'Barış istisna savaş genel kuraldır!'

Doç. Dr. Bengül Güngörmez/ Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
16.02.2019

Eğer bir devrim yapacaksa, küresel bir güç olmak istiyorsa Türkiye, mekan tasavvurunu değiştirmek zorundadır. Nitekim değiştiriyor da. Türkiye’nin başlangıçtaki dar ulusçuluk yaklaşımından vazgeçerek küresel/emperyal bir yaklaşım doğrultusunda kendisini dönüştürmesi ülkemizin geleceği için kilit noktadır. İngilizler karadan değil denizden baktılar. Bugün Amerika kara hakimiyetinden çok havadan ve uzaydan hakimiyet kurmaya geçti. Dünyaya uzaydan bakıyor. Ya Türkiye?


'Barış istisna savaş genel kuraldır!'

Entelektüelin savaşa karşı çıkması, onu hiçbir şekilde övmemesi, her zaman barıştan yana olması beklenir. Doğrudur, entelektüelin yalnızca kendi ulusuna değil aynı zamanda tüm insanlığa karşı vicdani sorumluluğu vardır ve bu sorumluluk her şeyden önce gelir. Ne de olsa savaş üzerine yazdığı kitapla Nobel ödülünü kazanan Svetlana Aleksiyeviç’in dediği gibi “İnsan savaştan büyüktür.”

Ancak bir de realite var. Raymond Williams’ın dediği üzere, istediğimiz kadar barıştan söz edelim barış olmayan yerde “barış” demenin hiçbir anlamı yoktur. İnsanlık tarihinde barış dönemleri savaş dönemlerine kıyasla oldukça kısa ve huzursuz dönemlerdir. Barış istisna savaş genel kuraldır. (Okuduğunuz yazının sahibi de bu gerçekten hareketle yazıyor; zira entelektüel sorumluluğun realiteyi de söylemek olduğunu düşünüyor; realiteyi görmezden gelmek, o yokmuş gibi yapmak ucuz bir numara olurdu). İtalyan şair Fulvio Testi’nin 1641’de söylediği gibi, “Bu yüzyıl askerin yüzyılı!” Peki hangi yüzyıl değildi? Savaş tarihçisi Geoffrey Parker’a göre hiçbir yüzyıl. Parker, 1815 öncesinde en azından bir savaşın yapılmadığı hemen hiçbir yüzyılın olmadığını söyler. 18. yüzyılda da Avrupa kıtası sadece 16 yıl barış içinde yaşayabilmiştir. Diğer yüzyıllar da çok farklı değildir. De-mokrasi çağında dahi dünyanın herhangi bir bölgesinde mutlaka savaşla karşılaşırız. Çünkü savaş öncelikle sosyolojik bir olgudur ve savaşın yeryü-zündeki varlığının sosyolojik analizlerinden birini en iyi şekilde Fransız sosyolog ve pozitivizmin kurucusu Auguste Comte yapmıştır. Comte, sıradan yaşamdaki askeri yönün homo sapiens kadar eskiye dayandığını ve insanoğlunun yapmış olduğu ilk aletin silah olduğunu, grup içinde otoriteyi ilk kuranın da askeri yönetici olduğunu söyler. Ona göre iş birliği, sosyal grup ihtiyacı ile birlikte savaş uygarlaşmanın en önemli araçlarından birisi ol-muştur. Dolayısıyla uygarlığın ‘ilerlemesi’ savaşın sonunu getirmeyecektir. En azından savaş üzerine bugüne kadar yazılan en önemli kitabın yazarı olan ve savaşı düelloya benzeten Carl von Clausewitz’in tespiti bu yöndedir: “Barutun bulunması ve ateşli silahların gittikçe gelişmesi harp kavra-mında mevcut düşmanı imha eğiliminin artan uygarlıkla hiçbir şekilde ortadan kaldırılamadığını göstermeye yeter.”

Deniz ve kara 

Bir toplum istediği kadar uygar, demokrat ve özgür olsun mutlaka daimi, güçlü bir orduya ve her daim savaş planlarına ihtiyaç duyar. Demokra-tik insanların demokrasiyi sürdürebilmeleri için de güçlü bir orduya ihtiyaçları vardır. Bu yüzden başka bir Fransız sosyolog Alexis de Tocqueville şöyle söylemektedir; “Silahlı kuvvetler ait oldukları ülkelerin bir tür ifade biçimidir”. Bu meyanda güçlü bir demokrasinin onu ifade edecek güçlü bir orduyla teçhiz edilmesi elzemdir. Güçlü ordunuz yoksa demokrasiniz de kırılgan hale gelir.

“Dünya tarihi deniz güçlerinin kara güçleriyle ve kara güçlerinin deniz güçleriyle mücadelesinin tarihidir” diyor Alman filozof Carl Schmitt. Kara ve Deniz başlıklı müthiş denemesinin ilerleyen sayfalarında buna hava kuvvetlerini de ilave ediyor. Bu deneme insanın kara mı deniz mi varlığı oldu-ğundan başlayıp Anglo-Sakson hakimiyetinin dünya ölçeğinde kurulmasının saiklerini analiz ederek bir mekân felsefesine varır ve mekânın dönüşü-mü hakkında şaşırtıcı iç görülerle son bulur. Schmitt analizinde şu çarpıcı soruyu sorar: Koyun yetiştiricisi bir halk olan İngiliz halkı nasıl oldu da 16. ve 17. yüzyıllarda bir korsanlar halkına, “denizin çocukları”na dönüştü? Schmitt’e göre, denizlerde serüvene atılan pek çok milleti sollayıp geçen ve mağlup eden, okyanuslardaki hakimiyet üzerine tesis edilen dünya hakimiyetini savaşarak elde eden yalnızca İngilizlerdir.

Başlangıçta korsanlıkla kendisini geliştiren İngiltere Schmitt’e göre varlığını karadan denize taşımıştır ve böylece yalnızca savaşı değil, gezegen boyu-tunda bir mekân devrimini de gerçekleştirmiştir.  

Bir devletin mekan tasavvuru değiştiğinde o ülkenin politik, ekonomik ve kültürel tasavvuru da değişecek demektir. İngiltere mekan tasavvurunu değiştirdikten sonra dünya hâkimi olmuştur. Bugün o hakimiyeti İngiliz mirasını iyi kavrayan Amerika sürdürmektedir.

Mekan devrimi

Eğer bir devrim yapacaksa, küresel bir güç olmak istiyorsa Türkiye de mekan tasavvurunu değiştirmek zorundadır. Nitekim değiştiriyor da. Türki-ye Cumhuriyeti’nin başlangıçtaki dar ulusçuluk yaklaşımından vazgeçerek küresel/emperyal bir yaklaşım doğrultusunda kendisini dönüştürmesi ülkemizin geleceği için kilit noktadır. İngilizler karadan değil denizden baktılar. Bugün Amerika kara hakimiyetinden çok havadan ve uzaydan hakimiyet kurmaya geçti. Dünyaya uzaydan bakıyor.

Bakın, İmparatorluklar: Eski Roma’dan ABD’ye Dünya Egemenliğinin Mantığı başlıklı harikulade bir kitap yazan Herfried Münkler ne diyor: “Amerikan İmparatorluğu’nun artık sadece sanal sınırları vardır, bu sınırlar olası rakiplerin elindeki silah teknolojisine, nükleer silahlar ve balistik füzelere göre belirlenir. Bunun dışında ABD İmparatorluğu göklerdeki sınırsız hakimiyetinden ötürü esasında uçsuz bucaksızdır. ABD’nin teknolojik üstünlüğü sayesinde kontrol altına aldığı bölgelerden cephe sayısını azaltmak için geri çekilmesi söz konusu değildir. Özellikle de havacılık ve uzay açısından, geri çekilme emperyal gücün sona ermesi ve çökmesi anlamına gelecektir.” Amerika örneğini gören bizlerin sorması gereken sorular var. Peki Türkiye kendi hakimiyetini kurabilecek mi? Nereden kuracak ya da kuruyor? İktidarını karadan mı denizden mi yoksa havadan mı kuracak? Kendi mekân devrimini tam anlamıyla ne zaman ve nasıl yapacak?

Bunlar cevaplanması zor sorular ama elitlerimizin zorunlu olarak tartışması gerekiyor. Türkiye elbette Britanya ya da ABD gibi bir ada ülkesi değildir. Dedikleri gibi coğrafya kaderdir. Ancak Anadolu’ya sıkışıp kalmış bir kara devleti olarak da hareket edemez. Türkiye küresel bir güç olmak istiyorsa, iktidarını ekonomide etkili bir kalem olan inşaata dayanarak kuramaz. İnşaat büyük ölçüde iç pazara kısmen de dış pazara yöneliktir. Zannımca Türkiye küresel bir güç olmak istiyorsa bilgi üretecek üniversitelere dayanarak da bunu başaramaz. Üniversitelerin durumu malum. Kamu kaynaklarını harcayan ama fikir, buluş üretemeyen en büyük kitlerden birisi.

İktisadi üstünlük

Bununla birlikte sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın da fark ettiği gibi ülkemiz Suriye’ye sınır ötesi harekatıyla birlikte, savaş sanayisini gelişti-rerek ve ordusunu takviye ederek bir mekan devrimini başlatabilir, küresel bir güç olmayı ya da küresel güçlerden biri olmayı başarabilir. Ancak Türkiye küresel bir güç olmak istiyorsa kendisine karada olduğu kadar deniz, hava ve uzayda da hakimiyeti ne durumdadır diye sormak zorundadır. Bugün insansız hava araçları, helikopterler, paletli zırhlı muharebe araçları, TASMUS, lazer güdümlü füzeler, orta menzilli füzeler, küp uydular üreten savunma sanayimizin daha da gelişmesi ve geleceğin silah sistemlerini üretmesi için gerekli olan her şey yapılmalıdır. Bu üretimin enformasyona dayanan alt yapısını sağlamak ve ordu birliklerini yetiştirmek üzere bir savunma üniversitesi de kurulmuş durumda. Savunma sanayi yavaş yavaş ticari bir faaliyete de dönüştürülüyor. Bunlar fevkalade gelişmeler. Bununla birlikte savaş, egemenlik ve devlet olmak hakkında yazacak Schmitt, Münkler, Huntington, Mill gibi kalemlerden hala yoksunuz. Aslında “Entelektüellerimiz ne yapıyor?” diye sormalıyız. Bu türden konularda kalem oynatan kişiler Batı’da, düşünce kuruluşları adı altında faaliyette bulunan kuruluşlara hizmet edecek, bilgi üretecek şekilde değil, derin okuma, araş-tırma ve düşünme bilinciyle hareket ediyorlar. Onlar evrensel felsefi kaynaklara yöneldikleri ölçüde kendi ülkelerinin selahiyetini de düşünüyor ve bu doğrultuda yazılar kaleme alıyorlardı. (Türkiye’de ortalama entelektüel emperyalizmin diliyle konuşur, kendi halkının oryantalistidir, halkı beğenmez ve onu Batılı ölçülerle adam etmeye çalışır dolayısıyla bu türden çalışmaları yapma işi kısa güdümlü anlık yazılar yazan düşünce kuruluşlarına kalır) Üniversitelerimizde, araştırma enstitülerimizde bu türden derin okuma ve düşünme faaliyetine yeteri kadar önem verilmemektedir. Tarih bölümlerimiz belki ama siyaset bilimi, sosyoloji, felsefe bölümlerimiz acaba İmparatorluğun felsefesi üzerine hiç düşünmüşler midir?

Başka bir husus da şudur: Münkler’in ifade ettiği üzere Kara imparatorlukları hakimiyet alanlarının genişletilmesiyle oluşurken deniz imparator-lukları ticaret ilişkilerinin yoğunlaştırılıp geliştirilmesiyle genişler. Bu doğrultuda ülkemizin Afrika’ya, Latin Amerika’ya ve dünyanın çeşitli bölgelerine yaptığı kültürel ve ekonomik açılımlar yeni pazarların yaratılmasında geç kalmış ancak son derece olumlu gelişmelerdir. Michael Mann, İktidarın Tarihi adlı ciddi çalışmasında iktidarın dört kaynağından bahseder. Bu kaynaklar siyasi, ideolojik, askeri ve iktisadidir. Özellikle askeri ve iktisadi üstünlük olmadan büyük bir imparatorluk oluşturulamaz. Bizim imparatorluk imgemiz büyük yaralarla dolu. Batılıların neo-Osmanlı yaratma yö-nündeki suçlamalarını duyduğumuzda Batılıları haklı buluyor, dibimizdeki halkların Osmanlı mirasçısı ve bakiyesi kendi halklarımız olduklarını unutuveriyoruz. Türkiye bir devlet olarak diğer devletlerin sınırında durup iç ve dış meselelerini düzenlemeyi onlara mı bırakacaktır yoksa suçlamalara aldırış etmeden kendi tarihinden, kültüründen ve dilinden miras aldığı emperyal misyonu gerçekleştirme yönünde hareket mi edecektir? Ben geleceği-mizi bu soruya verilecek cevabın belirlediğine inanıyor ve bu misyonu gerçekleştirmesini temenni ediyorum.

@GungormezBengul

Kaynaklar: 

Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, çev. H.Fahri Çeliker, Alfa Yay., İstanbul, 2018

Carl Schmitt, Tarih ve Siyaset Üzerine İki Deneme, çev. Gültekin Yıldız, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2009

Geoffrey Parker, Askeri Devrim, çev. Tuncay Zorlu, Küre Yayınları, İstanbul, 2018

Giuseppe Caforio, Askeri Sosyoloji, ed. Zafer Uzun, Hakan Bayramlık, Nobel, Ankara, 2017

Herfried Münkler, İmparatorluklar: Eski Roma’dan ABD’ye Dünya Egemenliğinin Mantığı, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012

Svetlana Aleksiyeviç, Kadın Yok Savaşın Yüzünde, çev. Güney Çetao, Kızılırmak, Kafka Yayınları, İstanbul, 2017