Osmanlı Devleti, Balkan Harbi’nden ders çıkardığı ve bu dersi bir daha unutmadığı için haksız ithamlara maruz kalmıştır. Artık bir yerin kaybı, sadece toprak kaybı değil buradaki Müslüman ahalinin de yok edilmesi manasına geliyordu. Bu sebeple Balkan Harbi, eldeki toprakların değil, milletin de muhafazası lüzumunu icbar etti.
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ/Hukukçu
Balkan Harbinde, Balkan İttifakı ordularının inanılmaz bir şekilde koca imparatorluk ordusunu perişan etmesi ne bazı büyük devletlerin para ve silah yardımı ne de bu ülkelerin askerî gücü ile izah edilebilir. O güne kadar ki tüm mağlubiyetler, güç dengeleriyle izah edilebilecek ölçüdeyken bu harp, daha düne kadar tebaamız olan küçük Balkan ülkelerinin dahi tahmin edemeyeceği bir hezimete müncer olmuştur. Bu harple ilgili söylenebilecek her şey; askerî yetersizlik, hazırsızlık, ihanet, ordu birlikleri arasında koordinesizlik, ikmal zafiyeti, açlık, susuzluk hezimetin sadece ve sadece bahane ve mazereti olabilir. Büyük devletlerin harbin neticesi ne olursa olsun statükonun değişmeyeceği, yani sınırlarda herhangi bir düzenleme olmayacağı şeklindeki taahhütleri de Osmanlı ordusunun müttefik Balkan ordularına nazaran nispeten zayıf olduğu bilinse de yine de Osmanlı ordusunun savaşı kazanabileceği ihtimali üzerine deklare edilmişti. Demek ki hezimet sadece güç dengeleriyle izah edilemeyecek kadar karmaşıktır. Küçük Balkan ülkelerinin orduları, insan faktörüyle ve inançla bu zaferi elde ettiler. Yunan Ordusu, 1897 Tesalya Harbi’ndeki gibi Osmanlı ordularının önünden kaçan ordu değildi. Bulgar ordusu, artık cahil, kaba-saba, köylü yığını değildi. İstisnasız bütün İttifak orduları askerleri, üzerlerine yağan kurşun yağmuruna rağmen cepheyi terk etmek bir tarafa hücuma dahi yeltenirken, Osmanlı ordularının ricat borusunu duyar duymaz panik halinde kaçışları, cephane ve topları beraberlerinde götürmek bir tarafa, topları taşıyan atları çalıp kaçışları, hatta silahlarını dahi bırakıp kaçışları henüz soğuğun, açlığın hüküm sürmediği günlerin hadiseleriydi. Kaçarken cephanesini beraberinde götüremese bile yok etmeyen, terk ettiği yerlerdeki tren yollarını bozmayan bir ordunun savaşı kazanması da mümkün değildi. Sırp ve Bulgar orduları birçok mühim Osmanlı şehirlerini sapasağlam bırakılan lokomotifler ve tren yollarından istifade ederek işgal ettiler. Hezimetin yok oluşa benzer bir neticeye yol açmamasında İttifak ordularının, Osmanlı ordusunun ricatinin, boyutlarından haberdar olamaması, farkına varamaması amil olmuştur.
İttihat ve Terakki ezberleri
Osmanlı ordusu, ne istediğini bilen ordulara karşı ne istediğini, niye savaştığını bilmeyen, beklentisi olmayan bir ordu olarak harp etmiştir. Balkan Harbi hezimeti normal şartlarda hangi hükümet işbaşında olursa olsun yaşanmaması gereken bir hezimetti. Ancak Manastır’da dağa çıkan Arnavut subayların ve İstanbul’daki Halaskar Zabitan grubunun baskılarıyla İttihadçı hükümetin devrilmesi talihsizlik olmuştur. İşbaşına gelen İttihadçı muhalifi kabinenin 93 Harbi kahramanı ve gazisi olan Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın ciddi sayıda askeri yerlerine yenisini almadan terhis etmesi ağır bir hata olmuştur. Savaş idaresi biraz da işbaşındaki hükümetin dirayetine göre şekil alır. Muhtar Paşa ve Kamil Paşa kabinelerini temize çıkarmak, tüm suçu muhtırayla işbaşından uzaklaştırılmış ve takibe maruz kalmış İttihadçılara havale etmek herhalde dürüstlük olmasa gerektir. Bu harp, sadece kaybedilen yerlerin bir daha kazanılma ümidinin kaybıyla da kalsa hezimet yine bu denli büyük olmazdı. Bu harp, bir milletin izzet-i nefsiyle birlikte mahvını hedef aldığı, bu neticeye zemin hazırladığı için ağırdır; bu bir ordunun mağlubiyeti ve devasa bir vatan parçasının kaybıyla meydana gelen hezimetin çok ötesinde bir şeydir. Eli silah tutan erkekler orduda, cephededir; köylerde, kasabalarda, şehirlerde sadece ihtiyar erkekler, kadınlar ve çocuklar kalmıştır. 93 Harbi esnasında Müslüman sivilleri katletmede staj yapmış Bulgarlar, bu defa diğer müttefikleriyle birlikte kasaplık ihtisası yaptılar. Katliamın, mezalimin boyutu, sağ kalanların bu yerlerden elde kalan topraklara hicretiyle kıyaslanamayacak derecede korkunçtu. Kurşun sıkmadan Sırp ordularına teslim edilen Üsküp ve Yunan ordusuna teslim edilen Selanik’te de vahşet aynıydı. Yokoluşu önleyen, şehirlerini düşman ordularına şahsiyetsizce teslim ettikten sonra dahi katledilenlerin artıklarının değil, minarelere çıkıp kurşunla birlikte lanet yağdırdıktan sonra katledilenlerin mütebakisinin sahip olduğu ruhtu. İstanbul’dan, Trabzon’dan önce vatan toprağı olan yerleri izzet-i nefislerini ayaklar altına alarak teslim edip de katliamdan kurtulanlar, bu ruhsuzluğa hep sahip oldular; ancak şerefiyle mücadele edip koyun boğazlanır gibi boğazlananlardan geriye kalanlarsa bugünkü varlığın da temel taşlarından biri oldular.
Savaş sadece bir yenilgi değildi
Bu gerçeği teslim ettikten sonra şunu ifade edebiliriz: Balkan Harbi hezimeti kadar, kısa süre içinde ders alınan ve etkileri hemen hissedilen başka bir hezimet de yoktur. Bu hezimet, geleceğe yönelik hesapların da dönüm noktası olmuştur. Balkan Harbi, bir mağlubiyetin sadece toprak kaybına değil, bir milletin topyekûn mahvına da sebep olabileceğini artık hiçbir tartışmaya, ihtimale yer vermeyecek netlikte ortaya koymuş ve bu gerçek artık akıllardan hiç çıkarılmamıştır. Toprak kaybı, sadece acı, gözyaşı, katliam ve göç demekti. Kalanlar, elde kalan topraklara hicret ederler, üstelik iskân edilen yerlerde görece daha homojen bir nüfusa sahip olurlardı. Balkan Harbi’nde Rumeli’nin kaybı, bir ordunun başka bir orduyu yenerek mütareke ve anlaşma sonucunda bir yeri elde etmek istemesi değil, bir ordunun sivil unsurlarıyla birlikte bir milleti yok ederek işgali, ele geçirmesi düşüncesinin tezahürüydü. Bu sebeple Kosova’da sadece Sırp ordusu ve Çetnikler değil, Sırp siviller de kasaplıkta sınır tanımadılar; Yunan ordusunun işgal ettiği yerlerde Rum siviller, Müslüman komşularını imhada kimi zaman ordularını bile geçtiler; Bulgar vahşetinin ise tarif edilir bir tarafı yoktur.
Osmanlı Ordusu, Balkan Harbi’nde kendi öz-topraklarında savaştı, düşman ordularıyla savaştı ama daha da acısı kendi vatandaşlarıyla da savaştı. Bu bakımdan savaştığı topraklar kendi toprakları değil de sanki düşman toprakları gibiydi. Sırp nüfus, Sırp ordusuyla; Rum nüfus Yunan ordusuyla; Bulgar nüfus, Bulgar ordusuyla kısaca bu vatandaşlarımız vatandaşı oldukları devletle değil, kendilerini ait hissettikleri devletlerin ordusuyla birlikte hareket ettiler. Vatandaşı oldukları devletin ordusunun askerine ekmek vermediler, onlara yardımcı olmadılar; üstelik bir de kurşun yağdırdılar; en az bunlar kadar incitici olan bir şey de yaptıkları sevinç gösterileriydi. Bu sebeple Hüseyin Kazım Kadri gibi insanlar Balkan Harbi tenkidi yaparken sınırları zorladılar: Vatandaşı oldukları devlete kurşun atanları Osmanlı kendi topraklarında barındırırken, onlara adaletle hükmederken şimdi onlar bizi yok etmek istemişlerdi. Oysa bu insanları “Ya Müslüman olmak ya da göçe zorlamak” için çözüm arayan Yavuz Sultan Selim’e Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi fetva vermemişti. Homojen bir nüfusun varlığını zaruri gören Yavuz Sultan Selim adeta bugünleri görmüş olmalıydı. Bu sebeple Zenbilli; statik, şekilci biri; Yavuz ise ileriyi gören biri olarak tavsif edildi.
Rumeli; Türklerin, Müslümanların yoğun bulunmadıkları, sadece güçle, silahla hüküm sürdükleri, azınlık olarak çoğunluğu boyunduruk altına aldıkları bir yer değildi. Kim, hangi ölçüde istatistik yalanlarına, hangi demografik hilelere müracaat ederse etsin, bölgenin çoğunluğunun Müslümanlardan müteşekkil olduğu gerçeğini gizleyemiyordu. Müslüman Pomakları Bulgar, Boşnakları Sırp olarak göstermek aslında herkesin gülüp geçtiği bir demagogluktu. Kısaca kaybedilen yerler, sadece hükmen sahip olunan yerler değil, nüfusun da çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ve asırlarca yaşadığı yerlerdi. Een fazla kaybeden Müslümanlar da Türkler oluyordu. Üsküp, Manastır gibi yerlerin nüfusunda Arnavutlar da ciddî bir orana sahipti ama Serez, Drama, Kavala gibi yerlerde Türklerin yoğunluğu barizdi. Gümülcine ve Dedeağaç sancakları ise bu hususun tartışmasının dahi yapılamayacağı bölgelerdi. Balkan Harbi hezimetinden alınan dersler sadece askerî strateji, ordunun güçlendirilmesi ve gençleştirilmesi gibi teknik konulara münhasır değildi. Kılı kırk yararcasına bulunan, bir kısmı istimal, bir kısmı da istismar edilen birkaç sivil katliamı dışında 5 asır boyunca sivillere zulüm bir yana, bilakis adaletle davranmış devlete, Müslümanlara bu sivil gayrimüslim unsurların yaptıklarından da ders çıkarıldı; çünkü Osmanlı devletinin bir zamanlar düşünüp tatbik edemediği homojenleştirme politikasını şimdi Balkan İttifakı büyük oranda gerçekleştirmiş; katliam ve göç ettirmeyle Rumeli’de Müslümanların sayısı hayli azalmıştı.
Homojenleştirme politikaları
İttihat ve Terakki, doğrudur, Balkan Harbi’nden sonra sivil Rum tehciri yapmıştır. Ancak Selanik’ten, Serez’den, Serfiçe’den, Kavala’dan Türkler Yunanlılar tarafından güllerle, çiçeklerle, gözyaşlarıyla, elemle, teessürle göç ettirilmemişlerdi. Bunun dışında göç edenler ise katliamlardan, kıyımlardan, tecavüzlerden kurtulmak için veya daha fazlasına tahammül edemedikleri için göç etmişlerdi. Bugün koro halinde dile getirilen Rum tehcirinde, ne hikmetse Balkan Harbi olmamış, bu harp esnasında yaşananlar vuku bulmamış gibi bir hesapla hareket edilmektedir. İnkâr etmemize asla ve kat’a lüzum duyulmayacak bu tehcir bir neticeydi; sebebi, Balkan İttifakı’nın yaptıklarıydı. Bu tehcir olurken her zaman ve yerde görülecek bir iki istisna haricinde hiçbir Rum’un burnu kanatılmamıştır. Bu gerçeği bilenler, Balkan İttifakı’nın gerçekleştirdiği homojenleştirme politikasını Osmanlı’dan esirgemeye çalıştılar. “Su-i emsal emsal olmaz” fehvasınca hareket etmeyi salık vermek, elbette ki yanlış bir şey değildir; ancak doğruların her zaman tatbiki ne mümkündür, ne de makuldür.
Bir yerde etnik-dinî gayrimüslim nüfusun yoğunluğu değil, görece çokluğu değil, varlığı bile o yerlerin elimizden alınmasının gerekçesi yapılmıştır. I. Dünya Harbi ertesinde Yunanistan’ın İzmir’e ayak basmasının temel gerekçesi de buydu. Batı Trakya, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve Türk olmadığı için elimizden alınmadı; hayli az bir gayrimüslim nüfus sebebiyle alındı. Koronun seslendirdiği diğer bir şarkı da bilhassa Batı Anadolu Rumlarının mallarına el konulduğudur. Balkan İttifakı’nın Balkan Harbi’nde ele geçirdiği toprakları, sadece tarihî-etnik-dinî iddialarına istinaden işgal etmediği bir vakıadır. O yerler aynı zamanda zenginliğin de merkeziydi. Selanik, sadece uğruna Bulgarların Yunanlıların kavga ettiği bir liman kenti değildi. Sırbistan gibi İttifak’a dâhil bir ülkenin, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya gibi büyük imparatorlukların da hak iddia ettiği bir yerdi. İşgal edilen Rumeli topraklarındaki zenginliklerin kahir ekseriyeti Müslümanlara aitti. Bu sebeple bu harp esnasında ve ertesinde inanılmaz talanlar gerçekleştirilmiştir. İttihat ve Terakki, doğrudur, bazı Rumların malını-mülkünü satmasına izin vermeden onları göç ettirmiştir. Ancak şu anekdot okunduğunda bunun da makul olduğu görülecektir. “Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, 25 Ekim 1915’te Meclis’te yaptığı konuşmada şu örneği verir, ‘Çanakkale’de mutasarrıf hikâye etmişti. Toyranlı bir fırıncı gelmiş, fırının içine girerek derhal hamur yoğurmaya başlamış ve içindeki fırıncıyı atmış. ‘Ne oluyorsun?’ demiş, bilmem nereye istersen git, şikâyet et, çünkü gelip beni de, birisi fırın içerisine girdi, kolumdan tuttu attı, derhal hamuru yoğurmaya başladı. Ben de buraya geldim aynını yapıyorum demiş’”.
Rum tehciri durduk yere çıkmış bir şey değildi. Müslüman ve Türk katliamı, sadece harbin devamı esnasında tesadüf edilen olaylar değildi. Selanik’in, Üsküp’ün tesliminden sonra da, Osmanlı ordusu teslim olduktan, kendi şerefini Yunan makamlarına tevdi ettikten sonra da katliamlar son bulmamış, Yunan veliahdının itaat kaydıyla can ve mal güvenliği garantisi verdiği insanlar da katledilmiş, hayatta kalanları da göç ettirilmiş veya göçe zorlanmıştır.
Balkan Harbi’nden alınan ders
Balkan Harbi’nden alınan en büyük ders, Batı Anadolu’nun da günün birinde benzer akıbete müncer olacağı endişeydi. Üstelik Yunanistan, Balkan Harbi’nde işgal ettiği adaları, Osmanlı hükümetinin tüm ricalarına rağmen geri vermemişti. Bu adalar stratejik açıdan Batı Anadolu’ya bir Yunan saldırısında hayli elverişli olacak konumdaydılar.
Osmanlı Devleti, daha sonraları bu harpten ders çıkardığı ve bu dersi bir daha unutmadığı için haksız ithamlara maruz kalmıştır. Artık bir yerin kaybı, sadece toprak kaybı manasına gelmiyordu; kaybedilen yerlerdeki Müslüman ahalinin de yok edilmesi manasına geliyordu. Bu sebeple Balkan Harbi, artık elde kalan toprakların değil, milletin de muhafazası lüzumunu icbar etti. Eli kanlı katiller olarak haksız şekilde itham edilen İttihatçıların yaptığı tek şey, bu gerçeği akıllarından çıkarmamalarıydı. Onlar böylelikle geçmişte iyi niyetli olarak işledikleri günahlarının da bir kısmının kefaretini ödemiş oldular.
Müttefik Balkan devletlerinin yaptığı her katliam, her göç ettirme sessizlikle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu harpte hiçbir büyük devlet muharip değildi. İsteseler, neticesi az-çok belli olan bu savaşta, insanın kanını donduran, tüylerini diken diken eden Hıristiyan mezalimini engelleyebilirlerdi, engellemediler. Çünkü Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ açıkladıkları harp ilanı bildirilerinde “Osmanlının zulmü altında inleyen Hıristiyan kardeşlerini kurtarmak için” bu savaşa giriştiklerini söylüyorlardı; üstelik Yunanistan ve Bulgaristan bunun Haçlı Seferi olduğunu deklare etmekten de imtina etmiyordu. Yıllar boyu Batı kamuoyu da buna hazırlanmıştı. Onlar Makedonya’da Osmanlı Devleti’nin devamlı Hıristiyan kestiği yalanına alıştırılmışlardı. Bu sebeple ne büyük devletler ne de onların halkları Müslümanların maruz kaldığı katliamlara karşı seslerini yükseltmediler. Her bir büyük devletin bu katliamları engelleyecek, en azından akıllara durgunluk verecek boyutlara ulaşmasını önleyecek güç ve imkânları vardı. Kaldı ki, talihin bir kötülüğü olarak Avrupa ve Balkan hanedanları arasında da yakın akrabalık bağları vardı. Yunanistan Kraliçesi Alman imparatorunun kız karde- şidir. Karadağ kralının bir kızı İtalya imparatoriçesidir; iki kızı etkili Rus grandükleriyle evlidir. Bulgar Kralı Ferdinand, bir Alman’dır. Yani Balkan İttifakı, sadece küçük Balkan devletlerinin ittifakı değildir. Hanedanlık ilişkileriyle aynı zamanda bir Avrupa-Hıristiyan ittifakıdır. Osmanlı ve Müslümanlar mevzubahis olduğunda bu ittifakta bir çatlak görmek müm- kün değildir. Katliamlara ses çıkarmayan büyük devletler, iki halde seslerini çıkardılar ve gereğini yaptılar. Birincisi kendi nüfuz bölgelerini istenilmeyen bir Balkan devleti işgal ettiğinde veya oraya yaklaştığın-da donanma gösterisi yaptılar. İşkodra’yı terke yanaşmayan Karadağ’a tehdit için donanma gönderildi. Çünkü İtalya ve Avusturya-Macaristan, Arnavutluk’u kendi nüfuz bölgeleri olarak görüyor ve bu sebeple Karadağ’ın bu bölgede hâkim olmasını istemiyorlardı. Diğeri ise katliamları önlemek, engellemek için bir donanma gösterisini düşünmeyen büyük devletler, Trakya Ordusu’nun Çatalca’ya çekilmesi ve muhtemel bir Çatalca mağlubiye- tinden sonra başsız kalan ordunun İstanbul’a gelerek Hıristiyanları katledeceği endişesiyle(!) İstanbul’a donanma gönderdiler.
Osmanlı müttefiksiz kaldı
Osmanlı Devleti, Balkan Harbi hengâmında ve harbe tekaddüm eden konjonktürde uluslararası arenada müttefiksiz kalmıştı. Oysa İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti’nden her istediği imtiyazı alabilmekteydi. Osmanlı Devleti’nin kaynaklarını sömürürken hiçbirisi değil ittifakı, bu sömürünün hatırına katliamları engellemeyi bile düşünmüyordu. Bu sebeple Osmanlı hükümeti, bu harpten sonra “kaynak sömürüsüne”, iktisadî imtiyaza karşılık muhtemel bir yardım beklentisine müstenit bir ittifak düşüncesinin yanlışlığını iliklerine kadar hissetmiş olarak hareket etti. Eğer Osmanlı Devleti, Balkan Harbi’nden sonra “denize düşen yılana sarılır” fehvasınca, bu harpte her türlü iğrençliği sergilemekten kaçınmayan ve kendisinin ölümünü bekleyen Almanya ile hareket etmişse sebebi budur. Almanya ile Almanya dışında diğer büyük devletlerin yüzüne bakmadığı Osmanlı Devleti’nin menfaatlerinin çakıştığı bir anda ve kaynak sömürüsü ve karşılığında muhtemel bir yardım düşüncesinin baskın olmadığı bir vasatta zor da olsa bir askerî ittifak gerçekleştirildi. Balkan Harbi hezimetinin yol açtığı bir dersi de Ermeniler aldı; ancak onlar bu hezimetten Osmanlı Devleti’nin de ciddî dersler çıkardığını pek hesaba katmadılar. Balkan İttifakı, bilhassa Bulgaristan, Osmanlı Devleti’ni zorlamak için Ermeni kartını da oynamıştı. Bu hezimet, artık Ermenilere de aynı başarıyı kendilerinin de gerçekleştireceği güvenini verdi. Uzun müddettir İttihatçılarla birlikte hareket eden Taşnaklar, bu ittifaka ve işbirliğine son verdiler. Birçok Ermeni ileri geleni, harbin en feci anlarında dahi büyük devletlerle işbirliği yaparak özerk bir Ermenistan için çaba harcamaktan kaçınmadılar. İleriyi gören çok az akil Ermeni’nin sesi ve ikazıysa duymazdan gelindi. Bir Ermeni özerkliğini -ki bunun sonucunun bağımsızlık olacağı şüphesizdir- hüküm altına alan Yeniköy Anlaşması, Ermenilerin aktif uluslararası politikalarının neticesiydi. Bu süreçte İttihatçıların yalvarmaları-yakarmaları makes bulmadı. Nüfusun en fazla yüzde 25’ine sahip oldukları bölgede yüzde 50 nispetinde bir temsil hakkına kavuşmaları, bilindik sakat bir telakkinin tezahürüydü. I. Dünya Harbi başlar başlamaz bunun gereğini yapmaya başlayan, bir kısmı Osmanlı parlamentosunda bulunmuş olan Ermeni komitacılar, Balkan Harbi’nden ders çıkarmış bir devleti mağlup edemediler.
Ermeni tehciri neden yapıldı?
Ermeni Tehciri’ne Balkan Harbi hezimetinden sonra karar verilmiş değildir; ancak bu hezimette alınan dersler, benzer bir durumda uyanık hareket etme gereğini icbar ettiği için, eylemleriyle kelimenin tam manasıyla tehlike arz eden bir nüfus tehcire tabi tutulmuştur. Balkan Harbi neticesi Rumeli sadece elimizden çıksa, Müslüman nüfus katliama ve tehcire maruz kalmasaydı ne Batı Anadolu merkezli Rum, ne de Doğu Anadolu merkezli Ermeni Tehciri vuku bulurdu. Bilhassa Ermeniler, bu harple birlikte uluslar arası arenada propaganda ve politika da sınır tanımadılar. Balkan Harbi esnasında Rum vatandaşlarımızın, I. Dünya Harbi esnasında da Ermeni vatandaşla- rımızın inciticilikleri unutulmamış, yukarıda izah edilmeye çalışılan gerekçelerle de tehcire müracaat edilmiştir. Balkan Harbi tartışmasız unutulmayacak bir hezimettir; ancak unutulmayacak derslerin çıkarıldığı ve gereğinin de yapıldığı bir hezimet olmuştur. Balkan Harbi hezimetinde yaşanan katliamlara ve tehcire ses çıkarmayanların ya da önemsemeyenlerin bu hezimetten çıkardığı dersle sadece elde avuçta toprakları korumak değil, milleti de yok oluştan vikaye /muhafaza etmek isteyen insanları yargılaması adil değildir. Unutulmamalıdır ki, Rum ve Ermeni Tehciri sadece dar bir kadronun aldığı karar değildir. Bu karar sosyal tabanı olan, hayat-memat meselesini anlamış, hiç olmazsa sıkışıp aldığı Anadolu coğrafyasını ve bizatihi kendi varlıklarını koruma mecburiyetini bir kısmı katliamlara, tecavüzlere, göç ettirmelere uğrayarak müşahhas olarak yaşamış, bir kısmı da benzer tehlikenin kendi başına da geleceğini de hissetmiş-müdrik geniş bir nüfusun tasvibine mazhar olmuş bir karardır. Çerkes, Gürcü, Pomak, Arnavut, Boşnak, Kürt ve Türkmen bütün Türk Milleti, yapılanları unutmamış, bir daha aynı şeylerin yaşanmaması için birlikte hareket etmiştir. Mezkûr koroya aferin almak ya da entelektüel camiaya kabul edilmek için iştirak edenlerin, koroyla birlikte tehciri dar bir kadroya münhasır kılma çabası anlamsızdır. Gün gelir bir gün kendileri de suçlu addedilebilirler. Acaba bu koronun meşhur şefinin, tehciri, II. Abdülhamid’le başlayan uzun süreçte İslamcılığın ve Müslümanların işi olarak takdim etmesi halinde verecek cevapları hazır mıdır? Merak etmesinler, bu koro şefi ağzındaki baklayı yeni yayınlanmış bir kitabın önsözünde çıkarmıştır.