercih etmişlerdir. 1950’lerden itibaren peyderpey devletlerin mutlak ve dışlayıcı bir şekilde yatay olarak birbirinden ayrıştığı modern bir bölgesel uluslararası düzen yerine, egemenliğin parçalandığı ve paylaşıldığı hiyerarşik-postmodern bir uluslararası düzen tesis edilmiştir. 1990’ların başında imzalanan Maastricht Anlaşması AB’yi siyasi bir birliğe dönüştürerek bu yapısal evrimin en temel dönüm noktasını oluşturmuştur.

Tarihin dışında kalmak

Bu dönüşümlere damgasını vuran kurumsal geçişler elbette estetik ve normatif kaygılardan ziyade, reelpolitiğin dayatmaları sonucunda gerçekleşmiştir. ABD ve Avrupa gibi postmodern-hiyerarşik yapıların ve SSCB (sonrasında Rusya) ve Çin gibi merkeziyetçi-hiyerarşik yapıların varlığı uluslararası ilişkileri derinden etkilemektedir. Hayatta kalmak isteyen siyasi birimler bölgelerinde “büyük devlet yapıları” kurarak yeni döneme ayak uydurma yoluna gitmektedirler. Ne yazık ki, dünyada bunlar yaşanırken Ortadoğu’da bölgesel uluslararası düzen modern ile modern-öncesi yapılar arasında gel-gitler yaşamaktan kurtulamamıştır. Ancak her halükarda bölge, uluslararası aktörlerin de desteğiyle modern olma, mutlak bir şekilde egemen devletlere bölünme ve anarşi ile yönetilme özelliğini korumuştur. 1950’lerde Nasır liderliğinde Mısır’ın Arap dünyasını tek bir siyasi birim altında birleştirmeyi amaçlayan pan-Arabist ve 1970’lerin sonunda Humeyni liderliğinde İran’ın İslam dünyasını siyasi-ideolojik olarak birleştirme hedefi güden pan-İslamist bölgesel düzen projeleri başarılı olamamıştır. Aynı şekilde, 28 Şubat darbesiyle çökertilen Milli Görüş Hareketi’nin D-8 projesi çerçevesinde ekonomi temelli pan-İslamist bölgesel düzen projesi de aynı akibeti paylaşmıştır.

AK Parti iktidarında Türk dış politikasının “büyük stratejisi,” bölgesini AB örneğine benzer şekilde modern bir yapıdan postmodern bir yapıya doğru dönüştürme amacı etrafında şekillendi. Arap Baharı süreci bu hedefin pratiğe geçirilmesi için önemli bir fırsat sundu. Bu fırsat bölgede yapısal dönüşümün önünde engel olarak duran otoriter rejimlerin sarsılması ve böylece bölgesel düzeyde toplumlararası etkileşimin hat safhaya çıkarak modern ulus-devlet yapılarının ördüğü duvarların aşınması anlamına geliyordu. Böylesi bir dönüşüm, AB tecrübesine benzer bir şekilde postmodern bölgesel düzenin zeminini hazırlamaktaydı. Ancak ulusal düzeyde bölge ülkelerinde gerçek manada bir demokratik değişim yaşanmadığından öngörülen bu dönüşüm için gerekli şartlar ortaya çıkmadı.

Bu süreçte PKK çizgisindeki Kürt hareketi, postmodern bir bölgesel düzene geçişe destek vermek yerine modern dönemde kendilerinden esirgenen bağımsız ulus-devlet hedefinin peşine düştü. Bu siyaseten “gerçekçi” bir adım olsa da, tarihi akış açısından “gerici” bir tercihti. Bu tercihin en fazla somutluk kazandığı lokasyonlar Suriye ve Türkiye (Irak’ta bu büyük oranda sağlanmış durumdadır, İran’da ise fiili olarak bunun siyasi zemini yoktur) oldu. PYD Suriye’de Esad rejimi ile anlaşarak Kürtlerin çoğunlukta bulundukları bölgelerde, ulus-devlet yapılanmasının gerektirdiği homojen toplum için Kürt olmayan grupları sistematik bir şekilde etnik temizliğe ve zorunlu göçe tabi tuttu. Türkiye’de ise PKK-HDP 6-8 Ekim olaylarıyla başlayan ve 7 Haziran seçimleri sonrasına kadar uzanan süreçte Türkiye toprakları içerisindeki Kürt bölgelerini, AK Parti ile DAEŞ terör örgütü arasında özdeşlik kurmak yoluyla bu projeye dahil eden bir siyaset izledi. DAEŞ’in Suruç’ta gerçekleştirdiği bombalama eyleminin hemen öncesinde ve sonrasında “devrimci halk savaşı” adı altında kolektif bir halk isyanı girişimi başlatıldı. Ancak Kuzey Irak lideri Barzani’nin “kibire kapıldılar” şeklinde yorumladığı bu hamleler, Türk devletinin zamanlı müdahalesi ve bölgedeki Kürt halkının gereken desteği vermemesi üzerine akamete uğradı. Daha da ötesi, uluslararası toplumun da onayıyla Türk devleti, Kuzey Irak’ta PKK hedeflerini vurarak ve şehirlerde eş zamanlı operasyonlar düzenleyerek çatışmasızlık ortamında mevzi kazanan PKK’nın (ayrıca DAEŞ ve DHKP-C gibi diğer terör örgütlerinin) gerilemesine yol açtı. Tüm bu gelişmeler PKK çizgisindeki Kürt hareketini, Arap Baharı sürecinde bağımsız Kürdistan için elde edilen kazanımların kaybedilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. İçeride HDP’nin, dışarıda ise Kandil ve  PYD’nin paniklemesinin nedeni burada aranmalıdır.

Bu gelişmelerden sonra PKK çizgisindeki Kürt hareketi dört ayaklı bir politika izlemektedir: PKK’ya düzenlenen operasyonların en az hasarla atlatılması, HDP’nin Türkiye’de yıpranan imajının ve demokratik meşruiyetinin soldan alınacak destekle tazelenmesi, PYD’yi PKK’dan ayrıştırarak Suriye’deki kazanımların korunması ve Esad rejimi ve İran gibi bölgesel aktörlerle daha yakın askeri-siyasi ittifak ilişkilerinin geliştirilerek direncin artırılması. Bu hedeflerin elde edilmesi çok zor olmayacaktır. DAEŞ tehditinin ABD’li yetkililerin de “öngördüğü” gibi uzunca bir süre varlığını koruyacak olması ve PYD’nin DAEŞ ile mücadelede öncü birlik rolünü başka bir aktöre kaptırmaması bu noktada büyük önem arz etmektedir. Yine, uluslararası toplumun bölgeye modern bir uluslararası düzen dayatmaya devam edeceği de kuşkuya mahal bırakmamaktadır. İran’ın dış politikada hedef küçültmesini öngören nükleer silah anlaşmasının, yine aynı şekilde dış politikada vites küçültmesi karşılığında Türkiye’ye PKK ve DAEŞ karşısında Kuzey Irak ve Suriye’de verilen desteğin, bölgede Mısır gibi otoriter rejimlerin yeniden ayağa kaldırılmasının, bölgede etnik ve mezhebi çatışmaların sona erdirilmesi konusunda yavaş davranılmasının ve İsrail’e sunulan koşulsuz desteğin bu amaca hizmet ettiği çok açıktır. Bir bütün olarak bölgenin kendi iç çelişkileri, bölgesel aktörlerin birbirleriyle yaşadığı çatışmalar ve sonuç olarak ortak hedef konulamaması ve işbirliği eksikliği uluslararası toplumun bölgeye yönelik yürüttüğü ‘büyük stratejiyi’yı kolaylaştırmaktadır. Bölgenin bu savruk durumunu tek bir etnik gruba ya da devlete yıkmak çok gerçekçi olmaz; ancak mezhepçi bir siyaset izleyen İran, Suriye ve PKK çizgisindeki Kürt hareketi gibi bazı grupların siyasi fırsatçılık yaparak son dönemde bu olumsuz tabloya daha fazla katkı sunduğu da bir gerçektir. Sonuç olarak, bölge zamansal ve kurumsal açıdan dünyanın gerisinde kalarak otonomisini kazanamamakta ve yüzyılı aşkın bir süredir uluslararası büyük güçlerin vekâlet savaşları verdiği ve at koşturduğu tarih-dışı bir ‘çöplük’ olma mahiyetini korumaya devam etmektedir.

[email protected]