Balyoz miladı

Prof. Dr. ERGUN ÖZBUDUN/İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi
29.09.2012

Karardan hoşnut olanların da olmayanların da herhalde üzerinde ittifak edecekleri gerçek, bunun Türk demokrasi tarihinde dönüm noktası oluşturan tarihsel bir olay olduğudur.


Balyoz miladı

Balyoz dâvası kararı, beklendiği gibi yoğun bir tartışma yarattı. Ancak, karardan hoşnut olanların da olmayanların da her halde üzerinde ittifak edecekleri gerçek, bunun Türk demokrasi tarihinde dönüm noktası oluşturan tarihsel bir olay olduğudur. Gerçekten Türkiye, son yarım yüzyıldan beri, askerî darbeler (1960 ve 1980), yarı-darbeler (1971 muhtırası), “post-modern” darbeler (22 Şubat), e-muhtıralar, başarısız darbe teşebbüsleri (1962 ve 1963) ve siyasî hayata daha örtülü ve dolaylı yollardan gerçekleştirilen sayısız askerî müdahale yaşamıştır. Bütün bu dönemde, askerî bir müdahale veya müdahale teşebbüsünün sivil bir mahkemede yargılandığı ve çok sayıda silahlı kuvvetler mensubunun cezalara çarptırıldığı ilk olay budur.

Bu yazıda mahkeme kararlarını içeriği, hatta duruşmalar sırasında işlendiği öne sürülen usul hataları üzerinde görüş belirtilmeyecektir. Mahkemenin kararının henüz Yargıtay denetimine tâbi, kesinleşmemiş bir karar olması dolayısıyla, ortada devam etmekte olan bir yargı süreci söz konusudur ve kanımca bu aşamada görüş belirtmek, hukuken de ahlâken de doğru bir davranış değildir. Kararın içeriğine ve duruşma aşamasında işlenmiş olabilecek usul hatalarına ilişkin itirazlar, şüphesiz, Yargıtay aşamasında gereğince değerlendirilecektir. Burada sadece, kararın Türk siyasî hayatı açısından anlamı ve etkileri üzerinde durulacaktır.

Silahlı Kuvvetler’e sivil denetim

Her şeyden önce, birçok gözlemcinin ittifak ettiği gibi kararın, Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde ileride siyasî hayata hukuk-dışı yollardan müdahale etmek isteyebilecekler üzerinde güçlü bir caydırıcı etkisi olacağı kuşkusuzdur. Şimdiye kadar bu tür teşebbüsler hiçbir zaman sivil yargı önüne çıkarılmamış, askerî yargı önüne çıkarıldığı sınırlı sayıdaki olayda da (1957’deki dokuz subay ve 1971’deki Madanoğlu dâvaları) sessiz sedasız kapatılmıştır. Bu defa olayların farklı gelişmesinde en önemli amillerden biri, 2010 yılında Anayasanın 145’inci maddesinde yapılan değişiklikle, “devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür” hükmünün eklenmiş olması ve askerî mahkemelerin görev alanının belirlenmesinde “askerî mahaller”de işlenen suçlar ibaresinin çıkarılmış bulunmasıdır. Bu değişiklik yapılmamış olsaydı, büyük ihtimalle askerî mahkemelerde böyle bir dâva hiç açılmayacak, açılsaydı bile geçmiş dâvaların akıbetine uğrayacaktı.

Ancak elbette, Balyoz ve benzeri dâvaların açılabilmiş ve mahkûmiyetle sonuçlanmış olmasını sadece bu Anayasa değişikliğine bağlamak, aşırı biçimselci bir açıklama olur. Gerek söz konusu Anayasa değişikliğinin gerçekleşmesi, gerek onu izleyen olaylar, Türk siyasî hayatındaki güç dengesinin sivil siyasî güçler lehine değişmiş olmasının sonucu ve belirtisidir. Asker-sivil ilişkilerinin Batı demokrasilerindeki sistemlere benzer yönde değişmesi, elbette demokrasinin konsolidasyonunun tek şartı olmamakla beraber, onun önemli bir unsurudur.

Öte yandan, silâhlı kuvvetler üzerinde demokratik sivil denetimin yerleşmesi, yalnız Balyoz ve benzeri mahkeme kararlarıyla değil, ancak bu yönde gerekli anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılmasıyla mümkündür. 1982 Anayasasının ve onun doğrultusundaki diğer mevzuatın, silâhlı kuvvetlere normal bir demokrasidekilerin çok ötesine geçen ayrıcalıklar ve özerk alanlar tanımış olduğu, herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu alanda yapılan Anayasa ve kanun değişiklikleriyle epeyce mesafe kaydedilmiş olmakla birlikte, sistemin daha sağlam kurumsal temellere oturtulması amacıyla yapılacak daha birçok değişikliğe ihtiyaç vardır. Bunlar arasında, Millî Güvenlik Kurulu’nu anayasal bir organ olmaktan çıkararak, 1960 öncesinde olduğu gibi, kanunla düzenlenen ve silâhlı kuvvetleri temsilen sadece Genelkurmay Başkanı’nın yer aldığı bir Yüksek Savunma Kurulu’na dönüştürmek; Genelkurmay Başkanlığı’nı, gene 1960’dan önce bizde ve halen bütün Batı demokrasilerinde olduğu gibi, Başbakanlığa değil, Millî Savunma Bakanlığına bağlamak, ilk akla gelen değişikliklerdir.

En az bunlar kadar önemli bir husus, yargıdaki iki başlılığı ortadan kaldırmaktır. Günümüzde Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, sivil Yargıtay ve Danıştay’la aynı seviyede ve kendi görev alanlarında tamamen özerk yüksek mahkemelerdir. Hele Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, 1961 Anayasasının ilk metninde de mevcut olmayan ve 1971 müdahalesi sonucunda Anayasaya eklenen, hiçbir Batı demokrasisinde emsali bulunmayan bir garabettir. Askerî Yargıtay ve genel olarak askerî yargıya gelince, Batı demokrasilerinin çoğunda askerî mahkemeler mevcut olmakla beraber, bunların görev alanları, münhasıran askerî nitelikteki suçlar ve disiplin suçları ile sınırlıdır ve kararları nihaî temyiz mercii olarak sivil yüksek mahkemenin denetimine tâbidir. Türkiye’de de elbette askerî mahkemeler, münhasıran askerî hizmetle ilgili suçları ve disiplin suçlarını yargılamak üzere muhafaza edilmelidir. Bu durumda, bu mahkemelerin kararlarını istinaf yoluyla inceleyecek bir veya birden çok askerî istinaf mahkemesinin kurulması da tabiîdir.

35. madde değişmeli

Ancak bunların kararları, nihaî temyiz mercii olarak sivil Yargıtay’ın denetimine tâbi olmalıdır. Askerlik hizmetinin özellikleri dolayısıyla, bu kararları temyizen inceleyecek Yargıtay dairesinde bazı askerî hâkimlerin yer alması da, düşünülebilecek alternatifler arasındadır. Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin yüksek mahkeme sıfatlarının ortadan kalkmasıyla birlikte, bu mahkemelerin Anayasa Mahkemesinde temsil edilmelerinin de sona ereceği tabiîdir. Nihayet, Anayasa değişikliğini beklemeden derhal gerçekleştirilmesi gereken bir husus, askerî müdahalelerin meşrulaştırıcı gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanunu’nun ünlü 35’inci maddesinin değiştirilmesidir.

Bütün bu reformlar asker-sivil ilişkilerinin demokratik bir zemine oturtulması açısından zorunlu olmakla birlikte, bunlardan mucizevî etkiler beklememek gerekir. Sorunun, çok daha derin tarihsel ve sosyolojik kökleri vardır. İttihat ve Terakki döneminden başlayarak günümüze kadar silâhlı kuvvetler, kendilerini ülkenin nihaî kurtarıcısı olarak gören ve sivil siyasî güçlere karşı derin bir güvensizlik besleyen bir anlayış içinde yetiştirilmişlerdir. Bu anlayışa göre, silâhlı kuvvetlerin bağlı bulunduğu temel değerler iç siyasî süreçler nedeniyle tehlikeye girdiği, daha doğrusu silâhlı kuvvetler tarafından böyle algılandığı takdirde, müdahale sadece meşru değil, aynı zamanda kutsal bir görevdir. Bu algının günümüze kadar süregelmesinde, silâhlı kuvvetler içindeki sosyalleşme süreçlerinin, özellikle askerî okullardaki eğitim sisteminin ve müfredatın büyük rolü vardır. Sorunu daha da karmaşıklaştıran bir faktör, bu algının sadece silâhlı kuvvetler bünyesinde değil, sivil toplumun da önemlice bir kesiminde mevcut olmasıdır. 2006 yılında gerçekleştirilen bir araştırma, bu konuda endişe verici veriler sunmaktadır. Buna göre, deneklerin yüzde 26.8’i, “Türkiye’nin sorunlarını seçimle gelmiş hükümetler değil askerî bir rejim çözebilir;” yüzde 58.6’sı, “silâhlı kuvvetlerin kimi zaman seçimle işbaşına gelmiş hükümete karşı görüşlerini dile getirmesi doğaldır” görüşündedir; yüzde 24.8’i de, “Türkiye’de halk ordunun desteği olmadan da laikliği ayakta tutabilir” görüşüne katılmamaktadır. (Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul: TESEV, 2006, s.77).

TSK’da emir demiri keser

Tasvir etmeye çalıştığım bu algı dikkate alındığında, kararda hemen bütün sanıklar hakkında cezaların kanunî üst sınırının uygulanmış, takdirî ceza indirimi ve yardım (TCK, m. 39) hükümlerinin ise hemen hiç uygulanmamış olması, ilginç bir durum oluşturmaktadır. Gene eski Genelkurmay Başkanı Sayın Hilmi Özkök’ün de isabetle belirttiği gibi (Fikret Bila’ya verilen demeç, Milliyet, 23 Eylül 2012), üst düzey görevlilerle daha alt düzeydeki görevliler, yani emri verenlerle uygulayanlar arasında bir ayrım gözetilmemiş olması da eleştiriye açıktır. Elbette Anayasamıza göre (m. 137), “konusu suç teşkil eden emir, hiçbir surette yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz”. Ancak, genel olarak bütün ordularda, özel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinde câri olan “emir demiri keser” anlayışı nazara alındığında, emrin konusunun suç olup olmadığını algılamakta da zorlanmış olabilecek alt düzey görevlilerin, emri verenlerle aynı ağırlıkta cezalara çarptırılmış olmaları, hakkaniyete uygun görünmemektedir. Temennimiz, bütün bu hususların Yargıtay aşamasında özenle değerlendirilmesidir. Türk demokrasi tarihinde bir dönüm noktası olan bu kararın, kamuoyunun mümkün olduğu kadar geniş bir kesiminin vicdanını tatmin etmesinde sayılamayacak kadar büyük yararlar vardır. Her halükârda bu tartışma, ya yargı sürecini tümüyle itibarsızlaştırmaya çalışmak, ya da onu bir rövanş vesilesi saymak gibi uç noktalara gitmeksizin, soğukkanlı ve sağduyulu bir biçimde sürdürülmelidir.    

[email protected]