Bağımsızlık ve tarafsızlık kıskacında adalet arayışı

Doç. Dr. Cengiz Gül / Erciyes Üniversitesi - Hukuk Fakültesi
24.06.2017

Hakkın ne olduğu, haklının kim olduğu ve ihtilaflı bir konuda hukukun ne dediğini tayin ve tespit hususunda kesin olarak hükme bağlama yetkisine sahip olan devletin yargı organı bünyesindeki unsurlarının yapısal ve fonksiyonel açıdan ne konumda bulundukları veya bulunması gerektikleri, hukukun üstünlüğünü hedefleyen bir devlet için büyük önem taşımaktadır.


Bağımsızlık ve tarafsızlık kıskacında adalet arayışı

Türkiye’nin de dahil bulunduğu Kara Avrupası Hukuk Sisteminde “hukuk devleti” biçiminde ifadesini bulan, Anglo-Sakson kültüründe ise “hukukun üstünlüğü (rule of law)” olarak bilinen bu kavramın özünde, dayanılacak temel kıstasın kişi, kurum veya olaylar değil de, bunlara uygulanacak hukuk kurallarının olduğu açık bir realitedir. Devletin ve devlet mekanizması içerisindeki güç ve iktidarın meşruiyetinin temel dayanağının adil hukuk kuralları dışında aranması, tarihi boyunca insanlığı ne tür kaos ve ıstıraplara maruz bıraktığı şüphesizdir. Hukuk devleti veya daha köklü ifadesiyle hukukun üstünlüğünün hayata geçebilmesi noktasında aranan pek çok şartın hedefinde, birey ve toplumun hukuk güvenliğinin sağlanması bulunmaktadır.

Hukukun üstünlüğü biçiminde anlaşılması daha gerçekçi olan hukuk devleti ilke ve ideali, modern siyasal toplumlarda, insanın insana kul ve köle olmasını netice verecek mutlak itaatini men etmek suretiyle, insanların ancak hukuka itaat etmeleri gereğine dikkat çekmektedir. Hukukun egemenliği ve hukukun yönetmesi anlamlarını da içeren hukukun üstünlüğü (rule of law) ilkesiyle, güç ve üstünlük araçlarının ne istediğinin değil de, hukukun ne dediğinin ve nasıl hükmettiğinin değer ve önem taşıdığı bir toplum düzeni anlatılmak istenmektedir. Adeta, bir suçun Peygamberin kızı tarafından işlemiş olması halinde bile, cezasını çekeceğini ifadeyle zirveleşen ayırımcılığın reddi ve eşitliğin tesisi anlamındaki hukuk ilkesini, her durumda bilfiil uygulayabilecek kalite standardına erişen bir toplum düzenine dikkat çekilmektedir. Böylesi bir hukuk ve toplum standardını yakalamak ve bunu sür-dürülebilir kılmanın en önemli araçları ise, yargılama birimleri olan mahkemelerdir. Bu noktada bağımsız, tarafsız ve adil olan veya olması gereken mahkemelerin, hukukun üstünlüğünün en önemli teminat ve denetim unsuru olduğu gerçeği öne çıkmakta-dır. Yasama ve yürütme organlarının her türlü hukuka aykırılıklarını denetleyebilen, bireyin diğer kişilerle ve özellikle de devletle olan ilişkilerinde ortaya çıkabilen ihtilafların çözümünde haklının hakkını teslim etmedeki son ve en güvenilir bir sığınak olarak yargı makamlarının bağımsız olması, yani hiçbir etki ve baskıya maruz kalmadan kararlarını verebilmesi büyük önem arz et-mektedir.

Bu konuda 1982 Anayasası m. 9’da “Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır” ve m. 138/1’de “Hâkimler görevle-rinde bağımsızdırlar” demek suretiyle bu ilkenin benimsendiği belirtirken, m. 138/2’de ise, “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz” hükmüyle de mahkeme ve hâkimlerin bağımsızlığından ne anlaşılması gerektiğine atıf yapılmaktadır. Hâkimlerin, her nereden veya kimden olursa olsun, emir ve talimat baskı-sına maruz kalmayacakları ve hatta tavsiye ve telkin boyutunda bile olsa bir etki ve baskı altına alınarak yönlendirilemeyecekleri, böylece anayasal garanti altına alınmıştır. Aslında hâkimlerin bağımsızlığının, kendi başına bir amaç olmayıp, hâkimlerin tarafsız biçimde karar verebilmelerinin bir aracı olduğu unutulmamalıdır.

Tarafsızlık vurgusu

Hâkim ve mahkemelerin tarafsızlığı konusunda ise 16 Nisan referandumuyla kabul edilen anayasa değişikliğiyle, Anayasa m. 9’a mahkemelerin tarafsızlığına vurgu yapan bir ekleme de yapılmıştır. Tabii ki bu “tarafsızlık” vurgusunun yapılması, bu konuya verilen önemin anayasal ifadesi olması bakımından önem taşımaktadır. Ancak yargının böyle bir tarafsızlık vurgusu yapılmasaydı dahi, mahkeme ve hâkimlerin kararlarını, hem kendilerinin hem de çözmekle yükümlü oldukları uyuşmazlığın taraflarının inanç, dünya görüşü ve siyasal eğilimlerinin etkisinde kalmaksızın vermeleri yine gerekecekti.

Bu yaklaşımların da ışığında, Türkiye’nin gündemindeki FETÖ davaları vesilesiyle mahkemelerin verdiği, genelde ara kararlara ve bunların hukuki ve siyasal yansımalarına değinmekte fayda var. Özellikle gündemdeki FETÖ davaları sebebiyle itiraz ve eleştiri konusu edilen yargının, daha doğrusu mahkeme ve hâkimlerin bağımsızlığı hususunda anayasal ve kanuni mevzuat planında, eksik veya yanlış olduğu ileri sürülebilecek bir nokta yoktur. Bu konuda, varsa bir problem, o da uygulamada karşılaşılan engeller veya uygulayıcının kötü niyetle ve hakkaniyetten uzak davranmasından kaynaklanmaktadır. Yargı birimlerinin dürüstlük ve hakkaniyetten sapan bazı karar ve icraatlarının faturasının da her fırsatta Hükümet ve özellikle Cumhurbaşkanına çıkartılmak istenmesini, dürüstlük ve hakkaniyetle bağdaştırmak mümkün değildir. Bir mahkemenin, bir FETÖ davasında verdiği tutukluluğun kaldırılması kararına karşı siyasal iktidara hücum edilirken, kısa süre sonra o kişinin aynı mahkemece tekrar tutuklanması kararının ise, aynı mahfillerce bu kez yanlış olduğunun ileri sürülmesi, kendi içinde ciddi bir tutarsızlık taşımakla birlikte, bu kararları veren veya verme arifesinde bulunan yargı birimleri üzerinde, bir baskı ve yönlendirmenin kurulmaya çalışıldığını göstermektedir. Benzer şekilde, öteden beri kaldırılmasını istedikleri milletvekili dokunulmazlıklarının bir anayasa değişikliğiyle kaldırılmasına parti olarak destek verdikleri halde, kendi partilerinden bir milletvekilinin daha ilk derece mahkemesi olarak bir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanıp da aldığı mahkûmiyet kararına karşı başvurulabilecek itiraz, istinaf ve temyiz gibi olağan kanun yolları kullanılmadan, bu yargı kararını veren mahkeme ve özellikle hâkimlerin hedef tahtasına oturtulması karşısında, yargı bağımsızlığının bundan zarar görmeyeceği söylenebilir mi? Üstelik bir de bu yargı kararını tanımadıklarını ve protesto ettiklerini göstermek adına, halkı sokağa çağırarak bir yürüyüş düzenlemenin, bir sivil itaatsizlik eylemi veya toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının kullanılması gibi gösterilmesi de adeta bir aldatmacadan ibarettir. Bu durum, öncelikle kararı veren mahkeme ve hâkimlerin bağımsızlığına yönelik ciddi bir tahribata yol açmaktadır. Bir yargı kararını protesto için halkı sokaklara dökmek suretiyle yargı bağımsızlığına darbe vurulurken, adalet isteğini pankart ve slogan boyutunda sokaklarda aramanın ne kadar trajikomik olduğu da ortadadır. Zira mahkemelerin adaletle hükmetmesine giden yolda, yargının bağımsızlık ve tarafsızlık niteliklerinden asla taviz verilmemesi şarttır. Aksi halde adalet istek ve arayışlarının ütopik bir kısırdöngüye dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.  

Maksat Hükümeti şikayet

Mahkemelerin beklenen yönde karar vermesi durumunda, bağımsız ve tarafsız yargıdan adaletin tecelli ettiğine dikkat çekilirken, beğenilmeyen ve can yakan bir mahkeme kararına karşı ise, daha kanun yollarına bile gitmeden halkı sokaklara dökerek protesto yürüyüşleri düzenlemenin, modern demokratik toplum düzenlerinde bir karşılık ve yansıması da yoktur. Burada daha ziyade uluslararası arenaya karşı, Türkiye’yi ve görev başındaki Hükümeti şikâyet etmeye yönelik bir mesajın verilmek istendiği açıktır. 15 Temmuz gecesinde, ülkenin darbe ve işgale maruz bırakılmak istendiği bir ortamda, halkın gerçek bir sivil direniş örneği gösterdiği ve devamında da 27 gün boyunca demokrasi nöbetleriyle bu sivil direnişini ülke çapında sürdürdüğü ortada iken, önceleri lütfen kınayıcı sonradan ise tam tersi söylemlere savrulan bir siyasal zihniyetin, 15 Temmuz hain darbe ve işgal harekâtının faili FETÖ’nün, Ocak 2014’teki MİT tırları kumpasında rol üstlendiği Mahkemece tespit edilen bir milletvekilinin aldığı mahkûmiyet kararına gösterdiği fevkalade reaksiyoner tavrın, sadece o mahkeme ve hâkimler üzerinde değil, FETÖ davalarına bakan tüm mahkeme ve hâkimler üzerinde ciddi bir baskı ve zorlama niteliği taşıdığı konusunda şüphe yoktur. Böylece ülke genelinde FETÖ davalarını sulandırmaya ve itibarsızlaştırmaya yönelik bu türden söylem ve eylemlerin yoğunlaştığı ve neredeyse yargı mensuplarının da hedefe konduğu bir ortamda, Türkiye’de mahkeme ve hâkimlerin bağımsızlığının, ciddi bir baskı altına alındığı veya alınmaya çalışıldığı görülmektedir.

Yargının bağımsız olmadığını dillendiren bir kesim ise, bunun arkasında yeni adıyla Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) ve dolayısıyla Hükümetin olduğunu belirtmektedir. HSK’nın son Anayasa değişikliği sonrasında, 13 üyesinden 7’sinin ilk defa TBMM tarafından ilk turda 3’te 2 veya ikinci turda 5’te 3 çoğunlukla ve gizli oyla seçilmiş olması, bu çoğulcu yapıdaki kurulun şimdiye kadar hiç olmadığı ölçekte bir demokratik meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. Önceki dönemde yapısı ve üye seçimi açısından olmadık problemlere kapı açan ve yargı mensuplarının hizipleşerek siyasallaşmasına da zemin hazırlayan HSYK’dan, demokratik meşruiyet kazanan yeni HSK’ya geçişin, yargı bağımsızlığını daha da güçlendireceği ümit edilmektedir. Bazı FETÖ davalarında hâkim ve savcıların, davadan alınarak görev yerlerinin değiştirilmesi veya başkaca uygulamalarda hemen HSK’nın töhmet altında bırakılması da doğru değildir. HSK’nın aldığı karar ve yaptığı uygulamaların arka planına ve gerekçesine vakıf olmadan, birkaç münferit yanlış yapılmış olsa bile, HSK’ya karşı medyanın da manipülasyonuyla, bu konuda hemen genelleştirici ve toptancı bir tavır takınılması hakkaniyete uymayacaktır. Kendini hala devlet mekanizması dışında bir yerlere bağlı gören ve oradan aldığı emir ve talimatla hareket eden hâkim ve savcıların olduğu tespit edildiğinde, HSK’nın da buna seyirci kalması herhalde beklenmeyecektir.

[email protected]